Rüyaya, lügâtlerde; uyku esnasında görülen düş, gerçekleşmesi imkânsız beklenti, gerçekleşmesi istenen umut-gâye, gibi mânâlar verilmiştir. Bu yazı, kelimenin birinci ve üçüncü mânâları üzerine bina edilecektir. Dikkat edildiğinde görülecektir ki, rüya kelimesinin bu iki mânâ özelliği birbirini tamamlar niteliktedir: Görülen bazı rüyalar, insanlara ve toplumlara bazı gayeleri aşılarken, bazı gâyeler de insanlar ve toplumlarda bir rüya oluşturur.
Rüyalara, bütün zamanlarda hemen hemen bütün toplumlar büyük ehemmiyet vermiştir. Bunun en belirgin göstergesi, rüya tâbirleri kitaplarıdır. Rüyanın mânâsı ve mahiyeti hakkında birbiriyle bağlantılı-bağlantısız, birbirini tamamlar- birbirini reddeder mahiyette çok şey yazılıp söylenmiştir. Rüyaların mahiyeti hakkındaki bilgiler çağdan çağa, toplumdan topluma farklılıklar arz etmektedir.
Rüyaların mânâsı ve mahiyeti hakkında Batı'da en yaygın görüş; "Rüyalar, şuurdışı arzuların örtülü olarak dışa vurumundan başka bir şey değildir." görüşüdür. Daha sonraları Alfred Adler, rüyaların geçmişten çok, geleceğin plânlanmasına yardımcı olma işlevi üstlendiğini ileri sürdü. Batı'da rüyalar hususunda en kapsamlı çalışmaları yapan C. Gustav Jung ise; rüyaları "gizli arzuların ifadesi" olarak tanımlar.
Müslüman toplumlar rüyalara, Batı'dan farklı tarifler getirmiş, farklı mânâlar yüklemiştir. Müslüman toplumlarda rüyalar, özetle; "Allah'ın, melekler vasıtasıyla hakikat veya kinaye olarak kulun şuuraltında uyandırdığı enfüsî idrakler ve vicdanî duygular veya şeytanî telkinlerden meydana gelen karışık hayaller manzumesi..." şeklinde tarif edilmiştir. Rüyaları çeşitli şekillerde tasnifleyen ve sadık rüyayı "hiss-i kable’l-vukuun fazla inkişafı" olarak tarif eden Bediüzzaman ise, bize sadık rüyaların mahiyeti hakkında önemli bilgiler verir. Yirmi Sekizinci Mektup'ta, Bediüzzaman: "Sadık rüyalar, doğrudan doğruya mahiyet-i insaniyedeki lâtife-i Rabbaniye âlem-i şahadetle bağlanan ve o âlemde dolaşan duyguların kapanmasıyla ve durmasıyla, âlem-i gayba karşı bir münasebet bulur. O münasebet ile vukua gelmeye hazırlanan hadiselere bakar ve Levh-i Mahfuz'un cilveleri ve mektubat-ı kaderiyenin nümuneleri nev'inden birisine rast gelir, bazı vakıat-ı hakikiyeyi görür. Bazan o vakalarda hayal tasarruf eder, suret libaslarını giydirir, bazıları aynen gördüğü gibi çıkar, bazan ince bir perde altında çıkar, bazan da kalınca bir perde ile sarılır." der. Yine Bediüzzaman: "'Uykunuzu bir dinlenme vasıtası kıldık.' (Nebe,9) gibi birçok ayet, rüyada ve uykuda perdeli olarak ehemmiyetli hakikatler var olduğunu gösterir." der.
"Rüya hakkında Doğu'da ve Batı'da asırlarca süren araştırmaların vardığı sonucu bir cümlede toplamak mümkündür: "Rüya, bir sırrın açığa vurulması; ama eksik terimlerle açığa vurulmasıdır." (1) Yukarıdaki görüşlerden anlaşılacağı gibi Müslümanların rüyaya yükledikleri anlam daha derli toplu ve daha tutarlıdır. Batılı filozofların getirdiği tarifler, rüyanın sadece bir boyutunu açıklar mahiyettedir. Onlar bütünden ziyade, parçaya odaklanmış gibidir. İslâm âlimlerinin rüya hakkındaki görüşlerinin daha derli toplu olmasının temelinde Kur'an-ı Kerim'in ve Peygamberimiz (sas)’in rüyalar hakkında verdiği bilgiler vardır. Kur'an'da rüya hakkında en belirgin bilgiler Hz. Yusuf (as)’un gördüğü ve tabir ettiği rüyalardır. Hz. Yusuf, tabircilerin piri olarak kabul edilmiştir.
Hadis kitaplarında, Hz. Peygamber (sas)’in gördüğü rüyalar ve yaptığı tabirler hakkında geniş bilgiler vardır. Peygamberimiz (sas)’in aşağıdaki hadisleri, sadık rüyanın ehemmiyetini göstermesi itibariyle ilginçtir. Peygamberimiz (sas), "Salih kişi tarafından görülen rüya, peygamberliğin kırk altı parçasından bir parçadır.", ve "Ey insanlar! Peygamberliğin belirtilerinden yalnız güzel rüya kaldı. O rüyayı Müslüman kişi görür veya onun için başkası tarafından görülür." buyurmaktadır.
Rüya-toplum münasebeti
Rüyalar; tarih boyunca, bazı akımların başlatıcısı, birçok
mucidin ilham kaynağı olduğu gibi, problemlerin çözümünde de yol gösterici olmuştur. Bazı rüyalar vardır ki, bunlar asırlar boyu sürecek bir serüvenin ufkunu işaretler. Rüyayı görenin karakter özelliklerinin azaldığı veya kaybolduğu; kolektif şuurun tanıdığı genel kabule mazhar değerleri ortaya koyan bu rüyalara kolektif rüya denir. Psikiyatriye ilk defa Jung'un soktuğu kolektif rüya kavramı, toplumun ortak şuuraltının ifadesidir. Evet "fertler gibi, toplumlar da rüya görür. Bu rüyalar bir bakıma halin plânlanması, geleceğin tahayyülü ve ideallerin belirlenmesi için yapılan taslaklar gibidir. Bu özellikleriyle bu rüyalar, cemiyetin mevcut tavırlarını tefsir ve gelecekteki hareketlerini tahmin etmeye yardımcı olur." (2) Kolektif rüyalarda nesiller, bir rüyanın tılsımına takılmış ve onu gerçekleştirme uğruna, hayatları dahil, her şeyi ortaya koymuşlardır. Bu rüyanın gerçekleşmesi çok defa rüyayı gören(ler)in hayatıyla sınırlı kalmamış, koca bir tarih meydana getirmiş ve bir toplumun yaşama gâyesi olmuştur. Kolektif rüyaların en büyük faydası; cemiyeti bir gâyeye kilitlemesi ve bunu gerçekleştirmek için dinamik bir ruh hali sağlamasıdır. Bu sayede milletler, hem başıboşluktan kurtulmuş, hem de asil bir gâye uğruna mücadele etmiş olurlar. Evet, fertlerin rüyaları gibi milletlerin de rüyaları vardır. Bu rüyaların kahramanı bütün bir millet, malzemesi cihan coğrafyası, görülme yeri cemiyetin kolektif şuuraltı, tâbiri de koca bir tarihtir. Türk tarihi dikkatli bir gözle incelendiğinde, bahsedilen bu rüyanın malzemeleriyle dolu olduğu görülecektir.
Türk milletinin kolektif rüyaları Büyük milletlerin tarih boyunca gördükleri ve onları tarih içinde diğer milletlerden ayıran kolektif rüyalar vardır. Bu rüyalar,o milletin fertleri arasında mânevî bir bağ oluşturur. Bu sayede o milletin fertleri ortak bir paydada buluşmuş olur. Bizim milletimiz de tarih boyunca kolektif rüyalar görmüş ve ufkunu bu rüyaların hududuna göre ayarlamıştır. Burada Türk milletinin kolektif rüyalarından ikisini ele alalım ve bunlardaki ufku yakalamaya çalışalım. Oğuz Kağan destanında, Oğuz'un ak sakallı, kır saçlı, akıllı nazırı Uluğ Kağan; rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok görür. Altın yay, doğudan-batıya doğru uzanır; üç gümüş ok ise kuzeye doğru gitmektedir.
Rüyalarla, yaşama biçimi, hayat tarzı, beklenti ve hayata bakış arasında sıkı bir ilişki vardır. Jung: "Rüyalardaki semboller incelendiğinde bunların, kişi için özel mânâ taşıdığı, kişinin kendini bunlara yansıttığı görülür." der. Jung'un bu sözünü topluma doğru genişleterek ifade edecek olursak, kolektif rüyalardaki sembollerde, toplum için özel mânâlar vardır. Bu rüyalardaki semboller çözülerek bir milletin kolektif şuuraltına ulaşılabilir. Oğuz Kağan, destanındaki rüyada; İslâm öncesi Türklüğün, ideallerini, yaşama tarzını, hayata bakış açısını ve ufkunu her yönüyle görmekteyiz. Oğuz Kağan "alp tipi"nin karakteristik bir temsilcisidir. Onun gâyesi, dünyadaki herkesi kendine tâbi kılmak, yani cihanı fethetmektir. Ancak bu fetih, herhangi bir kutsal gâyeye dayanmamaktadır. Oğuz'un ihtirası, içindeki "ben" duygusunu tatmin etmek üzerinedir. Oğuz kendi gücünü kabul edenlerle dost, etmeyenlerle düşman olur. Gücünü bütün milletlere kabul ettirme gâyesindeki Oğuz'un hayatı, savaş meydanlarında geçer.
Bu rüyadaki doğudan-batıya uzanan altın yay ve kuzeye giden üç ok sembolü Oğuz halkının "Mekanı aşma arzusunu ortaya koyar." (3) Göçebe bir hayat süren bu topluluk, yeni meralar yeni otlaklar kazanmak için devamlı doğudan-batıya,güneyden-kuzeye doğru göç ederek önlerine çıkan kavimlerle savaşmıştır. "İnsanoğlunun hayatına, düşüncesine, hattâ rüyasına bile içinde yaşadığı hayat tarzı şekil verir. Ok ve yay, Oğuz'un hayat karşısında almış olduğu aktif tavrın ifadesidir."(4)
"Daha deniz, daha müren (ırmak)
Gün tuğ olsun, gök kurıkan (çadır)."
diyen bu akıncı millete, cihan dar gelmiştir. Bu rüyadaki altın yay ve üç gümüş ok sembolü başka bir açıdan yorumlandığında, Türk tarihinin başka bir özelliğine tekabül ettiği görülür. Altın yay, bir ideal, bir gâye olarak kabul edilirse; bu hedefe oklar ayrı ayrı gitmektedir. Adeta altın kadar değerli bir hedef olan cihanı fethetme arzusu, bu akıncı milleti bir yay gibi geriyor; fakat oklar birlikte hareket etmediği için güçler bölünüyor. Nitekim Osmanlı'ya kadar Türk devletlerinin birçoğunun yıkılma sebeplerinden birisi, taht kavgalarıdır. İlginçtir, Oğuz Kağan hayatının son demlerinde devletini oğulları arasında paylaştırmaktadır. Rüyadaki ok ve yay sembollerinin yaptığı diğer bir çağrışım da, İslâm öncesi Türklüğünün bilek gücüne büyük ehemmiyet verdiğidir. Dışa dönük bir gâyesi olan bir millet için, bundan daha tabii bir şey olamazdı.
Netice olarak bu rüya, İslâm öncesi devirlerde, Türk milletinin gideceği ufku işaretlemektedir. Bu ufka koşan nesiller, İslâm'la tanışmış ve ondan aldıkları ilhamla ufuklarındaki hedefe kutsal bir ışıltı yüklemiş, Y. Kemal'in ifadesiyle "Her yaz şimale doğru, asırlarca bir koşu"nun kahramanları olmuşlardır.
İkinci rüya, Osman Gazinin, Edebalı'nın evinde misafirken gördüğü rüyadır. Rüya şu şekilde gerçekleşir: "Osman Gazi, hane sahibinin yanında yatmaktadır. Edebalı'nın göğsünden bir hilâl çıkar, bu hilâl büyüyerek dolunay halini alır ve Osman Gazinin göğsüne girer. Daha sonra aralarından bir ağaç çıkar, gittikçe büyür, yeşilliği ve güzelliğiyle ziyadeleşir. Bu ağacın gölgesi üç kıta ufuklarını denizleri ve karalarıyla kuşatır. Kafkas, Atlas, Toros ve Emos dağları, bu yapraklar denizinin dört rüknü(direği) gibi görünür. Ağacın kökünden Dicle, Fırat, Nil ve Tuna çıkar. Ovalar ekinlerle dolu, dağlar ormanlarla dalga dalga kaplıdır. Dağlardan çıkan sular, gül ve servi bahçelerinin içinden şırıl şırıl akar. Ovalarda; kubbeler, ehramlar, dikili taşlar, sütunlar, latif kulelerle müzeyyen şehirler görünür. Ağacın dalları altındaki bu muhteşem manzara büyümeye devam ederken aniden şiddetli bir rüzgâr çıkar. Ağacın yaprakları bütün şehirlerin üzerine -özellikle değerli bir yüzük hükmündeki İstanbul'a- doğru yayılır. Osman Gazi yüzüğü parmağına geçirmek üzereyken uyanır." (5)
Rüyanın zâhiri yorumu ortadadır. Osman Gazi, Edebalı'nın kızı Malhun Hatun ile evlenecek, ondan doğacak çocuklarla bir cihan fethi gerçekleşecektir. Uluğ Kağanın rüyası ile Osman Gazinin rüyasının ortak paydası cihanı fethetme arzusudur. Fakat cihanı fethetmedeki gayeler birbirinden farklıdır. İki rüyadaki semboller karşılaştırılırsa, aynı milletin, iki farklı dönemindeki hayat felsefesi, içtimaî yapısı ve iki farklı dönemin iki farklı ufku daha iyi anlaşılacaktır.
İslâm'ın tesiriyle, Türk toplumunda, alp tipinin zıddı olan, düşman olarak nefislerini gören ve mücadelelerini nefislerine yönelten bir "veli tipi" oluşmuştur. Mevlâna ve Yunus buna güzel iki örnektir. Yunus, atını kendi iç dünyasına süren ve orada gerçekleştirdiği büyük fetihten sonra başka gönüllerin ufkuna dolu dizgin akan bir akıncıdır. Duygularını "Kendinde Sen'i bulan nereye sefer etsin." diyerek bayraklaştıran Yunus, "Eski Türk akıncısını atından indirir, elinden kılıç ve okunu alır, onu kendi içinde sefere davet eder."(6)
Fakat İ'lâ-yı Kelimetullah'ın bayraklaşması için üçüncü bir tipe de ihtiyaç vardır. "Eski çağlardan beri cihana hakim olmayı arzu eden Türkler, İslâm'ı benimseyince, İslâm dini ile kendi kültürleri arasında bir terkip meydana getirir. Bu terkiplerden en önemlisi eski destanlarda yüceltilen, alp tipinin, gazi tipi haline gelmesidir." (7) Alp tipi ile veli tipinin terkibinden meydana gelen bu tip, hem Oğuz gibi dışa dönük, hem de Yunus gibi iç aleminde bir fetih gerçekleştirmiştir. Bu terkibe kültürümüzde "alp eren" denir. Alp eren de "alp tipi gibi dünyayı fethetmeyi gaye edinen bir kahramandır. İslâmiyet onun savaşına yüce bir mânâ ve zengin bir muhteva vermiştir." (8) Osman Gazinin rüyasında, bu alp eren tipinin ifadesi mevcuttur. Osman Gaziyi bir alp -ki, kaynaklar belirli bir yaşa kadar böyle olduğunu yazar- Edebalı'ya da bir veli kabul edersek, Osmanlı'nın sembolü olan ağaç bu ikisinin arasından çıkmıştır. Ağaç sembolünü çözümleyecek olursak, ağaç dışa dal budak atarken, içe doğru kök salar. İçe kök salma durmuşsa, bu, ağacın kuruduğunun ifadesidir. Bir kişinin alp eren özelliği gösterebilmesi için, dışta fetihler gerçekleştirirken içte de mânen derinleşmesi gerekir.
Oğuz Kağan destanındaki ok ve yay hareketi ifade ederken, Osman Gazinin rüyasındaki ağaç yerleşik düzeni ifade eder. Oğuz Kağan destanında parçalanan güçler, Osman Gazinin rüyasında birleşmiştir. Çünkü ağaç, dallarıyla, gövdesiyle, köküyle bir bütündür. Kökler ve dallar gövdede buluşmaktadır. Belki de Osmanlı'nın uzun ömürlü olmasının sebebi budur. Oğuz destanındaki, ok ve yay muhatap için bir tehdit bir korku meydana getirirken, ağaç gerek altındakiler için, gerek dıştakiler için bir ferahlamanın ifadesidir. Bu durum, Osmanlı'nın idarî anlayışını çok iyi açıklamaktadır.
Netice olarak
Kolektif rüyalardan alınacak çok ders vardır. Bir milletin büyük olması, tarihe yön vermesi için, nesillerine muhtevası zengin, mânâsı derin, yorumu kutsal ve ufku geniş rüyalar göstermesi gerekir. Ayrıca bu rüyaların bir hayat felsefesi haline getirilmesi ve rüyaların görülme sahasının hayatın bütün evrelerine yayılması gerekir. Büyük şahsiyetler büyük rüyalar görür. Rüyaların büyüklüğü, işaret ettikleri ufkun derinliği ile ölçülür. Peygamberimiz (sas), İstanbul'un fethi hususundaki hadisleriyle bir ufuk göstermişlerdir. Bu ufuk, Asr-ı Saadet'ten 1453'e kadar yaklaşık 850 yıl Müslümanların ortak rüyası olmuştur. Bu rüyayı gerçekleştirebilmek için; coğrafya, yaş ve şartlar engel teşkil etmemiştir. Bu ufka ulaşma adına, bilimde ve teknikte ne gibi ilerlemeler olmuş, bu, ayrı bir inceleme konusudur.
Bediüzzaman'ın I. Cihan Harbi yıllarında görmüş olduğu rüya* ve o rüyada duymuş olduğu "İcaz-ı Kur'ân'ı beyan et!" şeklindeki sözler hayatının gâyesi olmuştur. Aynı zamanda bu rüyada, günümüz Müslümanına gösterilen bir ufuk vardır: Kur'an'ı anlama ve anlatma ufku... Hayatını bu davaya adayan "altın bir nesil" coğrafyalara, zor şartlara ve her türlü olumsuzluklara takılmadan ufuktan ufuğa koşmaktadır.
Dipnotlar
1-Özgül,Metin Kayahan, Türk Edebiyatında Siyasî Rüyalar, Akçağ yayınları,s. 3, 1989.
2-age,s.v.
3-Kaplan,Mehmet, Tip Tahlilleri, Dergah yayınları,s.15, 1985.
4-age,s.16
5-Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, C:1, s:66, 1989.
6-Kaplan, Mehmet, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar-I, Dergah yay,s.39, 1992.
7- Kaplan, Mehmet, Tip Tahlilleri, Dergah yay.s.112, 1985.
8-age,s.112
* Eski Harb-i Umumî'de ve daha evvellerinde bir vakıa_i sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı'nın altındayım. Birden o dağ müthiş infilak etti; dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: 'Ana korkma. Cenab-ı Hakk'ın emridir. O hem Rahîm'dir, hem Hakîm'dir.' Birden o halette iken baktım ki, mühim bir zat bana âmirâne diyor ki: 'İ'câz-ı Kur'ân'ı beyan et.' 'Uyandım anladım ki bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılaptan sonra Kur'ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; i'câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'câzın bir nev'inin, şu zamanda izharına -haddimin fevkinde olarak- benim gibi bir adam namzet olacak ve namzet olduğumu anladım.'
A. Osman DÖNMEZ
alıntı
Rüyalara, bütün zamanlarda hemen hemen bütün toplumlar büyük ehemmiyet vermiştir. Bunun en belirgin göstergesi, rüya tâbirleri kitaplarıdır. Rüyanın mânâsı ve mahiyeti hakkında birbiriyle bağlantılı-bağlantısız, birbirini tamamlar- birbirini reddeder mahiyette çok şey yazılıp söylenmiştir. Rüyaların mahiyeti hakkındaki bilgiler çağdan çağa, toplumdan topluma farklılıklar arz etmektedir.
Rüyaların mânâsı ve mahiyeti hakkında Batı'da en yaygın görüş; "Rüyalar, şuurdışı arzuların örtülü olarak dışa vurumundan başka bir şey değildir." görüşüdür. Daha sonraları Alfred Adler, rüyaların geçmişten çok, geleceğin plânlanmasına yardımcı olma işlevi üstlendiğini ileri sürdü. Batı'da rüyalar hususunda en kapsamlı çalışmaları yapan C. Gustav Jung ise; rüyaları "gizli arzuların ifadesi" olarak tanımlar.
Müslüman toplumlar rüyalara, Batı'dan farklı tarifler getirmiş, farklı mânâlar yüklemiştir. Müslüman toplumlarda rüyalar, özetle; "Allah'ın, melekler vasıtasıyla hakikat veya kinaye olarak kulun şuuraltında uyandırdığı enfüsî idrakler ve vicdanî duygular veya şeytanî telkinlerden meydana gelen karışık hayaller manzumesi..." şeklinde tarif edilmiştir. Rüyaları çeşitli şekillerde tasnifleyen ve sadık rüyayı "hiss-i kable’l-vukuun fazla inkişafı" olarak tarif eden Bediüzzaman ise, bize sadık rüyaların mahiyeti hakkında önemli bilgiler verir. Yirmi Sekizinci Mektup'ta, Bediüzzaman: "Sadık rüyalar, doğrudan doğruya mahiyet-i insaniyedeki lâtife-i Rabbaniye âlem-i şahadetle bağlanan ve o âlemde dolaşan duyguların kapanmasıyla ve durmasıyla, âlem-i gayba karşı bir münasebet bulur. O münasebet ile vukua gelmeye hazırlanan hadiselere bakar ve Levh-i Mahfuz'un cilveleri ve mektubat-ı kaderiyenin nümuneleri nev'inden birisine rast gelir, bazı vakıat-ı hakikiyeyi görür. Bazan o vakalarda hayal tasarruf eder, suret libaslarını giydirir, bazıları aynen gördüğü gibi çıkar, bazan ince bir perde altında çıkar, bazan da kalınca bir perde ile sarılır." der. Yine Bediüzzaman: "'Uykunuzu bir dinlenme vasıtası kıldık.' (Nebe,9) gibi birçok ayet, rüyada ve uykuda perdeli olarak ehemmiyetli hakikatler var olduğunu gösterir." der.
"Rüya hakkında Doğu'da ve Batı'da asırlarca süren araştırmaların vardığı sonucu bir cümlede toplamak mümkündür: "Rüya, bir sırrın açığa vurulması; ama eksik terimlerle açığa vurulmasıdır." (1) Yukarıdaki görüşlerden anlaşılacağı gibi Müslümanların rüyaya yükledikleri anlam daha derli toplu ve daha tutarlıdır. Batılı filozofların getirdiği tarifler, rüyanın sadece bir boyutunu açıklar mahiyettedir. Onlar bütünden ziyade, parçaya odaklanmış gibidir. İslâm âlimlerinin rüya hakkındaki görüşlerinin daha derli toplu olmasının temelinde Kur'an-ı Kerim'in ve Peygamberimiz (sas)’in rüyalar hakkında verdiği bilgiler vardır. Kur'an'da rüya hakkında en belirgin bilgiler Hz. Yusuf (as)’un gördüğü ve tabir ettiği rüyalardır. Hz. Yusuf, tabircilerin piri olarak kabul edilmiştir.
Hadis kitaplarında, Hz. Peygamber (sas)’in gördüğü rüyalar ve yaptığı tabirler hakkında geniş bilgiler vardır. Peygamberimiz (sas)’in aşağıdaki hadisleri, sadık rüyanın ehemmiyetini göstermesi itibariyle ilginçtir. Peygamberimiz (sas), "Salih kişi tarafından görülen rüya, peygamberliğin kırk altı parçasından bir parçadır.", ve "Ey insanlar! Peygamberliğin belirtilerinden yalnız güzel rüya kaldı. O rüyayı Müslüman kişi görür veya onun için başkası tarafından görülür." buyurmaktadır.
Rüya-toplum münasebeti
Rüyalar; tarih boyunca, bazı akımların başlatıcısı, birçok
mucidin ilham kaynağı olduğu gibi, problemlerin çözümünde de yol gösterici olmuştur. Bazı rüyalar vardır ki, bunlar asırlar boyu sürecek bir serüvenin ufkunu işaretler. Rüyayı görenin karakter özelliklerinin azaldığı veya kaybolduğu; kolektif şuurun tanıdığı genel kabule mazhar değerleri ortaya koyan bu rüyalara kolektif rüya denir. Psikiyatriye ilk defa Jung'un soktuğu kolektif rüya kavramı, toplumun ortak şuuraltının ifadesidir. Evet "fertler gibi, toplumlar da rüya görür. Bu rüyalar bir bakıma halin plânlanması, geleceğin tahayyülü ve ideallerin belirlenmesi için yapılan taslaklar gibidir. Bu özellikleriyle bu rüyalar, cemiyetin mevcut tavırlarını tefsir ve gelecekteki hareketlerini tahmin etmeye yardımcı olur." (2) Kolektif rüyalarda nesiller, bir rüyanın tılsımına takılmış ve onu gerçekleştirme uğruna, hayatları dahil, her şeyi ortaya koymuşlardır. Bu rüyanın gerçekleşmesi çok defa rüyayı gören(ler)in hayatıyla sınırlı kalmamış, koca bir tarih meydana getirmiş ve bir toplumun yaşama gâyesi olmuştur. Kolektif rüyaların en büyük faydası; cemiyeti bir gâyeye kilitlemesi ve bunu gerçekleştirmek için dinamik bir ruh hali sağlamasıdır. Bu sayede milletler, hem başıboşluktan kurtulmuş, hem de asil bir gâye uğruna mücadele etmiş olurlar. Evet, fertlerin rüyaları gibi milletlerin de rüyaları vardır. Bu rüyaların kahramanı bütün bir millet, malzemesi cihan coğrafyası, görülme yeri cemiyetin kolektif şuuraltı, tâbiri de koca bir tarihtir. Türk tarihi dikkatli bir gözle incelendiğinde, bahsedilen bu rüyanın malzemeleriyle dolu olduğu görülecektir.
Türk milletinin kolektif rüyaları Büyük milletlerin tarih boyunca gördükleri ve onları tarih içinde diğer milletlerden ayıran kolektif rüyalar vardır. Bu rüyalar,o milletin fertleri arasında mânevî bir bağ oluşturur. Bu sayede o milletin fertleri ortak bir paydada buluşmuş olur. Bizim milletimiz de tarih boyunca kolektif rüyalar görmüş ve ufkunu bu rüyaların hududuna göre ayarlamıştır. Burada Türk milletinin kolektif rüyalarından ikisini ele alalım ve bunlardaki ufku yakalamaya çalışalım. Oğuz Kağan destanında, Oğuz'un ak sakallı, kır saçlı, akıllı nazırı Uluğ Kağan; rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok görür. Altın yay, doğudan-batıya doğru uzanır; üç gümüş ok ise kuzeye doğru gitmektedir.
Rüyalarla, yaşama biçimi, hayat tarzı, beklenti ve hayata bakış arasında sıkı bir ilişki vardır. Jung: "Rüyalardaki semboller incelendiğinde bunların, kişi için özel mânâ taşıdığı, kişinin kendini bunlara yansıttığı görülür." der. Jung'un bu sözünü topluma doğru genişleterek ifade edecek olursak, kolektif rüyalardaki sembollerde, toplum için özel mânâlar vardır. Bu rüyalardaki semboller çözülerek bir milletin kolektif şuuraltına ulaşılabilir. Oğuz Kağan, destanındaki rüyada; İslâm öncesi Türklüğün, ideallerini, yaşama tarzını, hayata bakış açısını ve ufkunu her yönüyle görmekteyiz. Oğuz Kağan "alp tipi"nin karakteristik bir temsilcisidir. Onun gâyesi, dünyadaki herkesi kendine tâbi kılmak, yani cihanı fethetmektir. Ancak bu fetih, herhangi bir kutsal gâyeye dayanmamaktadır. Oğuz'un ihtirası, içindeki "ben" duygusunu tatmin etmek üzerinedir. Oğuz kendi gücünü kabul edenlerle dost, etmeyenlerle düşman olur. Gücünü bütün milletlere kabul ettirme gâyesindeki Oğuz'un hayatı, savaş meydanlarında geçer.
Bu rüyadaki doğudan-batıya uzanan altın yay ve kuzeye giden üç ok sembolü Oğuz halkının "Mekanı aşma arzusunu ortaya koyar." (3) Göçebe bir hayat süren bu topluluk, yeni meralar yeni otlaklar kazanmak için devamlı doğudan-batıya,güneyden-kuzeye doğru göç ederek önlerine çıkan kavimlerle savaşmıştır. "İnsanoğlunun hayatına, düşüncesine, hattâ rüyasına bile içinde yaşadığı hayat tarzı şekil verir. Ok ve yay, Oğuz'un hayat karşısında almış olduğu aktif tavrın ifadesidir."(4)
"Daha deniz, daha müren (ırmak)
Gün tuğ olsun, gök kurıkan (çadır)."
diyen bu akıncı millete, cihan dar gelmiştir. Bu rüyadaki altın yay ve üç gümüş ok sembolü başka bir açıdan yorumlandığında, Türk tarihinin başka bir özelliğine tekabül ettiği görülür. Altın yay, bir ideal, bir gâye olarak kabul edilirse; bu hedefe oklar ayrı ayrı gitmektedir. Adeta altın kadar değerli bir hedef olan cihanı fethetme arzusu, bu akıncı milleti bir yay gibi geriyor; fakat oklar birlikte hareket etmediği için güçler bölünüyor. Nitekim Osmanlı'ya kadar Türk devletlerinin birçoğunun yıkılma sebeplerinden birisi, taht kavgalarıdır. İlginçtir, Oğuz Kağan hayatının son demlerinde devletini oğulları arasında paylaştırmaktadır. Rüyadaki ok ve yay sembollerinin yaptığı diğer bir çağrışım da, İslâm öncesi Türklüğünün bilek gücüne büyük ehemmiyet verdiğidir. Dışa dönük bir gâyesi olan bir millet için, bundan daha tabii bir şey olamazdı.
Netice olarak bu rüya, İslâm öncesi devirlerde, Türk milletinin gideceği ufku işaretlemektedir. Bu ufka koşan nesiller, İslâm'la tanışmış ve ondan aldıkları ilhamla ufuklarındaki hedefe kutsal bir ışıltı yüklemiş, Y. Kemal'in ifadesiyle "Her yaz şimale doğru, asırlarca bir koşu"nun kahramanları olmuşlardır.
İkinci rüya, Osman Gazinin, Edebalı'nın evinde misafirken gördüğü rüyadır. Rüya şu şekilde gerçekleşir: "Osman Gazi, hane sahibinin yanında yatmaktadır. Edebalı'nın göğsünden bir hilâl çıkar, bu hilâl büyüyerek dolunay halini alır ve Osman Gazinin göğsüne girer. Daha sonra aralarından bir ağaç çıkar, gittikçe büyür, yeşilliği ve güzelliğiyle ziyadeleşir. Bu ağacın gölgesi üç kıta ufuklarını denizleri ve karalarıyla kuşatır. Kafkas, Atlas, Toros ve Emos dağları, bu yapraklar denizinin dört rüknü(direği) gibi görünür. Ağacın kökünden Dicle, Fırat, Nil ve Tuna çıkar. Ovalar ekinlerle dolu, dağlar ormanlarla dalga dalga kaplıdır. Dağlardan çıkan sular, gül ve servi bahçelerinin içinden şırıl şırıl akar. Ovalarda; kubbeler, ehramlar, dikili taşlar, sütunlar, latif kulelerle müzeyyen şehirler görünür. Ağacın dalları altındaki bu muhteşem manzara büyümeye devam ederken aniden şiddetli bir rüzgâr çıkar. Ağacın yaprakları bütün şehirlerin üzerine -özellikle değerli bir yüzük hükmündeki İstanbul'a- doğru yayılır. Osman Gazi yüzüğü parmağına geçirmek üzereyken uyanır." (5)
Rüyanın zâhiri yorumu ortadadır. Osman Gazi, Edebalı'nın kızı Malhun Hatun ile evlenecek, ondan doğacak çocuklarla bir cihan fethi gerçekleşecektir. Uluğ Kağanın rüyası ile Osman Gazinin rüyasının ortak paydası cihanı fethetme arzusudur. Fakat cihanı fethetmedeki gayeler birbirinden farklıdır. İki rüyadaki semboller karşılaştırılırsa, aynı milletin, iki farklı dönemindeki hayat felsefesi, içtimaî yapısı ve iki farklı dönemin iki farklı ufku daha iyi anlaşılacaktır.
İslâm'ın tesiriyle, Türk toplumunda, alp tipinin zıddı olan, düşman olarak nefislerini gören ve mücadelelerini nefislerine yönelten bir "veli tipi" oluşmuştur. Mevlâna ve Yunus buna güzel iki örnektir. Yunus, atını kendi iç dünyasına süren ve orada gerçekleştirdiği büyük fetihten sonra başka gönüllerin ufkuna dolu dizgin akan bir akıncıdır. Duygularını "Kendinde Sen'i bulan nereye sefer etsin." diyerek bayraklaştıran Yunus, "Eski Türk akıncısını atından indirir, elinden kılıç ve okunu alır, onu kendi içinde sefere davet eder."(6)
Fakat İ'lâ-yı Kelimetullah'ın bayraklaşması için üçüncü bir tipe de ihtiyaç vardır. "Eski çağlardan beri cihana hakim olmayı arzu eden Türkler, İslâm'ı benimseyince, İslâm dini ile kendi kültürleri arasında bir terkip meydana getirir. Bu terkiplerden en önemlisi eski destanlarda yüceltilen, alp tipinin, gazi tipi haline gelmesidir." (7) Alp tipi ile veli tipinin terkibinden meydana gelen bu tip, hem Oğuz gibi dışa dönük, hem de Yunus gibi iç aleminde bir fetih gerçekleştirmiştir. Bu terkibe kültürümüzde "alp eren" denir. Alp eren de "alp tipi gibi dünyayı fethetmeyi gaye edinen bir kahramandır. İslâmiyet onun savaşına yüce bir mânâ ve zengin bir muhteva vermiştir." (8) Osman Gazinin rüyasında, bu alp eren tipinin ifadesi mevcuttur. Osman Gaziyi bir alp -ki, kaynaklar belirli bir yaşa kadar böyle olduğunu yazar- Edebalı'ya da bir veli kabul edersek, Osmanlı'nın sembolü olan ağaç bu ikisinin arasından çıkmıştır. Ağaç sembolünü çözümleyecek olursak, ağaç dışa dal budak atarken, içe doğru kök salar. İçe kök salma durmuşsa, bu, ağacın kuruduğunun ifadesidir. Bir kişinin alp eren özelliği gösterebilmesi için, dışta fetihler gerçekleştirirken içte de mânen derinleşmesi gerekir.
Oğuz Kağan destanındaki ok ve yay hareketi ifade ederken, Osman Gazinin rüyasındaki ağaç yerleşik düzeni ifade eder. Oğuz Kağan destanında parçalanan güçler, Osman Gazinin rüyasında birleşmiştir. Çünkü ağaç, dallarıyla, gövdesiyle, köküyle bir bütündür. Kökler ve dallar gövdede buluşmaktadır. Belki de Osmanlı'nın uzun ömürlü olmasının sebebi budur. Oğuz destanındaki, ok ve yay muhatap için bir tehdit bir korku meydana getirirken, ağaç gerek altındakiler için, gerek dıştakiler için bir ferahlamanın ifadesidir. Bu durum, Osmanlı'nın idarî anlayışını çok iyi açıklamaktadır.
Netice olarak
Kolektif rüyalardan alınacak çok ders vardır. Bir milletin büyük olması, tarihe yön vermesi için, nesillerine muhtevası zengin, mânâsı derin, yorumu kutsal ve ufku geniş rüyalar göstermesi gerekir. Ayrıca bu rüyaların bir hayat felsefesi haline getirilmesi ve rüyaların görülme sahasının hayatın bütün evrelerine yayılması gerekir. Büyük şahsiyetler büyük rüyalar görür. Rüyaların büyüklüğü, işaret ettikleri ufkun derinliği ile ölçülür. Peygamberimiz (sas), İstanbul'un fethi hususundaki hadisleriyle bir ufuk göstermişlerdir. Bu ufuk, Asr-ı Saadet'ten 1453'e kadar yaklaşık 850 yıl Müslümanların ortak rüyası olmuştur. Bu rüyayı gerçekleştirebilmek için; coğrafya, yaş ve şartlar engel teşkil etmemiştir. Bu ufka ulaşma adına, bilimde ve teknikte ne gibi ilerlemeler olmuş, bu, ayrı bir inceleme konusudur.
Bediüzzaman'ın I. Cihan Harbi yıllarında görmüş olduğu rüya* ve o rüyada duymuş olduğu "İcaz-ı Kur'ân'ı beyan et!" şeklindeki sözler hayatının gâyesi olmuştur. Aynı zamanda bu rüyada, günümüz Müslümanına gösterilen bir ufuk vardır: Kur'an'ı anlama ve anlatma ufku... Hayatını bu davaya adayan "altın bir nesil" coğrafyalara, zor şartlara ve her türlü olumsuzluklara takılmadan ufuktan ufuğa koşmaktadır.
Dipnotlar
1-Özgül,Metin Kayahan, Türk Edebiyatında Siyasî Rüyalar, Akçağ yayınları,s. 3, 1989.
2-age,s.v.
3-Kaplan,Mehmet, Tip Tahlilleri, Dergah yayınları,s.15, 1985.
4-age,s.16
5-Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, C:1, s:66, 1989.
6-Kaplan, Mehmet, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar-I, Dergah yay,s.39, 1992.
7- Kaplan, Mehmet, Tip Tahlilleri, Dergah yay.s.112, 1985.
8-age,s.112
* Eski Harb-i Umumî'de ve daha evvellerinde bir vakıa_i sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı'nın altındayım. Birden o dağ müthiş infilak etti; dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: 'Ana korkma. Cenab-ı Hakk'ın emridir. O hem Rahîm'dir, hem Hakîm'dir.' Birden o halette iken baktım ki, mühim bir zat bana âmirâne diyor ki: 'İ'câz-ı Kur'ân'ı beyan et.' 'Uyandım anladım ki bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılaptan sonra Kur'ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; i'câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'câzın bir nev'inin, şu zamanda izharına -haddimin fevkinde olarak- benim gibi bir adam namzet olacak ve namzet olduğumu anladım.'
A. Osman DÖNMEZ
alıntı