İmam-ı Azam Ebu Hanife

out of whack

© ◄ Ayarsız..! ►
Forum Administrator
MEZHEP İMAMLARIMIZ

İmam-ı Azam Ebu Hanife
Bağdat çarşısı... Bakırcılar, kalaycılar, fırıncılar... Balıkçılar, baharatçılar, hurmacılar... Koyunlar, katırlar, kervanlar... İpekli kumaşlar, kıymetli taşlar, aksakallı tüccarlar... Her meşrep ve her meslekten bin çeşit insan. Deyinki arı kovanı, sesler, renkler, kokular...
İşte pazarın en cıvcıvlı anında kendini bilmezin biri geliyor İmam-ı âzam hazretlerinin yakasını tutuyor. Hem ağıza alınmayacak şeyler söylüyor, hem de hırpalıyor. Çarşı bir anda duruluyor, ortalıkta buz gibi bir hava esiyor. Olacak şey değil. Yüce velinin sevenleri donup kalıyorlar. Neden sonra içlerinden biri kıpırdıyor “Bakın hele şu edepsize “ deyiverince kalabalık dalgalanıyor. Adam telâşla kaçmaya başlıyor ama önde İmam arkada talebeleri peşine takılıyorlar. Düşünün Bağdat çarşısında yüce velinin kovaladığı bir adam... Ardında kasaplar, çobanlar, arabacılar... Değnekler, satırlar, baltalar... Söyleyin kaçağın ne kadar şansı var?
Adam önceleri arayı açıyor ama çıkmaz bir sokağa girince duruyor ve ellerini kaldırıp teslim oluyor. Nefesi ciğerine sığmıyor, gözlerine dolu dolu bir korku oturuyor. Titrek bir sesle “Aman efendim” diyor, “ben ettim siz etmeyin.” İmam-ı âzam hiddetli görünmüyor. Yumuşak bir sesle “Sana kimsenin bir şey edeceği yok evladım” diyor, “yalnız şunu bil ki hakkımı helal ettim.”
-Peki beni bunun için mi kovaladınız?
-Evet.
-İyi ama niye?
-Bu basit bir hesap, mahşere kalmasın.
-Anlıyamadım?
Mübarek acı acı gülüyor. “Bak yavrum” diyor, “o meydanın dehşetini bilseydin, davacı olarak bile çıkmak istemezdin.” İmam yoluna, kalabalık işine dönüyor. Adam bir başına kala kalıyor.
* * *
Yine Bağdat. Mahalle arasında dar bir sokak. Güneş tam tepede ve köpekler bile uyuklayacak gölge arıyor. Ortalık bomboş. Sadece komşusu ile çene çalan yaşlı kadının sesi duyuluyor. Hani lâf olsun torba dolsun derler ya ninem havadan sudan konuşuyor. Konu kıtlığı mı çekiyor bilinmez İmam-ı âzam Hazretlerini görür görmez mevzuyu değiştiriyor. “Bu adam var ya” diyor, “her gece yüz rekat namaz kılar.”
-Yaaa?
-Tabi yaa!
İmam-ı âzam Hazretleri abid ama yüz rekat namaz kılmak gibi bir adeti yok. Mübarek “madem ümmet-i Muhammed beni öyle tanıyor, lâyık olmalıyım” diyor ve o günden itibaren her gece 100 rekat namaz kılmaya başlıyor.
Olacak bu ya bir gün yine aynı sokağa yolu düşüyor. Sözkonusu kadın yine işbaşında. Akranlarıyla merdivene oturmuş gelene geçene meziyet bahşediyor, paye yakıştırıyor. Tam İmam-ı âzam Hazretleri geçerken yanındakine dönüyor ve diyor ki “Bu adam var ya bu adam, her gece 500 rekat namaz kılar.”
İmam-ı âzam Hazretleri “boşboğazlının teki “ demiyor, kadını ciddiye alıyor. O günden itibaren gece namazlarını 500 rekata çıkarıyor. Ama artık o sokaktan geçmemeye dikkat ediyor.
Aradan üç gün mü geçiyor beş gün mü bilemiyoruz aynı kadın İmam-ı âzam’ın tezgahının önünde beliriyor. Yanında yine bir meraklı. İmam “eyvah birşey söylemese bari” derken kadın yapıştırıyor. “Bu adam var ya bu adam, her gece bin rekat namaz kılar, üstelik sabahlara kadar uyumaz!”
Belki inanmayacaksınız ama yüce veli o geceden itibaren nafile namazlarını bin rekata çıkarıyor ve yıllarca yatsı namazının abdesti ile sabah namazına duruyor.
* * *
Bir gün İmam-ı âzam Hazretleri abdest aldıktan sonra ibriğin lülesinin kıbleye doğru çevrilmesinin “iyi olacağını” öğreniyor. Bu farz değil, vacip değil. Belki bir edep. Ama büyük veli sırf bu yüzden 40 yıllık namazını kaza ediyor.
Bir ara Bağdat civarlarında üç beş koyun çalınıyor. Bu koyunların bir şekilde İmam-ı âzam Hazretleri’nin tabağına gelme ihtimali var mı? Var! Bu yüzden tam 20 yıl koyun eti yemiyor.
Bir gün ortağı kusurlu bir malı iyilerle aynı fiyata satıyor. Para bütün sermayeye karışıyor. İmam-ı âzam Hazretleri bundan gelen 90 bin akçeyi fukaraya dağıtıyor. Yine aynı ortağın Basra pazarında müşterilere “Hay maşaallah be kumaşa bak” dediğini duyuyor. O seferden ele geçen paraların tamamını hayra harcıyor.
İmam-ı âzam Hazretleri zengin ama para harcamasını biliyor. Meselâ amele pazarındaki gençleri dergâha getiriyor. Yevmiyelerini kuruşu kuruşuna verip “oturun, mesainizi bitene kadar ders dinleyin” diyor. Şaşılacak şeydir ama bunların ekseri ilmin tadını alıyor ve gönüllü olarak tedrisata katılıyorlar.
Din gayretinin bu kadarı insanüstü insanların işi. Belki de hakiki insan onlar. Kimbilir?
Peki Ehl-i sünnet’in reisi nerede doğar nerede yaşar? Kimlerin yanında yetişir, kimleri yetiştirir? Anlatalım ama yarına...
Sen o kimsesin ki...
İmam-ı azam Hazretleri bir gece rüyasında kendini Efendimiz’in (Sallallahü aleyhi ve sellem) kabrinde görür. Uyanınca rüyasını tabir etmesi için tabiinin büyüklerinden İbn-i Sirin hazretlerine gider. Rüyasını anlatır. İbn-i Sirin “Bu rüyanın sahibi sen olamazsın” der, “bunun sahibi Ebû Hanife olsa gerek.”
-Ebû Hanife mi? Ama o benim.
-İki küreğinin arasında bir ben var mı?
-Var.
-Göster bakayım.
-İşte.
-Sen o kimsesin ki, Server-i Kainat senin hakkında Ümmetimden iki omuzu arasında ben olan biri gelir. Allahü teâlâ dinini onunla kuvvetlendirir” buyurdular.
Efendimiz’in müjdelediği âlim: Ummetin ışığı


“İman Süreyya yıldızına çıksa Farisoğullarından biri alır getirir.” (Hadis-i şerif)

Numan bin Sabit, Faris oğullarındandır. Dedesi ve babası sırf ilim aşkıyla Kûfe’ye gelip yerleşirler ve Hazret-i Ali’nin sohbetlerinden hisse derlerler. Numan, küçük yaşta Kuran-ı kerimi ezberler ve yaşayan sahabelerden özellikle Enes bin Malik’ten (radıyallahü anh) çok istifade eder. Sarf, nahiv ve edebiyat okur, iyi bir eğitimden geçer.
O devirde bu coğrafya çok karışıktır, şiiler, hariciler, mutezililer ve dehriler güçlüdürler. Şehirde münazalar sürer gider. Genç Numan, o sıralar ticaret yapar, akşama kadar alır, satar. Evet fırsat buldukça ilim meclislerine de katılır ama düzenli bir tedrisin yeri başkadır. Bir gün çarşıda birkaç bozuk itikatlı bir garibi sıkıştırır. Ebû Hanife münazaraya katılır. Sapıkların sorularına sadece soru ile karşılık verir ki en inatçıları bile tutulur, hayatının muhasebesini yapmak zorunda kalır. Hadiseye şahit olan Şa’bî Hazretleri Numan’ın berrak zekâsına, kavrayış gücüne ve ikna kaâbiliyetine hayran olur. Böylesi biri mutlaka güçlü âlimlerden ders almış olmalıdır. Meclis dağıldığında önüne geçer ve sorar: “Mahsuru yoksa nereye devam ettiğinizi öğrenebilir miyim?”
-Çarşıya pazara.
-Onu demek istemedim, yani kimin talebesisin?
-Kimsenin?
-Ne yani, sen bir âlimin tedrisine devam etmiyor musun?
-Etmiyorum.
Büyük veli elini Ebû Hanife’nin omuzuna koyar, gözlerini gözlerine diker “Aman oğlum” der, “ Sende çok az kimseye nasip olan hususiyetler var. Gel bu ihtiyarı dinle, kendine yazık etme.” Bu sözler Numan’a çok tesir eder. İşini gücünü bırakıp Şabi Hazretleri’nin önüne oturur. Kısa bir süre sonra parmakla gösterilen bir kelâm âlimi olur. İlmin tadını alınca dahasını ister ve Hammad Hazretleri’nin dergâhına gider. Burada fıkh tahsiline başlar. Hocasına öyle derin bir muhabbet besler ki onun her söylediğini, ama her söylediğini ezberler.
Batılın sustuğu gün
İşte o günlerde Bizanstan gelen bir dehri (inkârcı) Basra’yı karıştırır. Karşısına çıkan âlimleri küçük düşürür ve alay eder. Bu adam korkunç denecek kadar zekidir ve münazaraya dair bin türlü hile bilir. Halkın nabzını iyi tutar ve adam toplamakta mahirdir. Edipler kadar düzgün konuşur ve sultanlar kadar güzel giyinir. Hasılı büyük bir fitne kopmak üzeredir. Vebal öyle büyüktür ki hatırı sayılır âlimler bile karşısına çıkmaktan çekinir. Ama Hammad Hazretleri genç Numan’a güvenir.
Dehri’nin etrafındaki kalabalık gitgide artar ve bir zaman sonra meydanlara sığmaz olurlar. İşte o gün yine kürsüsüne çıkar ve uzun süre kin ve zehir kusar. Sonra her zaman yaptığı gibi yapar, kürsüye vura vura meydan okur. “Hani nerede?” der, “o meşhur âlimleriniz nerede? Kendilerine güveniyorlarsa karşıma çıksınlar!”
Ebû Hanife elini kaldırır. Ancak dehri gencecik bir çocukla muhatap olmak istemez, yüzünü buruşturup hakaretler yağdırır. Numan bin Sabit onu onun silahı ile vurur. “Ne o” der, “Yoksa korkuyor musun?” İşte dehri bu söze tahammül edemez ve münâzara kaçınılmaz olur. Dehri ilk sorusunu sorar:
-Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmaması mümkün mü?
-Sayıları bilir misin?
-Bilirim.
-Birden önce ne vardır?
-Bir şey yoktur.
-Mecâzi bir olanın önünde bir şey olmayınca, hâkiki bir olanın önünde ne olabilir?
-Peki hâkiki bir olanın yönü ne tarafadır?
-Mumun ışığı ne tarafadır?
-Her tarafadır.
-Mecâzi nurun ışığı böyle olursa daimi ve ebedi nuru sen düşün.
-Her var olanın bir yeri vardır. Peki onun ki neresidir?
-Bu sütte yağ var mıdır?
-Vardır.
-Yeri neresidir?
- Peki O, şu anda ne yapmaktadır?
-Sen bütün soruları kürsüden sordun. Şimdi aşağı in cevabı oradan vereceğim.
-Pekâlâ, geç bakalım.
İmam-ı âzam kibirli inkârcının kürsüsüne kurulur. Sesine davudi bir ton oturtarak der ki: “Allahü teâlâ şu anda, senin gibi bir müşebbihi kürsüden indiriyor ve benim gibi bir muvahhidi kürsüye çıkarıyor!” Ardından Rahman suresinin 28’inci ayetini okur ki kalabalık hepbir ağızdan tevbe istiğfara başlar. Soru sorma sırası ona geldiğinde dehri çoktan tasını tarağını toplamış meydandan kaçmıştır.
Kapatın zindana!
İmam-ı âzam Şa’bi Hazretlerinin ardından tam 28 yıl Hammad Hazretleri’nin derslerine devam eder. Defalarca Mekke ve Medine’ye gider. Çok sahabe ve veli tanır hepsinden de istifade eder. Hazret-i Ömer’den, Hazret-i Ali’den ve Abdullah bin Mes’ûd’dan ilim alanları bulur önlerine oturur. Ehl-i Beyt’in büyüklerinden Zeyd bin Ali ve Muhammed Bakır’ın huzurunda manevi mertebelere yürür. O tam bir ilim sevdalısıdır, ufak bir mâlumat için fersahlar ötesine koşar, olmayacak sıkıntılara katlanır.
İmam-ı âzam, Emeviler’in son, Abbasilerin ilk yıllarında yaşar. Böylesi dönemler çok çalkantılıdırlar. Mübarek, devlet adamlarına mesafe koyar. Zira bazı melikler, âlimleri saltanatlarının payandası sanırlar. Milletin önünde “bize bir nasihat buyrun hocam” demelerine rağmen, yanlışlarının söylenmesinden hoşlanmazlar. Eğer yanlarında susulursa ayrı gailedir, zira bu kez insanlar yapılanları doğru sanırlar.
Küf kokulu zindan
Gün gelir Emevi valisi İmam-ı âzam’a vazife vermeye kalkar. İmam reddeder, vali zorlar. Mübarek ne kadar kaçsa da vali peşini bırakmaz. Devlet adamı değil mi, dediği dediktir, nitekim bir gün kibarlığı biter ve değişiverir. Peşisıra dolandığı büyük âlimi hapseder ve işkence ettirir. Ebu Hanife, zindanda geçen yıllardan sonra Mekke’ye göçer. Bu esnada Abbasiler yönetime el koyarlar. Ortalık durulunca talebelerinin yanına koşar.
Lâkin gelen, gideni aratır. Ortalık silbaştan karışır. Ebu Cafer Mansûr, İmam-ı âzam Hazretleri’ni Kûfe’den ayağına getirtir ve ondan “Halifelik Mansur’un hakkıdır. Hepiniz ona biat etmelisiniz” demesini ister. Büyük veli böylesi çekişmelere alet olmaz. Elbette bu tavrın da bir bedeli vardır ama o bunu göğüslemeye hazırdır. Nitekim beklenen olur. Mansur onu hapseder ve teklifini kabul edinceye kadar hergün 30 değnek vurulmasını emreder. Üç gün, beş gün, on gün derken İmam-ı âzam Hazretleri’nin ayakları parçalanır. Zemin al kanlara boyanır.
İstersen para ve itibar
Muhafızlar durumu Mansur’a anlatırlar. Sultan önce özür diler, ardından önüne 30 bin akçe koyup teklifini yineler. Bu dudak uçuklatacak bir servettir ama büyük veli parayı elinin tersiyle iter. Dilediğini para gücü ile de yaptıramayacağını anlayan sultan küplere biner. Büyük veliyi tekrar zindana tıktırır. Bu kez 30 değnekle de kalmaz hergün onar onar zam yaptırır. Biliyor musunuz bütün zalimler ürkek olurlar. Sultan da öyledir, korktukça zulmeder, zulmettikçe korkar. Zira Bağdatlılar infiale kapılırsa (ki belirtileri başlamıştır) tacı, tahtı kalmaz. Gelgelelim onu dışarı da salamaz, çünkü büyük müctehid muharebeden çıkmış gibidir. İmam-ı âzamı halkın gözünden saklamanın tek yolu vardır: “Ortadan kaldırmak!” O da öyle yapar, muhafızları üstüne salar. Büyük veliyi zorla yatırıp, ağzına zehir akıtırlar. Cellatlar işlerini bitirip giderken hayatları boyunca unutamayacakları bir manzaraya şahit olurlar. Nurlu cesed derlenir, toparlanır ve kıbleye dönüp secdeye kapanır. Sanki lisan-ı hâl ile “İşte beceremediniz!” der, “Beni Allah’tan gayrisinin önünde eğemezsiniz!”
Yıl Hicri 150’dir.
Bağdatlılar “Yüzelli senesinde dünyanın ziyneti gider” hadis-i şerifini hatırlar ve ağlamaklı olurlar.
Ah o elma olmasa...
O gün hava iç bayıltır. Gök kirli sarı, zemin çatlak çatlaktır. Genç yolcu Dicle kenarında mola verir. Bir ara suyun bir elmayı kendine doğru getirdiğini görür. Gayri ihtiyari uzanıp yakalar. Elma serin suda döne döne sertleşmiş kütür kütür bir şey olmuştur. Bu davetkâr meyvaya dayanamaz, dişleyiverir. Boğazına nefis bir rayiha yayılmıştır ki “Aman Allahım ben n’aptım!” der, “Ya bu elma sahipliyse?” Hemen kalkar, nehri takip ede ede bir bahçeye varır ki dallarda ısırdığı elmalardan vardır. Sorar soruşturur, sahibini bulur. Boynunu bükerek “Ben bir hata işledim efendim” der, “Elmalarınızdan yedim. N’olur hakkınızı helâl edin” Adam bir mustarip gence, bir ucu ısırılmış elmaya bakar. Sonra aklına ne gelir bilinmez, kaşlarını kaldırır. “Helalleşmek öyle kolay mı?” der, “Yanımda çalışmalısın!” Genç ağlamaklıdır:
- Ama benim Kûfe’ye gitmem gerek.
- Kûfe’de ne yapacaksın?
- İlim okuyacaktım.
- Onu elmayı ısırmadan düşünecektin. Mahşer meydanında hesaplaşmak istemiyorsan kollarını sıva.
Delikanlı “Pekâlâ” der. Günlerce elma toplar, dallarda bir tek elma bile kalmayınca bahçe sahibinin karşısına çıkar. “Müsaade etseniz de gitsem” der. Adam babacandır, hoş sohbettir, lâkin söz gitmekten açılınca birden değişir. “Bahçeyi kotardık ama tarlalar duruyor” der, “Onları kim sürecek?”
Uzatmıyalım adam on gram elma için delikanlının bir yılına ipotek koyar. Taş taşıtır, kerpiç kardırır, çatıyı aktartır. Gün gelir yapılacak iş kalmaz. Genç bir kez daha huzura çıkar. Adam “Şimdi sana hakkımı helâl edebilirim” der, “Ama son bir şartım var.”
- Söyleyin yapayım.
- Benim kör, topal bir kızım var. Onu alırsan anlaşabiliriz.
- Tamam, kâbul ediyorum.
Adam hemen bir hocaefendi iki şahit bulur, nikahı kıyarlar. Delikanlı müstakbel hanımının bulunduğu odaya girince gördüğüne inanamaz. Karşısında dünyalar güzeli bir kız durmaktadır. “Bir yanlışlık olmalı” deyip dışarı çıkar. Kayınbabası ile karşılaşırlar. Adam “Dön geri” der, “Senin hanımın odur. Kör diyorsam harama bakmaz, topal diyorsam harama basmaz. Ben yıllardır ‘Ona, onun gibi bir efendi nasip eyle’ diye dua ediyorum. Yüce Rabbim kısmetimizi ayağımıza gönderdi. Biliyor musun, seni gördüğüm gün kararımı vermiştim. Bu güzel ailenin nur topu gibi bir oğulları olur. Küçük çocuk emeklerken heceler, yürürken okur. 4 yaşında hatim eder, derken hafız olur. Annesi “Aslında bu yaşa da kalmazdı ama” der, “Ah, o elma olmasa.”
Sanırım anladınız bu çocuk Kûfe âlimlerine reis olur, İmam-ı âzam derler adına.

İmâm-ı a'zamın vasiyeti
Ya'ni kurtuluş fırkası olan Ehl-i sünnet vel-cemâ'atte oniki husûsiyet vardır: Bu oniki husûsiyeti kabul edip, bunlara uyanlar bid'atten uzak olur. Bu hasletlere riâyet ediniz, bunlardan ayrılmayınız ki peygamber efendimizin şefâ'atına nâil olasınız..
1-İmân, kalp ile tasdik, dil ikrar etmektir. İmânda çoğalma ve azalma olmaz. İmân, amelden başkadır. Amel de imândan cüz, parça değil, ayrıdır. İmânın parlaklığı, nûru farklı, ya'ni az parlak, çok parlak olabilir.
2-Ameller üç kısımdır: Farz, fazilet, günâh.
3-Arş üzerinde istivâ, yerleşme ve oturma mâ'nâsında değildir. Allahü teâlâ zamandan, mekândan münezzehtir. Arş mahlûktur. Önceden yok idi. Sonradan yaratıldı.
4-Kur'ân-ı kerim, Allahü teâlânın kelâmı, bütün sübûti sıfatları kendi değildir, gayri de değildir. Mushaflarda yazılıdır, dillerde okunur, gönüllerde saklanır. Allahü teâlânın kelâmı mahluk, sonradan olma değildir. Zâtı ile kâmdir. Kur'ân-ı kerim mahlûktur diyen kâfir olur.
5-Bu ümmetin Peygamber efendimizden sonra en üstünleri Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz.Osman, sonra Hz.Ali'dir (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn.) Ya'ni üstünlükleri hilâfetteki sıralarına göredir. Onları seven her mü'mim mütteki, onlara düşman olan ise, münâfık ve şakidir.
6-Kul, bütün fiilleri, yaptıkları ile mahlûktur. Amelleri, ikrârı, bilmesi de mahlûktur. İşi yapan mahlûk olunca, yaptıkları elbette mahlûk olur.
7-Yaratıcı ve rızık verici Allahü teâlâdır. Helâldan mal, para kazanmak helâl, harâmdan kazanmak ise harâmdır.
8-Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtaç değildir.
9-Mest üzerine mesh câizdir. Mukim için müddeti yirmidört saat, misâfir için üç gün üç gece, ya'ni yetmişiki saattir. Hadis-i şerifte böyle bildirilmiştir. Bunu inkâr edenin kâfir olmasından korkulur.
10-Allahü teâlâ, kaleme yazmayı emredince, kalem, Yâ Rabbi ne yazayım dedi.''Kıyâmete kadar olacak her şeyi'' emr-i ilâhisi geldi. Allahü teâlâ Kamer sûresi elliikinci âyetinde: ''İşledikleri herşey defterlerindedir'' buyuruyor.
11-Azâb vardır ve olacaktır. Olmama ihtimali yoktur. Münker ve Nekir'in kabirde suâl sormaları haktır. Hadis-i şerifler böyle olduğunu bildirmektedir. Cennet ve Cehennem yok olmazlar. Allahü teâlâ Cennet için, ''Mü'minlere hazırlanmıştır'',Cehennem için de,''Kâfirlere hazırlanmıştır'' buyuruyor. Allahü teâlâ,Cennet ve Cehennemi mükafat ve ceza için yarattı. İkisi de devamlı olup, geçici değillerdir. Mizan haktır. Allahü teâlâ, ''Kıyamet gününde amellerin tartılması için terazi kurulur'' buyuruyor. Herkesin amel defterinin okunması haktır. Âyet-i kerimede, ''Bügün senin hesabın için, sana kitabını, ya'ni amel defterini okuman kafidir'' buyuruldu.
12-Allahü teâlâ insanları, öldükten sonra, kıyamette diriltecek. Bir araya toplayacak. O günün uzunluğu, dünya senesi ile elli bin yıldır. Sevab, azab ve hakların görülmesi içindir. Allahü teâlâ, ''Uzunluğu ellibin sene olan günde'' buyuruyor. Bir âyet-i kerimede de, Allahü teâlâ kabirlerde olanları diriltir. buyurmaktadır. Cennettekilerin Allahü teâlâyı, nasıl olduğu bilinmeyen, bir şeye benzetilmeden ve cihetsiz, ya'ni herhangi bir yönde olmadan görmeleri haktır. Bir âyet-i kerimede, ''Bütün yüzler, Rablerine bakınca parlar'' buyurulmuştur. Muhammed Mustafa'nın (aleyhisselâm) şefâ'atı haktır, olacaktır. Cennetlik olan mü'minlere ve büyük günâhı olanlara şefâ'at edecektir. Hz.Âişe, Hadice-tül-kübra'dan sonra bütün kadınların üstünü ve mü'minlerin anneleridir. Cennet ehli Cennette, Cehennemdekiler de Cehennemde sonsuz kalır. Allahü tealâ Bekara sûresi 82, A'raf süresi 42, Yûnüs sûresi 26 ve Hûd sûresi 23. Âyetlerinde mü'minler için, ''Onlar Cennetliklerdir, orada ebedi kalacaklardır'' buyurdu. İmâm-ı a'zamın vasiyeti budur. Bu i'tikâd üzere olana, Ehl-i sünnet vel-cemâ'at mezhebindendir denir. Bu i'tikâd üzere ölürse kurtulmuşlar zümresinden olur.
O iki yıl olmasaydı
Son asrın âlimlerinden Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyorlar ki: İmam-ı Azam, İmam-ı Yusuf ve İmam-ı Muhammed de Abdülkadir Geylani gibi büyük birer veli idiler. Fakat âlimler kendi zamanlarında neyi bildirmek icap ederse onu bildirirler. İmam-ı Azam zamanında fıkh bilgileri unutuluyordu. Bunun için fıkh üzerinde çok durdu. Tasavvuf üzerine pek konuşmadı. Halbuki nübüvvet ve vilayet yollarının toplandığı Cafer-i Sadık Hazretleri’nin huzurunda öyle bir feyz, nur ve vâridât-ı ilahiyyeye kavuştu ki bu büyük istifadesini “O iki sene olmasaydı Nûman helâk olurdu” diye anlatırdı. O, Silsile-i zehebin manevi liderlerinden Cafer-i Sadık’ın sohbetleriyle vilayetin en son makamına çıkmıştı.
 
Son düzenleme:

Mukeka

Düzenleyici
Moderator
Özel Üye
Muhaddislerin dilinden İmam Azam Ebu Hanife (r.a.)’in ilmi derecesi anlatılmaktadır. Ebu Hanife (r.a.) hadis hafızlarının müracaat kaynağıydı. Kendisinden çok sayıda hadis rivayet edilmiştir. Yine ondan birçok sünnet uzmanı hadis almıştır. Ebu Hanife (r.a.)’in adı cerh ve tadil imamları arasında da geçmektedir. Abdullah b. El-Mübarek (rh.a) onun hakkında şöyle demiştir: “Bir gün İmam-ı Malik (r.a.)’ın yanında iken Ebu Hanife (r.a) geldi. İmam-ı Malik (r.a.) Ebu Hanife (r.a.)’e layık gördüğü üstün saygıyı göstererek başköşeye oturttu. O ayrıldıktan sonra bize şöyle seslendi: Bu zat Ebu Hanife (r.a) denilen Numan B. Sabit (r.a)’dir. Şu direk altındır dese, gerçekten dediği gibi, çıkar. Fıkıh ilminin ince mes’elelerini anlayıp çözümlemek kendisine çok kolaylaştırılmıştır. Herkesin şaşırıp kaldığı mes’elelerde zorlanmadan doğru hükme varır.”
 

Mukeka

Düzenleyici
Moderator
Özel Üye
İmamı Azam Efendimizi (Rahimullah) tanımak için eserlerini inceleye bilirsiniz ne kadar büyük bir Müştehit olduğunu göreceksiniz.
 
Üst