Ibnüssebîl

Münzevi

KF Ailesinden
Özel Üye
Âyette zekâtın sekizinci sarf yeri olarak ibnüssebîl tabiri kullanılır.
Sözlükte "yol oğlu" anlamına gelen ibnüssebîl, yolcu, yola çıkmış ve bir süredir
yolda olan kimse demektir. Araplar bir şeye uzun müddet devam eden
kimseye onun adını verirler.
Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî fakihlerine göre, âyette zikredilen ibnüssebîlin
terim anlamı, memleketinde malı olmakla birlikte bulunduğu yerde malı,
parası olmayan, yani parasızlıktan yolda kalmış kimse demektir. Gurbette,
herhangi bir sebeple muhtaç duruma düşen kişi memleketinde malı da olsa,
o maldan yararlanamadığı sürece, fakir gibidir ve ona zekâtın bu fonundan
pay verilir.
Şâfiîler'e göre ise bu terim, hem gurbette kalmış yolcuyu, hem de yolculuk
yapmayı düşünen fakat bunun için maddî imkân bulamayan kimseyi
içine alır.
Yolcuya zekât verilebilmesi için onun memleketine gidecek kadar parası
ve malı bulunmaması ve yolculuğa meşrû amaçlarla çıkmış olması gerekir.
Şâfiî ve Mâlikî mezhebi fakihlerinden bazıları muhtaç duruma düşen yolculara
zekât verilebilmesi için onların kaldıkları yerde borç verecek kimse bu lamamış olmalarını da şart koşarlar. Ancak Hanefîler'le Hanbelîler böyle bir
yolu daha uygun görseler de şart koşmazlar.
Yolda kalmış, yanında yoluna devam etmek veya memleketine dönmek
için maddî imkânı bulunmayan kimseye yolculuğuna devam etmesi veya
malının bulunduğu yere dönmesine yetecek kadar zekât verilir. Memleketine
dönüp malına kavuştuğu zaman verilen zekâttan artan miktar varsa;
Hanefîler'e göre bu artan zekât malını geri vermeye zorlanmaz. Şâfiîler'e
göre verilen zekâttan ne artarsa geri alınır.
Ülkelerinde mal ve mülkleri olduğu halde, çeşitli baskılarla ülkelerini
terketmek zorunda kalan mültecilerle, kalacak yeri, oturacak evi olmadığı için
dışarılarda ve yollarda yatanlara da ibnüssebîl fonundan zekât verilebilir.
Âyette zekâtın sarf yerleri olarak gösterilen sekiz grup veya kavramda
ortak özelliğin, tabii ve âcil ihtiyacını gideremeyen, darda ve zorda kalan
kimselere yardımcı olma ile toplumun genel yararlarını gözetme şeklinde iki
temel noktaya indirgenmesi mümkündür.
İhtiyaç ve sıkıntı içinde olan kimseler üç grupta ele alınabilir:
1. Kendi iradelerinin dışında çok çeşitli sebeplerle tabii ihtiyaçlarını karşılayamaz
hale gelen ve muhtaç duruma düşen kimseler. Yetim ve kimsesizler, ihtiyarlayıp
iş tutamaz hale gelen yaşlılar, doğuştan sakat olan ve para kazanamayanlar,
herhangi bir kazaya uğrayan ve çalışma gücünü kaybeden sakat veya
mâlul, hasta ve kötürümler böyledir. Bunlardan bir kısmının fakirliği geçicidir, bir
kısmının ise ölünceye kadar devam eder. Meselâ yetim bir çocuk büyüyüp iş
buluncaya veya iş kuruncaya kadar, yaşlı ölünceye kadar, hasta iyileşinceye
kadar ihtiyaç içinde olabilir. O halde fakirlik ve miskinlik insanın elinde olan bir
sonuç değildir. Bunun için, onların ihtiyaçlarını giderecek maddî yardımın yapılması
gerekir. Çünkü bunların sosyal güvenliğe ihtiyaçları vardır. Başka bir deyişle
toplum bu insanları açlık ve sefaletle yüz yüze bırakmamak zorundadır. Bu
sebeple zekât verilecek kimseler arasında ilk sırada fakir ve miskinler zikredilmiş
ve onların ihtiyaçlarının giderilmesi istenmiştir.
2. Çalışma güçleri olduğu halde muhtaç duruma düşenler. Bunlar içine
işsizler, borçlular, gaziler, yolda kalmışlar ve köleler girebilir. Şu veya bu
şekilde işini kaybetmiş, çalışma gücü mevcut olduğu halde geliri kesilmiş ve
muhtaç hale düşmüş kimsenin iş buluncaya kadar ihtiyaçlarının esiri olmaktan,
yani fakirlikten kurtarılması gerekir. Böyle olmazsa bu kişiler geçimlerini
borçla sürdürmek mecburiyetinde kalırlar. Fakirlik de borçluluk da
insanı yıpratan ve rahatsız eden bir sıkıntıdır. Toplumun imkânı ölçüsünde bu sıkıntıyı gidermesi, bu tür yaraları sararak bütün üyelerini kuşatan bir
sosyal güvenlik şemsiyesi kurması istenmiştir. Aynı şekilde yolda kalmış
kimsenin de bu sosyal güvenlik ağından yararlandırılması gerekir.
3. Zekât işlerinde çalıştırılanlar. Bunlara emeklerinin karşılığı ücretin zekât
gelirlerinden ödenmesi tabiidir. Müellefe-i kulûb ise, İslâm toplumunun
birinci görevi olan tebliğ, yani İslâm'ı yaymak ve duyurmak gayesiyle harcanacak
fona dahildir.
Görüldüğü gibi zekât, toplumda sosyal güvenliğin ve dengenin kurulmasında
önemli bir rol üstlenir. Zekât aslında gelir ve varlığı yeniden dağıtıma
tâbi tutmaktadır. Bu yeniden dağıtımda, yukarıdan aşağıya, yani belirli bir
çizginin (nisab) üstünde varlığı ve geliri olanlardan, bu çizginin altında gelir
ve varlığı olanlara bir aktarım yapılmaktadır. Bu arada zekât alan kadar zekât
verenin de duyacakları mânevî tatminlerle din kardeşliği, dostluk, arkadaşlık,
akrabalık, insanlık gibi duygular insanlar arasında gelişecek, zekât sayesinde
birbirini seven, sayan, birbiriyle anlaşan, paylaşan, dertleşen, birbirinin derdine
ortak olan gerçek bir toplum, huzurlu, istikrarlı, içinde insanca yaşanan
bir toplum ortaya çıkacaktır.
Zekât gelirinden dinin genel maksat ve hedefleri için de fon ayrılmış olması,
İslâm'ın hayatı bir bütün olarak görmesinin tabii sonucudur. Öncelik
ve ağırlığın ihtiyaç sahiplerine verilmiş olması ise, toplum huzur ve mutluluğunun
fertlerin teker teker mutlu ve huzurlu oluşundan geçtiği, toplumun
her bir üyesinin ayrı bir değer olarak kabul edilip insana saygı ilkesinin ön
plana çıktığı anlamına gelir.
 
Üst