Habeşistan’a İkinci Hicret (616 M.)

kurtuluş

KF Ailesinden
Özel Üye
HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm

Habeşistan’a İkinci Hicret (616 M.)
Müslümanlara yapılan işkence ve zulümler gittikçe daha da artıyordu. Daha önce Habeşistan’a hicret edenler, her ne kadar doğup büyüdükleri yurtlarından ve yakınlarından ayrılmak zorunda kalıyorlarsa da, hayatlarını ve dinlerini emniyet altında tutmuş oluyorlardı.

Resulullah Aleyhisselâm, mazlum müslümanların tekrar Habeşistan’a gitmelerinin uygun olacağını tavsiye etti. Bunun üzerine onu kadın, doksan iki müslüman, fırsat buldukça zaman zaman hicret ederek orada toplandılar. İlk gidişte bir başkanları yoktu. İkinci hicrette Câfer-i Tayyar -radiyallahu anh- başkan seçildi.

Her şeye rağmen Resulullah Aleyhisselâm Mekke’den ayrılmadı, zulüm ve eziyetlere göğüs germeye ve mücadelesine devam etti.

Hazret-i Osman -radiyallahu anh-: “Siz de oralara gelmiş olsanız, Habeşliler’in ehl-i kitap oldukları için dâvetinize hemen icabet ederler, müslüman olmaları umulur ve bize yardım ederler.” dedi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise şu cevabı verdi: “Ben rahat aramaya vazifeli değilim. Bu hususta da Allah-u Teâlâ’nın emrini beklerim. Ne emrederse ona göre hareket ederim.”

Bu hicret, İslâm’ın çevrede yayılmasının yeni bir dönemi oldu. Müşrikler İslâm’ın yayılarak güçleneceği endişesiyle, bu hicrete engel olmak için ellerinden gelen her kötülüğü yaptılar, fakat başarılı olamadılar.

İkinci hicret ilk hicretten birkaç ay sonra olmuştur.

Bu ikinci hicretten sonra Mekke âdeta mâteme büründü. Çünkü hemen hemen her evden bir veya birkaç kişi âilesini terk ederek bir yabancı diyâra sığınmıştı. Bu âilelerin en değerli fertleri dinlerini korumak için câhiliyeden kaçarak, inançlarıyla birlikte hicret ediyorlar, bütün akrabalık bağlarını arkalarında bırakıyorlardı. Aşiretçiliğin ve kabileciliğin kafalarda din gibi yer etmiş olduğu bir toplumda, bu şekilde bir hicretin çok büyük bir sarsıntı yapacağı gayet açıktır.



Hicret edenler arasında Ebu Cehil’in öz kardeşi Seleme bin Hişam, Ebu Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe, Hind’in öz kardeşi Ebu Huzeyfe, Süheyl bin Amr’ın kardeşi, oğulları, kızları, damadı... gibi Kureyşliler’in ileri gelen bütün kabile reislerinin öz evlâtları vardı.

Bu durumda müşrikler, düşmanlıklarını daha da artırdılar. Geride kalanlara eskisinden daha fazla eziyet etmeye başladılar.

Bu arada Habeşistan hicretini de gözardı etmiyorlardı. Müslümanların oralarda çoğalarak güçlenmesinden, etrafa yayılmasından ve kendilerini tehdit etmesinden de son derece tedirgin oluyorlardı. Hicret sebebinin, Necaşi’nin kendilerine sağladığı emniyet yurdu olduğunu anlayınca, onları bundan mahrum etmek için çeşitli hilelere başvurdular. Vakit geçirmeden Amr bin Âs ile Abdullah bin Ebi Rebîa el-Mahzûmî’yi kıymetli hediyelerle birlikte Habeş kralı Ashame en-Necâşî’ye elçi olarak gönderdiler. Bu arada diğer devlet erkânına da çeşitli hediyeler göndermeyi ihmal etmediler. Gayeleri Necâşî’den, yanlarına sığınmış olan bu müslümanları kabul etmemesini ve onları geri göndermesini ricâ etmekti.

Amr bin Âs’ın Habeşistan’da ve Necâşî’nin sarayında az-çok itibarı vardı. Habeşistan’a ulaştıklarında, önce Necâşî’nin yakınları ile görüşerek hediyelerini verdiler ve meramlarını açıkladılar. Onlardan bu hususta yardımcı olacaklarına dair söz aldılar. Bu arada müslümanların sağda solda İsa Aleyhisselâm ve annesi hakkında çirkin sözler söylediklerini yaydılar.

Daha sonra Necâşî’nin huzuruna çıkan elçiler, hediyelerini takdim ettiler.

Amr bin Âs geliş sebebini şöyle açıkladı:

Ey kral! İçimizden bazı câhil gençlerimiz, atalarımızın dinini terk ederek buraya gelmiş ve size sığınmışlardır. Bunlar sizin dininize de girmiş değillerdir. Yeni bir din ortaya çıkardılar. Kavmimizin ileri gelenleri onları iâde etmenizi istiyorlar.”

Necâşî’nin orada hazır bulunan müşavirleri ve ileri gelen râhipler Amr’ı tasdik ettiler. Her insanın kendi kavminin durumunu daha iyi bileceğini, kendilerine sığınanları Kureyş’e teslim etmekle onları memnun etmek gerektiğini söylediler.

Necâşî Tevrat ve İncil’i okumuş ve İsa Aleyhisselâm’dan sonra bir peygamberin geleceğini bu kitaplardan öğrenmişti. Müslümanlarla bu yeni din hakkında konuşmadıkça hiçbirini kendilerine teslim etmeyeceğini beyan etti. “Kendi memleketlerini terk ederek bana güvenen ve sığınan bu insanlara vefâsızlık edemem.” diyerek onlara kızdı. Durumu tahkik için müslümanları huzuruna çağırarak gelen heyetle karşılaştırdı.

“Kureyşliler elçi yollamış, sizi geri istiyorlar, ne dersiniz?” diye sordu.

Müslümanların adına Câfer-i Tayyar -radiyallahu anh- ayağa kalktı:

– Ey hükümdar! Sorunuz bunlara, biz onların kölesi miyiz ki bizi istiyorlar?

Mekkeliler adına Amr bin Âs cevap veriyordu.

– Hayır, hepsi hürdür!


– Onlara borçlu muyuz ki bizi istiyorlar?

– Hayır, hiçbirinden alacağımız yok.

– Onlardan öldürdüğümüz kimse mi var ki, kısas için bizi istiyorlar?

– Hayır, böyle bir şey de yok.

– O halde ne diye bizi istiyorlar?

– Bunlar atalarımızın dininden çıktılar. İlâhlarımıza hakaret ettiler, gençlerimizin inançlarını bozdular. Aramızda ikilik çıkardılar.

Bu iddiâya karşı Hazret-i Câfer -radiyallahu anh- şunları söyledi:

– Ey hükümdar! Biz câhil bir kavim idik. Taştan ağaçtan yaptığımız putlara tapardık. Lâşe yerdik, fuhuş yapardık, akrabalara küserdik, komşuluk hakkına riâyet etmezdik, kuvvetliler zayıfları ezer, zenginler fakirlerin sırtından kazanırdı.


Biz bu hâl üzerinde iken, Allah içimizden bir peygamber gönderdi. Nesebi ve asâleti, doğruluk ve emâneti, şeref ve namusu hepimizce mâlumdur. O, bizi Allah’ın birliğine ve O’na kul olmaya dâvet etti. Atalarımızın tapageldikleri putları terketmeye çağırdı. Bütün ahlâksızlıklardan uzaklaştırdı. Doğruluğu, emanete ve akrabalık bağına riâyet etmeyi, komşularla iyi geçinmeyi, haramdan, kan dökmekten sakınmayı bildirdi. Fuhuşu, yalanı, yetim malını yemeyi, haksızlık etmeyi, namuslu kadınlara iftira etmeyi, dil uzatmayı yasakladı. Bütün iyilikleri öğretti. Biz de ona inandık, getirdiği dini kabul ettik. Bu yüzden kavmimiz bize düşman kesildi. Bizi dinimizden çevirip putlara taptırmak için her türlü hakaret ve işkencelere uğradık. Bize zulmettiler, fakat dinimizden dönmedik. Biz de onlardan kaçıp, sizin himâyenize sığındık, sizi güvenilir bulduk. Nezdinizde zulme uğramayacağımızı ve haksızlık görmeyeceğimizi umuyoruz.”

Durumun aleyhlerine döneceğini anlayan Amr, hükümdarı müslümanlardan soğutmak için: “Bunlar hıristiyanlık ve İsa hakkında yakışıksız sözler söylüyorlar.” dedi. Çünkü Necâşi hıristiyandı.

Hazret-i Câfer -radiyallahu anh-: “Biz İsa Aleyhisselâm hakkında Kur’an-ı kerim’de Allah-u Teâlâ ne bildirdi ise ancak onu söyleriz.” diyerek Meryem sûre-i şerif’inin başından bir miktar okudu. Dinleyenler heyecanlandılar ve ağladılar. Necâşî de kendini tutamayıp, sakalı ıslanıncaya kadar ağladı.

Sonra onlara dedi ki:

“Allah’a yemin ederim ki bu sözler İsa’ya gelen ile aynı kaynaktandır.” Yerden bir çöp aldı ve: “Sizin okuduklarınız ile İsa’nın dedikleri arasında şu çöp kadar fark yoktur.” diyerek elçilerin isteklerini reddetti, hediyelerini de geri verdi ve kendi memleketine sığınmış olan müslümanları daha fazla koruyacağını belirtti. Elçiler de elleri boş olarak, kızgın bir şekilde Kureyş’in yanına döndüler.

Müslümanlar orada Necâşî’nin himayesi altında dinlerini emniyete almış oldular. Hiçbir eziyet ve işkence görmeden, hoşlarına gitmeyen sözler işitmeden ibadetlerini yapıyorlardı.

Resulullah Aleyhisselâm’ın Medine’ye hicretini öğreninceye kadar orada kaldılar. Bunlardan otuz üçü geri döndü, ikisi Mekke’de vefat etti, ikisi hapsedildi. Yirmi dördü Medine’ye hicret ettiler ve Bedir savaşına katıldılar.

Habeşistan’da kalanlardan yedisi orada vefat etti, birisi hıristiyanlığa döndü. Müslümanların Habeşistan’da iken yedi erkek, beş kız olmak üzere on iki çocukları dünyaya geldi.

Hayber fethedildiği gün Câfer -radiyallahu anh-in başkanlığında yirmi beş kişi döndü.




Müslümanların Ablukaya Alınması (616 M.):

Müşriklerin altı seneden beri uyguladıkları şiddete rağmen İslâmiyet günden güne yayılmaya devam ediyordu. Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- gibi yiğitlerin İslâmiyet’e girmeleri ile müslümanlar hayli cesaretlenmişlerdi. Necâşi gibi bir hıristiyan hükümdar, müslümanların hâmisi olmuş, Kureyş’in elçilerini eli boş geri çevirmişti.


Çileden çıkan ve mücadelelerini aralıksız sürdüren müşrikler, bu şekilde işkence yapmakla ve şiddet göstermekle kimseyi dininden döndüremeyeceklerini anladılar. Muhammed Aleyhisselâm’ı öldürmekten başka bir çare bulamadılar. Onun öldürülmesi hadd-i zatında hedefleri haline gelmişti.

Mekke devrinin yedinci yılının Muharrem ayında Kureyş’in ileri gelenlerinden kırk kadar kişi, Ebu Cehil’in başkanlığında toplandılar. Muhammed Aleyhisselâm’ı kendilerine teslim etmedikçe, Hâşim ve Muttalip oğulları âileleri ile, kendilerinden gelebilecek herhangi bir barış ve anlaşma isteğini aslâ kabul etmemeye, hiçbir surette acımamaya, kız alıp vermemeye, bir şey alıp satmamaya, görüşüp buluşmamaya... karar verdiler.

Kararlaştırdıkları bu maddeleri, sözleşme şeklinde yazdırıp mühürlediler. Bu işe bir de kudsiyet vermek için bir beze sararak Kâbe’nin içine astılar. Bu kararlarına aykırı hiçbir harekette bulunmayacaklarına dâir yeminler ettiler.

Bunun üzerine Ebu Tâlip, bütün Hâşim ve Muttalip oğullarıyla, Mekke’de bulunan müslümanları kendi mahallesinde bulunmaya dâvet etti. Kendisi müslüman olmadığı halde müslümanların başına geçti. Resulullah Aleyhisselâm üç yıldan beri ikamet ettiği Erkam’ın evinden Ebu Tâlib’in mahallesine taşındı. Ebu Leheb Hâşim oğulları’ndan olduğu halde, mahalleden çıkarak müşriklerle beraber oldu. Ebu Leheb hariç, Haşim oğulları’nın bütün fertleri Ebu Tâlip’le birlikte kaldılar ve Kureyş’le münasebetten kesildiler. Evleri diğer mahallelerde bulunan müslümanlar da evlerini terkederek oraya çekildiler. Müslümanlar imanlarının gereği, diğer Hâşimîler ise akrabalık gayretiyle Resulullah Aleyhisselâm’ı koruyorlardı.

Başta Ebu Cehil olmak üzere küfrün ileri gelenleri, iki dağ arasındaki bu mahallenin giriş ve çıkışlarında nöbet tutuyorlardı. Bütün ikmal yollarını kesmişlerdi. Esnaf onlara bir şey satmaya cesaret edemezdi. Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- gibi cesur kimselerin dışında, kimse çarşıya pazara çıkıp alışveriş yapamıyordu. Dışarıdan gelen tüccarlara o mahallede mal sattırılmıyor veya hepsi satın alınıp onlara bir şey bırakılmıyordu. Müslümanlar sadece hacc mevsiminde dışarı çıkıp bir yıllık ihtiyaçlarını temin etmeye çalışıyorlardı. Hacc mevsiminde bile azılı müşrikler köşe başlarına otururlar, onların alış-veriş yapmalarına engel olurlardı. Tüccarları korkuturlar: “Kim onlara bir şey satacak olursa malını yağma ederiz.” derlerdi. Bir kimse merhamet ederek onlara gizli bir yiyecek verse onu döverler, hakaret yağmuruna tutarlardı. Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-, Kureyş içinde hatırı sayılır bir zât olduğu halde, o bile kavminden ağır işkenceler gördü.

Müslümanları bu sıkıntılardan kurtarmak için gerek Resulullah Aleyhisselâm, gerekse Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bütün mallarını harcadılar.



Muhasara bütün şiddetiyle öyle bir devam ediyordu ki, açlık had safhaya ulaşmıştı. Gün olmuyordu ki, müslümanlar ağaç yaprağı yiyorlardı. Derileri kaynatarak yemek zorunda kalanlar bile vardı. Açlıktan kadınların ve çocukların feryatları mahalle dışından duyuluyor, ihtiyarlar ve hastalar gıdasızlıktan sararıp soluyorlardı. Müslümanların büyük bir sarsıntı geçirdikleri muhakkaktı.

Kureyş’in Haşimoğulları’na karşı bu tutumu gerçekten çok insafsızca idi. Bu derece şiddet göstermeleri, onları İslâm’dan döndürmek veya hiç olmazsa İslâm’ın daha çok ilerlemesini önlemek içindi.

Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, müslümanlar yılmıyorlar, yollarından şaşmıyorlar, imanlarına iman katıyorlardı.

Müşriklerin âni bir baskın ihtimaline karşı gece gündüz nöbet tutmuşlar, Resulullah Aleyhisselâm’ı canla başla korumuşlardı. Ebu Tâlip dahi geceleri bizzat nöbet bekler, evinin etrafında dolaşırdı. Bazı zamanlar da Resulullah Aleyhisselâm’ın yatağına çocuklarından veya amca oğullarından birini yatırarak muhtemel bir suikastten korumaya çalışıyordu.

Bütün bu sıkıntılara rağmen Resulullah Aleyhisselâm, tebliğ görevini yapmaktan bir an bile geri durmadı.

Abluka üç yıl devam etti. Bu arada müslümanlar, bu dayanılmaz sıkıntılara sabırla katlandılar, dinleri uğrunda her tehlikeyi göze aldılar, her şeylerini fedâ ettiler.

Müşriklerin bazı insaflı düşünenleri, bu durumdan rahatsız olmaya başlamışlardı. İleri gelenlerinden beşi, bu kararı bozmak için gizlice anlaştılar. Kureyş’in toplu bulunduğu bir sırada yanlarına geldiler. İçlerinden Züheyr: “Ey Kureyşliler! Şu bizim yaptığımız şey insanlığa yakışır mı? Biz her imkândan faydalanırken, onların sefalet içinde olmaları sizi hiç rahatsız etmiyor mu? Bu kararın bozulması gerek! Yemin ederim ki, bu zâlim vesika yırtılmadıkça buradan ayrılmayacağım!” dedi. Diğerleri de onu desteklediler.

Halbuki Allah-u Teâlâ anlaşma metninin yazıldığı sahifenin üzerine bir mucize olarak ağaç kurdu musallat etmişti. Sahifenin büyük bir kısmını güveler yiyip bitirdiler. İçinde Allah-u Teâlâ’nın zikredildiği cümleler hariç, geriye hiçbir şey kalmamıştı.

Resulullah Aleyhisselâm bu hadiseyi amcası Ebu Tâlib’e haber verince: “Bunu sana Rabb’in mi haber verdi?” diye sordu. Resulullah Aleyhisselâm: “Evet!” buyurdu.

Kureyşliler bu işi konuşurlarken Ebu Tâlib de bir köşede oturmakta idi.

“Esasen yeğenim Muhammed o vesikanın kurtlar tarafından yenildiğini bana haber vermişti. Gidin bakın, eğer yeğenimin sözü doğru çıkmazsa onu size teslim ederim, istediğinizi yapın. Şayet doğru ise o zaman bu zulme son verirsiniz.” teklifinde bulundu.

Gerçekten de vesikanın güveler tarafından yenildiğini hayretler içinde gördüler. Böylece de sıkıntı dolu üç yıllık muhasara, Mekke devri’nin onuncu yılında kaldırılmış oldu.


"Bu eser, Pakistan Devleti tarafından 1997 yılında düzenlenen Dünya Sîret yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüş ve Muhterem Müellif'e bir liyakat belgesi verilmiştir."

ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
 
Son düzenleme:
Üst