Esâtîru'l-evvelin

ömr-ü diyar

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
Yönetici
Öncekilerin Masalları. "Esâtîr", "setara" kelimesinden türemiş çoğul bir kelime olup, tekili, "ustûr, ustûre veya estîr, estıra" dır. Bâtıl olan, aslı olmayan uydurma hikâyeler ve "evvelîm" kelimesi ile birlikte, "İslâm öncesi milletlerin yazdıkları hikâyeler, masallar" manasına gelir.

Bu terkib Kur'an-ı Kerîm de birkaç yerde geçmektedir (el-Enfâl, 8/3 1, en-Nahl, 16/24, el-Müminûn, 23/83...). Bu âyetlerin hemen hemen hepsinde bu terkip Kur'an'ın ilâhı bir vahiy olmadığını iddiâ ederek, onun bir Allah kelâmı olduğuna inanmayan müşriklerin Hz. Peygamber'e söyledikleri sözleri mâhivetinde nakledilmektedir. Meselâ bunlardan bir ayet şöyledir: "İçlerinden kimileri de vardır ki, seni Kur'ân okurken dinler. Fakat biz onların kalplerine onu zevkiyle anlamalarına engel (olmak için) kat kat örtü (kabuklar) gerdik; kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Artık onlar her belgeyi (mucizeyi) görseler de yine inanmazlar. Hatta sana geldiklerinde seninle tartışıp çekişirler ve kâfirler de, 'Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir' derler" (el-En'âm, 6/25). Böylece hakka boyun eğmeyen kâfirlerin, "sözlerin en doğrusu olan Allah kelâmını bir tür hurâfe yığını, yalanların en kötüsü olarak vasıflandırdıklarını" (Zemahşerî, el-Keşşâf, Beyrut (104), II. 12) yüce Allah Kur'an'da bize anlatmakta ve onların bu davranışlarının sebebini açıklamaktadır.

Bilindiği gibi Kur'an-ı Kerîm'in ayetleri nâzil oldukça fesâhat ve belâgat ilimlerinde çok ileri gitmiş Araplar, Kur'ân'ın hârikulâdeliği, i'câzı ve üstün belâgatı karşısında şaşırmışlardır. Ne yapacaklarını bilemeyerek, Hz. Peygamber'i mecnun göstermeye çalışmışlar ve neticede Kur'ân'ı Kerîm'i bir nevi sihirbazların ipe sapa gelmez sözleri gibi göstermek istemişlerdir. Hz. Peygamber'e daha bunun gibi birçok çamurlar atarak, Kur'an'ı dinleyen herkesin onun etkisinde kaldığını gördüklerinde de âdeta çıldırmışlar ve Kur'an'ı dinletmemek için çeşitli çarelere başvurmuşlardır. Kur'an'ın bir beşer sözü olduğunu iddia etmeye kalkışmışlar, fakat yüce Allah, onların bu iddiâlarına karşı meydan okuyarak, önce bütün insan ve cinler bir araya gelseler de, Kur'an'ın bir benzerini meydana getiremeyeceklerini beyan etmiş (el-İsrâ, 17/88), şayet davalarında samimi iseler, onun bir benzerini (et-Tûr, 34/52), hattâ on sûresinin benzerini (Hûd, 11/13) hattâ sadece bir suresinin benzerini (Yunus, 10/38) getirmelerini isteyerek, bu meydan okumayı, en son merhalesine vardırmıştır. Sonunda da, "eğer kulumuz (Muhammed)'a indirdiğimiz Kur'an 'dan şüphe ediyorsanız ve doğru sözlü iseniz, Allah'tan başka yardımcılarınızı da çağırın ve onun surelerine benzeyen bir sûre getirin. Bunu yapamazsınız -ki asla yapamayacaksınız-; o halde kâfirler için hazırlanan ve yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının'' (el-Bakara, 2/23-24) buyurmuştur.

Kur'an'ın bütün uyarılarına, nasihat ve öğütlerine, hatta korkutmalarına rağmen ilâhı dine karşı mücâdelelerine devam eden kâfirler Kur'an'ın bir parçasının benzerini bile getirememişler, çeşitli yollardan ona saldırmaya devam etmişlerdir. Kur'an'a ''esâtîru'l-evvelin" (öncekilerin masalları) demeye kalkışmışlar, "biz istesek bir benzerini getiririz (el-Enfâl, 8/31) demişlerdir. Fakat onların şairleri, hatipleri bile bunu başaramamışlar; onlar da Kur'an'ın eşsiz uslûba ve hârikulâde bir beyana sahip olduğunu, ne o ana kadar duydukları bir şiire ne de bir efsuncu veya sihirbazın sözüne benzemediğini itiraf etmek zorunda kalmışlardır.

Gerçi Kur'an-ı Kerîm'de, geçmiş peygamberlere ve milletlere dair bazı hikaye ve kıssalar mevcuttur. Fakat bunlar ustûre, aslı olmayan yanlış ve batıl şeyler değil, hakikat olan yaşanmış veya gerçek hayattan alınmış ibret sahnelerinden ibarettir. Bu tür ibret dolu hâdiselerin Kur'an'da yeralması, müslümanların o milletlerin başma gelenlerden ibret alıp tarihi bir daha tekerrür ettirmemeleri ve aynı hatalara düşmemek için üzerinde düşünmeleri içindir. Zaten Kur'an ne kronolojik bir tarih kitabı, ne de mev'ıza kitabıdır. Bundan dolayı "Kur'an'da yer alan kıssaların asıl gayesi ahlâkı ve terbiyevî olmasıdır. Bunlar Kur'an'ın kendine has uslûbu ile anlatılmışlardır (İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Ankara 1979, s.172).

Esas itibarıyle "esâtîr"in, Yunanca, "isturya" kelimesiyle ilişkisi olduğu açıktır. Avrupalılar da buna "histoir" demişlerdir. Biz bugün bu kelimeye karşılık olarak 'tarih' sözcüğünü kullanmaktayız. Bunun için, "esâtîr" kelimesi Arapça'dır, fakat "usture"nin Arapça olup olmadığı araştırma konusudur diyenler vardır. Dolayısıyle bu dillerdeki sözkonusu kelimelerin, aynı değilse bile, ortak bir köke sahip oldukları söylenmiştir. Araplarda esasen ''mestûrâtu'l evvelin" demek olan, "esâtıru'l evvelin", Türklerin "masal", Yunanlıların "misus", Avrupalıların "mit" dedikleri, eski kahramanlık hikâyeleri, tarih öncesi efsaneleri, destanları olarak mülâhaza edilmiş ve uydurma, hurâfeler manasında kullanılmıştır. Bu yönüyle gerçek tarihden ayrılır. Fakat tarih de belli bir zamana kadar mestûrâta dayanmak durumundadır. Çünkü ilk tarihi bilgiler, önce dillerde dolaşan sözlü kaynaklara dayanılarak tesbit edilmeye çalışılmaktadır.

Daha sonra bu bilgiler satırlara geçmeye başlamıştır.

Bazı düşünürler bu durumu göz önüne alarak, birçok milletlerin ilk efsâne ve destanlarını; insanların düşünce tarzlarını, inançlarını anlamak için delil ve ilmin ilk çıkışı sayarak, tarih, felsefe ve dinlerin bunlardan çıkmış olduğunu kabul ederler. Tarih felsefesinde, dinler tarihinde mitolojiye önemli bir esas nazarıyle bakarlar. Bazıları da buradan hareketle bütün dinlere "esâtiru'l-evvelîn" veya hurâfat nazariyle bakarak, bu konuda mücâdele ederler. Bu görüşleri de kalplerinin hurâfelerle dolu olmasından ve bu engeller içinde hakkı anlamak kabiliyetini yitirmiş bulunduklarından doğar. İşte Kur'ân'ın haber verdiği ve Kur'ân'a "esâtîr" gözüyle bakan kâfirler de, bunlardan veya bunların pirlerindendir. Onlar bunu söylemekle şunu kastetmiş oluyorlar: "Kur'an ilahı vahiy veya Allah kelâmı değildir; Muhammed bunu eski kitaplardan alıp alıp yazdırıyor. Üstelik bunda hurafelerden başka hiçbir hakikat da yoktur" Bu görüşleri gösteriyor ki, Hak kelâm ile esâtîri birbirinden ayıramayacak kadar temyiz kabiliyetine sahip değillerdir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, 1979, III. 1904 1907, sadeleştirerek ve özetle). Fakat yüce Allah Kur'an'daki birçok aklı delillerle ve icazıyle bu tür görüşte olanları susturmuş ve Kur'an'ın gerçek, ilâhı kaynaklı olduğunu açıkça ispatlamıştır.

Talat SAKALLI
 
Üst