Edebiyat şeyh Sadi

_HAMZA44_

Tecrübeli
ŞEYH SÂDÎ

[TEVHÎD]

Kudretiyle can yaratan, hikmetiyle dilde söz yaratan, Allâh’ın adıyla başlıyorum.

O, kullarına acıyan, düşenlerin elinden tutan bir efendidir; bol bol verir, hatâları bağışlayan, özürleri kabul eden bir kerîmdir.

Öyle bir büyüktür ki; O’nun kapısından baş çeviren insan, hangi bir kapıya gitse izzet bulamaz!.

Büyük pâdişâhlar, O’nun dergâhında başlarını yere koyarak O’na niyaz ederler, yalvarırlar.

Buyruğuna karşı gelenleri hemen cezalandırmaz; özür dileyenleri, zâlimâne kovmaz. Kullarının günahlarını görür, hum ile örter. Fena bir işinden dolayı bir kuluna gazâb edecek olsa, kul tövbe edince o işin üzerine kalem çeker.

Birisi babasına karşı gelse, şüphe yok ki, babası ona çok kızar, birisi akrabasından memnun değilse, onu yanına uğratmaz; köle emredilen işi süratle yapmazsa efendisi ona hakaret eder; arkadaşlarına karşı şefkat göstermezsen senden bir fersahlık yere kaçarlar; askerler vazifelerini yapmazsa kumandan onları ağır cezâya uğratır; fakat yerlerin, göklerin sahibi olan yüce Allâh, isyân eden kullarına rızık kapısını kapamaz. O’nun ilim denizine nisbetle, iki cihan bir damla su gibidir. Her günahı görür, fakat hilm ile örter.

Yeryüzü O’nun umûmî sofrasıdır. Canlılar destursuz gelir, yer, yedikten başka istedikleri kadar da alır götürürler; hem de bu sofrada dost ile düşman birdir. Zâlimi kahretmek istediği zaman, elinden kurtulmak imkânsızdır.

O’na karşı duracak bir zıd olmadığı gibi, eşi, benzeri de yoktur.

Öyle ulu bir pâdişâhın ki; cinlerin, insanların, bütün yaratılmışların taatinden müstağnidir.

Karıncalar, sinekler, kuşlar âdemoğulları, herkes, her şey O’nun emrine baş eğmektedir.

Kerem sofrasını öyle enine boyuna yaymıştır ki; Kaf Dağı’ndaki Zümrüdüankâ da rızkını o sofradan yemektedir.

Zât-i şerifi lâtîtir. Keremi her yere yayılmıştır. İşleri bitiren O’dur. Mahlûkatın Rabbı ve sâhibidir. En gizli sırlara vâkıftır.

Büyüklük, benlik ancak o’na yaraşır. Çünkü saltanatı kadîm, zâtı her şeyden ganîdir.

Birinin başına tâlih tacını giydirir; bir diğerini de tahtından kara toprağa indirir.

Birisinin başında saâdet tâcı, diğerinin sırtında şakâvet çulu vardır.

İbrâhim’e ateşi gülzâr eder. Bir takımlarını da Nil Suyu yoluyla ateşe gönderir. Hulâsa bahtiyarlık da, bedbahtlık da O’nun fermaniyle olmaktadır.

Perde arkasında işlenen gizli günahları görür, fakat perdenin üzerine bir perde daha örter.

Eğer celâl sıfatiyle tecelli edecek olsa, meleklerin de dehşetten kulakları işitmez, dilleri tutulur.

Eğer cemâl sıfatiyle:

«– Buyurun lûtfuma!..» diyecek olsa, şeytan bile:

«– Bu lûtuftan benim de payım var!..» demeğe başlar.

O’nun büyüklüğü huzurunda büyükler, büyüklüğü, tasavvur dahi edemezler.

Darda kalanlara acır; onlara yakın olur; yalvaranların duâlarına icabet eder.

Henüz vukû bulmamış halleri, ifşâ edilmemiş sırları hep bilir.

Yukarıyı, aşağıyı kudretle tutup hıfzeden O’dur; hesap günü kurulacak divânın hâkimi yalnız O’dur.

Herkes O’na itaate mecburdur. Kimse O’nun sözünden bir harfine parmak uzatamaz.

Her işi iyi olan ve iyiyi beğenip seven bir kadîmdir; kaza kalemi ile ana karnında çocuklara şekil verir.

Toprak yaygısını, evliyâların seccadesi gibi, su üzerine sermiştir.

Ay ile Güneş’i, denizde yüzen bir gemi gibi şarktan garba sevkeder.

Yeri yarattığı zaman Arz sarsıntıdan muztarip oldu. Onu bu titremeden kurtarmak için eteğine çivi vazifesini gören dağlar çaktı.

Bir damla suya peri gibi suret verir. Su üzerine kim resim yapabilmiştir?

Taşın sulbünden lâ’l ve firûze yaratır; yeşil dalların üzerine lâ’le benzeyen kırmızı güller kondurur.

Buluttan bir damla suyu denize, bir damla erlik suyunu da rahme damlatır; o sudan parlak bir inci; bu sudan selvi boylu bir insan yaratır.

Hiçbir zerre yoktur ki, O, onu bilmesin. Zira, O’na göre açık gizli birdir.

Karınca âciz, yılan elsiz ayaksızdır. İşte bu âciz mahlûkların rızkını O, hazırlar, verir.

O «Ol!..» deyince, yokluktan varlık husule geldi. Yoktan var etmeği O’ndan başka kim yapabilir?

Bu varlığı tekrar yokluğa, oradan da mahşer sahrasına götürür.

Bütün cihan O’nun ulûhiyetinde müttefik olmakla beraber, Zâtı’nın mâhiyetini bilmekten âcizdirler.

İnsanlar O’nun büyüklüğünü, gözler O’nun kemâlinin nihâyetini bulamamışlardır.

Vehm kuşu ne kadar yükselse, O’nun Zâtı’nın evcinde uçamaz; akıl ne kadar düşünse, O’nun vasfının eteğine el eriştiremez.

O’nun mâhiyeti öyle bir girdaptır ki; bu girdapta binlerce akıl gemileri batmış, hem de, öyle batmış ki, bir tahtası olsun kenara çıkamamıştır.

Ben de, gecelerce, bu uçsuz bucaksız düşüncelere daldım ve dehşet kolumdan tutup bana:

«– Kalk, ne yapıyorsun? Vazgeç. O’nun ilmi Kâinat’ı ihâta etmiştir, senin küçük aklın O’nu nasıl ihâta eder? Ne idrâk O’nun künhüne erişebilir, ne fikir O’nun sıfatlarını hakkıyle anlar!..» dedi.

O’nun Zâtı’nı ancak kendi bilir. Bu merhalede akla yol yoktur.

Evet, bir kimsenin belâgatte Sehbân’a yetişmesi mümkün, fakat eşi, benzeri olmıyan Sübhân’ın künhüne erişilmesi muhaldir.

Bu böyle olmaz bir şeydir ki; Cenâb-ı Hakk’ın nice has kulları bu vadide at sürmüşler, fakat sonunda:

«– Yarabbi, Senin ettiğin sena şeklinde Senin evsafını sayamam!..» diye atlarının dizginlerini çekmiş, durmuşlardır.

Evet, her yerde at sürmek olmaz. Öyle yerler olur ki, orada, kalkanı atarak kaçmak lâzım gelir. Bir salik bu sırra mahrem oldu mu, artık geri dönemez. Bu sırrı ifşâ edemez.

Kime ki, bu mecliste dolu sunarlar, ona o kadeh içinde bîhuşluk ilâcını verirler.

Bir doğan olur ki; gözleri dikili olur; bir doğan da bulunur ki, gözleri açık, fakat kanatları yanmış bulunur.

Kârûn’un hazinesine kimse girememiştir. Şayet girmişse orada kalmış, bir daha çıkamamıştır.

Âkil olan bu kan denizinden ürker. Zira kimse orada gemisini kurtaramamrştır.

Eğer sen bu yolda yürümek istiyorsan evvelâ, seni geri getirecek atı sihirleyip onu dönemiyecek hâle getirmelisin.

Gökler aynasına sık sık bakmalı, tedricen saffet kesbetmelisin...

Bu sâyede belki aşk-ı ilâhînin kokusu seni mesteder. «Elestü Bezmi»ndeki zamanını ararsın; isteyerek yürür, yol alır, o makâma erişir, oradan da muhabbet kanadiyle uçarsın. O makamda senin için yakîn hâsıl olur. Bu yakîn sayesinde hayâl perdeleri yırtılır. Cenâb-ı Hak ile senin aranda ancak celâl perdesi kalır. Artık akıl beygiri daha ileri gidemez. Hayret, onu dizgininden tutup:

«– Dur!..» der.

Bu tevhid denizinde ancak çalışan insan arzusuna vâsıl olmuştur. Mürşidin arkasından gitmiyen yolunu kaybeder.

Bu yoldan, yani Hazreti Peygamber yolundan sapanlar çok gitmişlerse de, başları dönmüş, perişan olmuşlardır.

Hazreti Peygamber’in hilâfına yol intihap eden asla bir menzile erişemiyecektir.

Ey Sâdî!. Safâ yoluna, Hazreti Mustafâ’nın izine düşmekten başka bir suretle gitmek mümkündür zannetme!..
 
Üst