Derd-i Maişet Derdi

Bitter

KF Ailesinden
Özel Üye
1zzgp4h.jpg

İşten eve yorgun ve bir sürü insana ve soruna cevap vermenin getirdiği bir usançla dönmüştüm. Yorgundum; çünkü her zamanki gibi koşuşturmuştum. Bıkmıştım; çünkü ruhumu aydınlatacak, maneviyatımı temizleyecek bir sürü işi yapabilmenin zıddına, ruhumu boğan, maneviyatımı karartan, dibine kadar maddî sorunlarla yüzyüze ve onları çözme zorunluluğuyla karşı karşıyaydım.

Bu dünya hayatının sunumlarını kana kana içme sevdasında da değildim. Aksine, sevdam O’na doğruydu. Bu koca şehirde katlanan masrafların içerisinde, sadece doğru olduğuna inandığım için kalıyordum.

Günlerdir devam eden bu yorgunluk ve usanç artık sürekli bir hâl almaya başlamış, eve döndükten sonraki zamanı da yer bitirir bir hale gelmişti. Bu tükenişin son noktaya vardığı bu günün sonunda, sırtımı kitaplığa dayayarak oturmuş vaziyette, müthiş bir çıkmazın içerisinde bir-iki saat geçirdikten sonra, sağımda masanın üzerinde duran Kur’ân-ı Kerîm’i bir çıkar yol bulabilmek umuduyla elime aldım, açtım. Karşıma çıkan, Tâlût ile Câlût meselesindeki mü’minlerin halini anlatan âyetlerdi.

İsrailoğulları neslinden kuvvetli ve dirayetli bir kumandan olan Tâlût ordusunu toparlayıp Câlût’un üzerine yürürken emri altındakilere az sonra bir nehirle deneneceklerini, kana kana içenlerin nehri geçmelerinin mümkün olamayacağını, ancak nehrin suyundan içmeyenler ile eliyle azıcık içenlerin nehrin öte yakasına geçebileceğini söylemişti. Bu uyarıya rağmen, ordunun büyük bir kısmı nehre gelince sudan kana kana içip yığılıp kalmış, nehri emre itaat eden az bir kısım geçebilmişti.

Nehirle sınandıktan sonra, bir vahye ya da ilhama dayandığı anlaşılan Hz. Tâlût’un emrine itaat ederek suyu geçebilen az sayıdaki mü’min, geçemeyen çoğunluğun “Bugün bizde Câlût’a ve ordusuna karşı koyacak takat kalmadı” sözleriyle yılgınlığa düşmemişler, “Allah’ın izniyle nice az topluluk nice çok topluluğa galip gelmiştir” diyerek yollarına devam etmişlerdi.

Nihayet zorba ve kafir bir hükümdar olan Câlût’un kalabalık ordusuyla karşılaşınca sarsılmamışlar, aksine son derece sükunetli bir şekilde Zât-ı Akdes’e yönelerek “Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve ayaklarımıza sebat ver ve bize zalimler topluluğuna karşı yardım et, zafer ver” diye dua etmişlerdi. Savaşın sonunda Allah’ın izniyle kâfirleri hezimete uğratmışlar, çocuk denecek yaştaki1 Davud aleyhisselam ise Câlût’u öldürmüştü.

Az sayıdaki mü’minle bir büyük orduyu ve bir çocukla zorba bir ordu kumandanını hezimete uğratan Rabbimiz bu olayı bize vahiyle bildirerek hakikatli bir ders vermekteydi. Eğer o mü’minler Allah’ın rahmetini ve yardımını görmeyip, ordunun geride kalan büyük kısmına bakıp dövünselerdi onların da savaşmaya mecalleri kalmayacaktı.

İblis’in işte tam da bunu yaptığını farketmiştim. Günün büyük bir kısmının maişet, yani geçinmek için sarfedilmesi zorunluluğu ayrı bir mesele; şeytan ise, geriye kalan zamanı da geçip giden zamana ah-vah ettirerek zayi ettirmekteydi.

Oysa âlemlerin Rabbi olan Allah nice az topluluğu izniyle nice çok topluluğa galip getirdiği gibi; nice az zamanlarda da nice büyük hakikatleri ihsan etmeye, nice büyük neticeleri yaratmaya muktedirdir. Eğer geçmişe bakıp keşkelerle hazır güç ve heyecan dağıtılmasa eldeki zaman büyük gerçeklere topraklık edebilecek keyfiyettedir. Rabbimizin rahmetine uygun olduktan sonra, zaman müsait, fıtrat ise gerekli yetenekler yerleştirilmiş haldedir.

Bismillah demek için her zemin ve zaman uygundur.

II.

Nehri geçenlerden olabilmek için ancak ihtiyaç kadarını almaya izin vardır. Fakat sen ihtiyacın kadarını almaya çalışırken fazladan ihsan edilirse, bu da ayrı meseledir. Neticede ihtiyacı karşılamaya izin vardır. Bu zaman açısından, elinin emeğini yiyerek başkasına muhtaç olmadan yaşama, bir geçim ve çalışma mecburiyeti vardır.

Gerçek şu ki; şu hayatın içerisinde her birimiz her gün oldukça ciddi bir biçimde ortak bir sorunu yaşıyoruz: maişet için çalışma mecburiyeti. “En leyse li’l-insâni illâ mâ sa’â”2 yani “İnsan için ancak çalışması vardır; ancak bunun karşılığını umabilir” buyuran Rabbimiz, hayatın tam ortasına da sa’yi, çalışmayı oturtmuştur. İnsanın bedenî ve nefsî ihtiyaçlarını ve bu hayatın içerisinde yaşamını devam ettirebilmesini rızka bağlamış, bu rızkı da çalışmaya bağlı kılmıştır.

O’nun hikmet ve rahmetinden şüphesi olmayan birçok insanın O’nun takdiri olan şu sa’yden, geçim için çalışma mecburiyetinden şikayeti çoğunlukla yaşanan bir gerçektir. Neden melekler gibi rızka hiç ihtiyaç duymayacak şekilde yaratılmamışız? Neden sa’y ederiz? Neden rızk şu sa’yin ucuna takılmıştır? Tembellikten veya eğlenceye fazla zaman ayıramamaktan kaynaklanan hakikatsiz şikayetleri bir tarafa bırakmak şartıyla, bu hakikatli soruyu açmak, bunun için de öncelikle yarayı deşmek gerekiyor.

Kerîm bir Zâtın sofrasında nazik ve nazenin bir misafir olan insan, evin sahibine olan güveninden ve görüşmek arzusundan, kerem ve muhatabiyet bekliyor ve istiyor. O’ndan uzak ve perdelerin kalın olduğu ortamlardan ve durumlardan hoşlanmıyor. Zihnini ve kalbini bulandıran her türlü meseleden sıyrılmış bir halde Rabbine perdesiz muhatap olmakla, O’nun eşsiz sanatlarını perdesiz seyredip O’nu zikretmekle ancak kalbi huzur bulup tatmin olabiliyor.

Oysa şu güzelim kâinatın sayfalarında dolaşmak, masmavi gökkubbenin altında şirin varlıkları seyretmek, Kur’ân’ın sûrelerinde, âyetlerinde hikmet ve rahmet denizlerine dalmak varken çok zaman dört duvar arasında çalışmaya mecbur oluyoruz. Nuranî arkadaş simaları ve sohbetleri yerine, çok zaman duygusuz, duyarsız simalara muhatap olmak zorunda kalıyoruz.

En iyi durumda olanlarımız, yani evde çalışanlarımız bile en verimli zamanlarını geçim için dünyaya harcamak durumunda bulunuyor. Yine, hanımların büyük bir kısmı, aile ihtiyaçlarını karşılamak için zorunlu bir çalışmaları olmasa da, çocuklarıyla, ev işleriyle, kocalarının ihtiyaçlarıyla uğraşırken zamanlarının büyük bir kısmını harcamış oluyorlar. Tüm bu işler sırasında insan bedenen de yorulduğu için, ayrıca zamanın bir kısmını da dinlenmek için harcamak zorunda kalıyor.

Böylece birçoğumuz için zamanın, yani ömrün yarısı dünyanın dehlizlerinde tüketilmiş oluyor.

Bir geçim mecburiyeti, yani bir ‘derd-i maişet’ derdi var. Diğer taraftan, huzur arayan ve aradığını bulamadığı zaman yaralanan bir kalb var. Kalbde huzur olmadığı zaman ise insanın bir rahat yüzü görme imkânı kalmamış demektir.

III.

Abdestin namazdan önce gelmesi, henüz beş vakit namaza başlamazdan önce dikkatimi çekmiş; hatta, “Acaba bunda ne gibi bir hakikat var?” diyerek, namaz kılmadığım halde abdest almaya başlamıştım. Abdest, Zât-ı Akdes’in huzuruna çıkmadan önce maddî, fiziksel bir temizlenmeyi ifade ediyordu.

Bunu gerçekleştirmeden yani, bir dış temizliği yaşamadan iç temizliğine girişemiyordunuz. Resûlullah’a gelen ilk emirlerden biri elbisesini temiz tutma emriydi. Kudsiyetin tecellisi, dış ve iç temizliğini birlikte gerektiriyordu. Midenin açlığı aklın problemlerinden önce geldiği gibi, vücudun temizliği de kalbin temizliğinden önce geliyor ve ona bir zemin teşkil ediyordu. Binanın görünmeyen temelleri misali, temeller oluşturulup zemin uygun hale getirilmeden bina çıkılamıyordu.

İşte böylece, Cenab-ı Hak hikmet ve rahmetinin bir gereği olarak cennetin temellerini, ebedî saadetin bir zeminini oluşturmak üzere şu dünya hayatını yaratmıştır. İnsan cennetten uzak ve dûn, yani alçak olan şu dünya hayatında cennetin temellerini atar.

Hazıra sevdalı olan nefsinin ve şerre itekleyici olan şeytanın zıddına sabırla çalışır ve çalışmasının neticesinde eline geçeni kanaatle kabul ederse; ruhuna aceleciliğin şerri yerine sabrın hayrı yürür ve sirayet eder. Secdelerde gözyaşlarıyla bir nevi manevî abdestler alır ve kalbi O’nun manevî huzuruna girmeğe lâyık bir hale girer.

Hem insan çalışmak ile elde etmenin zorluğunu yaşayarak, Rabbisinin ihsanı olan nimetlerdeki hakikati, onları elde etmenin imkânsızlığını görerek, kalben tasdik ve aklen idrak eder. Nimetin gerçek fiyatının takdir edilemeyecek kadar yüksek olduğunu kendi çalışmasının neticesinde meydana gelen işe ve istediği fiyata bakıp hissederek yaşar, yaşayarak takdir eder. İbadetlerle, ubudiyetle teşekkür ve hamd eder.

Yine geçim ve çalışma zorunluluğunun bir gereği olarak yaratılan ve bu zorunluluğun neticesi olarak ortaya çıkan sosyal yaşantı sayesinde, benzer problemleri yaşayan insanlarla biraraya gelinir. Dertlere ortak dermanlar aranır ve bulunan devalar paylaşılır.

Bulamayanların yardımına koşulur. Böylece insanda yerleştirilmiş olan şefkat ve merhamet gibi hisler, duygular inkişaf eder, açılır. Bizi merhamet edebilir bir istidatla yaratan merhametli Rabbimizin rahmetinin üzerimizde kendini göstermesi için bir zemin oluşur. Herşeyde kendini gösteren o rahmetle, o rahmetin meyvesi olan ve herşey onun varlığına bakan insanın buluştuğu noktalara doğru yol alınır. Âlemler için bir rahmet olan ve kâinat uğruna yaratılan Resûlullah’ın risaletine ayna olunur. Yaratılış gerçeği kemaline doğru yol alır.

Yine çalışma hayatı ve sosyal yaşantı içindeki yoğun ve hızlandırılmış sınavlar sayesinde, sabır ve takva ile, alelacelece şehvete uymamak şartıyla, nefis temizlenir. Nefis, insanın yeteneklerine topraklık ve ruha buraklık gibi bir hali kazanır. Çünkü tüm lezzetlerin madeni olan nefis, elini şeytandan çekip kalbe ve ruha verince manevî lezzetler almaya başlar; inkişafın, her türlü açılımların gıdası olan şevk ve heyecan kendini gösterir. Nefisteki şu heyecan olmadan insanın bu hayattan Zât-ı Akdes’in huzuruna doğru giden yolculuğunu huzurlu bir şekilde yaşaması mümkün değildir.

Hem yine sosyal yaşantı ile, Allah’ın en büyük isimlerinden olan Adl isminin kendini göstermesi için imkân ve zemin oluşturulur. Bu zeminde insanın fıtratına ve vicdanına yerleştirilmiş olan ‘adalet ve kıst’3 mânâları inkişaf eder. Şu sosyal yaşantı fıtratın ve fıtrata yerleştirilmiş mânâların açılımlarına oldukça uygun bir zemin olur, onlara topraklık eder.

IV.

Böylece, insanın manevî miracı maddî sa’y, yani emek ve çalışma temelleri üzerine oturtulmuştur. Bu temellerden mahrum veya bu temelleri çürük olanların Zât-ı Akdes’in huzuruna huzurlu bir kalble girmeleri, manevî miracı yaşama imkânları kalmamış demektir. Ölçüde tartıda hile yaparken kılınan namazın, zina yaparken tutulan orucun pek bir hayrı kalmayacağı gibi… Aynı şekilde, risalete de ayna olma imkânı ortadan kalkmış olacaktır.

Bu nedenledir ki; çalışmayı iptal eden kumar ve faiz haram kılınmıştır. Böylece sa’y, yani emek ve çalışma hakikati, ‘en leyse lil insâni illâ mâ sa’â’4 âyetindeki emre mukabil, nehiyle de isbat edilmiştir.

Yine Kur’ân-ı Kerîm’in önemli bir kısmı ölçüde tartıda hile yapmayın, hak sahibine hakkını ödeyin, emanete hıyanet etmeyin, yalan söylemeyin gibi sosyal yaşantıyı düzenleyen âyetlerle doludur. Kavimlerin bir kısmı bu nedenle helâk edilmişlerdir. Ölçüde tartıda hile yapan Şuayb aleyhisselamın kavmi Eyke gibi, serserilik ve taşkınlık yapan Salih aleyhisselamın kavmi Semûd gibi, elitizmi tarz edinmiş kavm-i Nûh gibi, bir kavmi toptan köle ilan eden kavm-i Firavun gibi...

V.

İnsan sosyal yaşantı içerisindeki sağlam duruşlarıyla, yani sebatıyla manen kuvvetlenir. Ölçüde tartıda hile yapmayan, imkânı olduğu halde başkasının hukukuna tecavüz etmeyen, harama meyil taşıyan bir nefis sahibi olduğu halde kendini tutan, öfkelendiği zaman ceza vermeye muktedir olduğu halde öfkesini yutan, büyük büyük işlerin ortasında küçücük bir çocuğun çağrılarına yürekten cevap veren biri, elbette ki bu yönlerle sınanmayan biriyle bir ve eşit olmayacaktır.

Her sınav, başarılı olunmak kaydıyla, manevî bir açılımı beraberinde getirecektir. İmtihan edilip, başarının zemini daha geniş bir ubudiyet ve daha derinlikli bir dua için uygun hale gelmiş demektir.

Şikayetler ettiğimiz şu geçim derdi, şu maddî hayat, manevî hayatımızın zenbereği; çalışmanın kendisi ise o zenbereğin direği hükmündedir. Gerçekten insan için çalışmasından başka birşey yoktur. Araç mertebesinde olanlar amaç mertebesine çıkarılmamak şartıyla, bina tepetaklak dikilmeye çalışılmamak şartıyla, sa’y, yani çalışma gerçekten büyük şeydir. Geçim için çalışma mecburiyeti, çoluk çocukla uğraşma ve onların ihtiyaçlarını karşılama mecburiyeti, dert değil, hamdedilmesi gereken bir durumdur.

Derd-i maişet yoktur; sa’y üzerine oturtulmuş bir maişet ve bu maişet etrafında oluşturulmuş bir sosyal yaşantı zemini vardır. Bu sosyal yaşantı içinde bir fıtrî inkişaf vardır. Bu fıtrî inkişaf ile dal budak salan ve arşa doğru yükselen bir ubudiyet, bir manevî mirac; ve ferşe doğru salkımlanan ve meyvelenen bir risalet-i Ahmediye tecellisi vardır.

Geçim ihtiyacının sevkiyle sosyal yaşantının ve ailevî ihtiyaçların dehlizlerinde geçirilen zaman, mübarek bir ağacın toprak altı kökleri ve hayatı gibidir. Sağlam bir gövde ve dallar sağlam bir kök üzere yükselir, ondan beslenirler. Kök de onlardan gıdasını alır. Meyveler ise bu ortak duaya bir netice olarak takılır.

“Görmedin mi, Allah nasıl bir misal getirdi:—İman edip güzel işler yapan mü’minin hâli—hoş bir kelime gibidir ki, aslı yerde sabit, dalları semada olan hoş bir ağaca benzer. O ağaç Rabbisinin dilemesiyle daima meyvesini verir. Allah, zikredip hatırlasınlar diye, kullarına böyle misaller verir.”5

1 Rivayetlerde 11-12 yaşlarında olduğu belirtilmiştir. Ayrıca Hz. Davud (a.s.) Resûl-i Ekrem (a.s.m.) tarafından sa’y edip elinin emeğiyle kazandığından başkasını yemediği için övülen, geçim meşguliyeti ve saltanatın peygamber olmasına mani olmadığı birisidir. (Kütüb-ü Sitte, 4339. hadis)

2 Necm sûresi, âyet: 39.

3 Ölçü ve dengeyi birlikte ifade eder. Adaletin uygulanabilmesi için gerekli olan şartların ve prensiplerin bir tanımıdır. Adaletin ayakta durması ancak kıst ile, yani nefislere göre değiştirilmesi mümkün olmayan, ancak vicdanî yaklaşımları da gözardı etmeyecek derecede ince dokunmuş prensiplerle mümkündür. Bakınız: “Kıstas.”

4 “İnsan için ancak çalışması vardır.” Necm sûresi, âyet: 39.

Salih Özaytürk/ Keşif Yolculukları
 

out of whack

© ◄ Ayarsız..! ►
Forum Administrator
(Derd-i maişet) geçim temini bahanesiyle namazın niçin terk edilmeyeceğini, Beşinci Söz'deki hakikatlar çerçevesinde kısaca anlatır mısınız?

Birinci olarak; insan dünyaya geçim peşinde koşmak için değil, iman ve ibadet için gönderilmiştir. İnsanın asıl vazifesi iman ve ibadettir. Bu sebepten dolayı, geçim bahanesi ile insan, ibadetin özü hükmünde olan namazı terk edemez.

İkinci olarak, dünyada çalışmak ve geçim peşinde koşmak, insana bir meşguliyet olsun diye verilmiştir. Geçim peşinde koşmayı abartıp, bunu maksat ve gaye haline getirmek, yersiz ve saçma bir tutumdur. Tıpkı askerin asıl vazifesi olan talim ve cihadı terk edip, geçim meşgalesini gaye ve maksat haline dönüştürmesi gibi. Halbuki geçim bir eğlence, bir meşgaledir; yoksa insanın asıl vazife ve gayesi değildir.

Üçüncü olarak, geçim ve rızka Allah kefil olduğunu ayetleri ile ilan ediyor. Bu yüzden insan, rızık ve geçim noktasında endişelenip, asli vazifelerini unutacak kadar telaşlanması ile; Allah’a ve ayetlere karşı bir saygısızlık ve hürmetsizlik etmiş oluyor. Tıpkı askerin devlete güvenmeyip, kendi rızkını temin etmek için, çarşıda pazarda dilencilik etmesi gibi, insanın da geçim derdine düşüp, iman ve ibadet vazifesini aksatması, komik ve saygısız bir vaziyettir.


Sorularla Risale
 
Üst