Çocuk Eğitimi

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Kek mi, krema mı?

Yazar : Banu YAŞAR

Pastanın önce kekini mi, yoksa kremasını mı yersiniz? Ya da ikisini birlikte mi yemeyi tercih edersiniz?
Başlangıçta hiçbir şeyle bağlantısı yokmuş gibi görünen bu soru, aslında kişiliğimiz, tercihlerimiz ve hayatımızdaki öncelikleri belirleyiş tarzımızla ilgili ipuçları verir niteliktedir. Scott Peck, Az Seçilen Yol kitabında bununla ilgili olarak, hazzı geciktirme kavramından bahseder. Yani lezzeti erteleyebilme yeteneğinin daha çocukken kazanılması gereken bir özellik olduğundan söz eder. Bunu da pasta yeme şeklimizle ilişkilendirir. Genellikle pastanın en sevilen kısmı kremasıdır. Önce kremasını yemeye başlayan insanların lezzeti hemen yaşamayı isteyen, beklemeyi sevmeyen bir yapıda olduklarını söyler. Önce kekini yiyip, sonra kremasını yiyenlerin ise, alacakları lezzeti erteleyebilen, bekleyebilen insanlar olduklarını söyler. Bana göre ise, ikisini birlikte yemek daha sağlıklı olacaktır diye düşünüyorum. Çünkü hayat, ne tamamen elemdir, ne de tamamen lezzettir. Bazen hayatımızda sıkıntı verici, üzüldüğümüz olaylar yaşanırken, diğer taraftan güzel ve yolunda giden şeylerde beraberinde devam etmektedir. Zorluğu, sıkıntıyı veren beraberinde inanılmaz kolaylıklar da vermektedir... Bir taraftaki güçlüğe rağmen, diğer taraftan verdiği kolaylıkla adeta teselli etmektedir... Her şeyin olumsuz ve karanlık olduğunu ya da kötü gittiğini düşündüğümüzde ise, aslında duygularımızı kendimiz genelliyoruz. Olumsuz bakış açımızla, her şeyin de olumsuz gittiğini düşünüyoruz.
Hayatımızda her şeyin aynı anda yolunda ve iyi gitmesini istiyoruz, ayağımıza azıcık bir diken batsa hemen söylenmeye ve şikâyet etmeye başlıyoruz. Bütün lezzetlerin ve isteklerimizin ise, hiç beklemeden hemen olmasını, şimdi gerçekleşmesini istiyoruz. Yani beklemeyi ve ertelemeyi ya da büyümeyi bekleyemiyoruz... Çabaladıkça ve emek verdikçe, şifreyi çözerken bekledikçe büyüyebileceğimizi unutuyoruz sanırım... Hemen, şimdi olmasını istiyoruz, beklemeyi sevmiyoruz... Beklerken kazandığımız deneyimlerin en azından o süreçte farkına varamıyoruz... Bazen yıllar sonra, hepsini yaşamamız gerektiğini, ancak bu şekilde öğrenebildiğimizi fark edebiliyoruz. İnsan kendi bile fark etmeden büyüyor ve büyütülüyor.... Büyümenin ise sancılı bir süreç olduğunu, zaman geçmeden, beklemeden ve yaşadıklarımıza dışarıdan bakmayı öğrenemedikçe olmadığını düşünemiyoruz.
İnsan yapısı itibari ile aceleci olduğu için, imtihanın sırrı da burada başlıyor sanırım... Sıkıntıların hemen geçmesini, lezzetin de hemen gelmesini istiyoruz... Pastanın önce kremasını yiyip sevmediğimiz kekini ya sona bırakıyoruz, ya erteliyoruz ya da hiç yemek istemiyoruz... Sanırım ikisini birlikte yemenin tadını keşfettiğimizde, hayat daha çekilebilir, daha kolay gelecektir. Belki de, kendimizi soktuğumuz çıkmaz sokaklardan daha kolay çıkacağız, doğru yolları daha kolay bulup, şifreleri bile daha kolay çözeceğiz...
Bu sebeple çocuklarımızı yetiştirirken, onlara rehberlik ve yol arkadaşlığı yaparken, ileride yaşayacakları hayatın her haline de hazırlıklı olmalarının duasını yapmalıyız. Ölçüsüz şefkatimizle ve sınırsız vericiliğimizle isteklerini gerçekleştirirken, sorumluluklarını kendi üzerimize alırken, büyümelerine de engel olduğumuzu unutmayalım...
Şimdiki zamanın her istediği hemen olan, hiç ertelenmeyen, bekletilmeyen, yeter ki ağlamasın diye her istediği alınan çocukları için gelecek zaman neler getirir diye düşünüyorum... Her arzuları bekletilemeden yapılan çocuklar, büyüdüklerinde beklemek ve çabalamak zorunda kaldıklarında ne yapacaklar... Yine anne, babalarına mı koşacaklar ya da gerçekleşmeyen her arzularında kimi suçlayacaklar... Yaşayarak öğrenmesine izin vermediğimiz sürekli vericiliğimizle, onların bencilliğini mi arttırıyoruz... Beklemeyi sevmeyen benlikler mi yetiştiriyoruz... Her şeyle mutlu olmayan, çabuk sıkılan, tatmin olmayan bir nesil mi büyütüyoruz... Böyle düşününce bazen gereğinden fazla kullanılan şefkatinde yarardan çok zarar getirdiğini görebiliyoruz... Kendi hayatlarıyla ilgili sorumluluk almayı, çabalamayı daha küçük yaşlarda öğrenmeleri ve kazanmaları gerekirken, fark etmeden engel mi oluyoruz...
Bu sebeple daha küçük yaşlardan itibaren bizden bir şey istediklerinde hemen almayalım, biraz bekletelim, biraz zaman verelim... Ağlıyor, susmuyor, her istediği olsun istiyor, tutturuyor diye, her istediklerini, istedikleri anda yapmayalım.. Biraz ertelemekten hiçbir zarar gelmez... Aksine nefsinin arzularını kontrol etmeyi ve beklemeyi öğrenirler. Bunu ifade ederken de inatlaşarak değil, şefkatle ifade edelim... Bu konuda düşüneceğimizi ve yapabileceğimizi söyleyelim...
İnsan emek vererek, bekleyerek kazandıklarının daha çok kıymetini bilir ve ona daha çok sahip çıkar....

BANU YAŞAR / Psikolog&Psikoterapist
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
'Uyuşturucuya teşvik eden yayınlar ve müzikler var'

Madde bağımlılığı konusunda 40 yıldan bu yana önemli çalışmalar yürüten Prof. Dr. Özcan Köknel, gençlerin uyuşturucuya meyletmesi için kitaplar ve broşürler basıldığını, bazı müzik topluluklarının uyuşturucuyu teşvik ettiğini söyledi.

Köknel, "Benim elimde, turistlere yönelik bazı kitapçıklar var. 'Türkiye'ye geldiğiniz zaman uyuşturucuyu nerelerden alabilirsiniz, ne kadar ücret ödersiniz, bu madde ile yakalanırsanız ne kadar ceza alırsınız?' gibi bilgilendirici yeraltı yayınları var." dedi. Gençlerin korunması için ailelere, "N'olur çocuklarınıza sahip çıkın!" diye seslenen Özcan Köknel, uyuşturucu ile mücadelede en büyük sorumluluğun anne ve babalarda olduğuna dikkat çekti.
Yapılan araştırmalar, Türkiye'de uyuşturucu kullanımının ilköğretim okullarına kadar indiğini gösteriyor. 11-12 yaşındaki çocukların uyuşturucu bağımlısı hale gelmesi dikkat çekici. Öğrenciler arasında esrar, extacy hatta eroin kullananlar bile var.
Köknel, gençlik grupları arasında bu maddelerin kullanılmasıyla zihinsel gelişme kaydedileceği inancının yayıldığını aktardı. Özcan Köknel, 'Uyuşturucuları kullanırsanız zihinsel, bilinçsel açısından gelişirsiniz, yaratıcı, üretici olursunuz' denilerek gençlerin kandırıldığını ve bazı müzik topluluklarının da uyuşturucu kullanımını teşvik ettiğini iddia etti. Köknel şunları söyledi: "İnsanları en kolay elde edenlerden biri müzik ritimleridir. Bu ritimler ve şarkılardaki sözlerle gençler uyuşturucu kullanımına yönlendiriliyor. Metal müziklerinin gençlerin uyuşturucu kullanımını artırdığını yaptığımız araştırmalarla tespit ettik. Yine arabesk müziğin de uyuşturucu kullanımına etki ettiğini belirledik. Arabesk müziği dinlemenin esrar kullanımını artırdığına dair yapılmış araştırmalar mevcut. O müziği dinleyen gençler, şarkının sözlerini daha candan hissetmek için uyuşturucu kullandıklarını söylüyorlar."
Uyuşturucunun arkasında devlet görevlileri olabilir
Uyuşturucu kullanımının hızla arttığına, bunun çok büyük bir ekonomi haline geldiğine işaret eden Özcan Köknel, "Eğer bir ülkede uyuşturucu trafiği varsa, uyuşturucu kullananların sayısı artıyorsa, o maddeleri üreten yerler varsa, o ülkede mutlaka emniyet mensupları, politikacılar, kamu görevlileri, deniz ticareti yapan armatörler de bu işin içinde olabilir. Türkiye'de yakın geçmişimizde bunun birçok örnekleri var. Uyuşturucu ticareti yaptığı tespit edilen milletvekilleri var. Çünkü bunun arkasında çok büyük bir ekonomik güç var." ifadelerini kullandı.
Özcan Köknel, ebeveynleri uyardı: 'Senden adam olmaz' demeyin!
Gence, 'Sen adam değilsin. İşe yaramazsın. Aptalsın, serserisin. Senden adam olmaz, senin aklın ermez' gibi kişiliğine saygı göstermeyecek bir yaklaşımda bulunmayın. Böyle davranılan çocukların madde ve alkol kullanımı riski çok daha fazladır.
Ben öyle aileler gördüm ki çocuklarının ne yaptığından kimlerle ilişki içinde olduğundan, arkadaşlarının kimler olduğundan haberi yok. Ailesinden ilgi, anlayış, sevgi görmeyen çocuk, farklı şeylere yönelir.
Aile, çocuğun alkol ve uyuşturucu kullandığını nasıl anlayabilir?
Genç, arkadaş çevresinden ayrılıp başka bir arkadaş çevresine yönelirse bu bir soru işareti oluşturmalı ailede. Kimdir bu yeni arkadaşlar, özellikleri ne? Aileler mutlaka gencin arkadaşlarını tanımalı. Arkadaşlarının ailelerini de tanımalı. Gencin başarısında uyumunda bir düşüş varsa, okulda dersleri iyiyken birden başarısı düşüyorsa, huyları değiştiyse, daha çabuk kızıyorsa, dalıyorsa, para harcaması artıyorsa, eve geldiği zaman odasına kapanıyorsa, ailesiyle zaman geçirmek istemiyorsa dikkatli olmak gerekir.
ZAMAN
BARAN TAŞ
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Çocukla lisan-ı hal ile iletişim kurmalı
28 Ocak 2010 / 10:00
Çocuğunuzla, duygularını söze dökerek konuşun...

Şemsinur Özdemir'in haberi
Anne-babalar çocuklarını büyütürken kimi zaman onlarla ilişki kurmada sorunlar yaşıyor. Kendilerine göre olması gereken davranışları yaptıramayınca üzülüyor, geriliyor ve bazen de zor kullanıyor, hatta şiddete başvuruyorlar. Karşılıklı mücadele haline gelen ilişki şekli, her iki tarafın sinirli, agresif, inatçı tavırlarıyla sorun yumağına dönüşüyor. Oyun terapisti ve psikolog Nilüfer Devecigil, sabrının son demlerini yaşayan böyle anneye veya babaya önce durup kendisine bakmasını öneriyor. Çünkü, çocuk anne-babasının aynası ve orada ne görürse onu taklit ediyor. Ayrıca, çocuğun şikâyet edilen davranışlarından önce ebeveyni ile arasında 'o anda' nasıl bir ilişki yaşandığına dikkat edilmesi gerekiyor. Karşılıklı ilişkide konuşmanın ve duyguların ifade edilmesinin çok önemli olduğuna vurgu yapan Nilüfer Devecigil, ebeveynin, çocuğuna o anda yaşadığı duyguların farkında olduğunu ifade etmesi gerektiğini belirtiyor.

Devecigil'in bu önerisi, bu zamana kadar uzmanlar tarafından yapılan 'ilişkilerde konuşurken 'ben' dilini kullanma önerisinden biraz farklı. Genel olarak bilinen uygulamada şöyle denirdi: 'Sen şöylesin, böylesin, demek yerine, sen bunu yaptığında üzülüyorum, deyin. Karşı tarafı suçlayıcı bir üslup yerine kendi duygularınızı anlatın.' Nilüfer Devecigil ise, çocuklarla ilişki kurarken onu anladığının gösterilmesini öneriyor. Devecigil bunun uygulamasını şöyle anlatıyor: "Çocuğumuz düşer ya da bir şeye üzüldüğü için ağlar. Biz hemen ağlamasını kesip oyalamaya çalışırız. 'Biliyorum canın acıdı, uff oldu, kıyamam sana!' deyince daha çok ağlamaya başlar. Bu yüzden yapmayız ama tam da bunu söylersek çocuk duygusunun farkına varır. 'Evet, canım yanıyor, üzgünüm içimdeki his bu!' diyebilir. 'Şu an kızgınsın, evet. Kızgın olduğun zaman anneye vurmuyoruz ama 'Kızgınım anne!' diyebilirsin. Bu şekilde duygularını kelimelere döküyoruz. Çocuk, 'kızgınım, üzgünüm, mutluyum' diye algılamaya başlıyor ve daha sonra kendisi de duygularını söze dökebiliyor. Erkek çocuk için de bunu yapmak gerekiyor. Bu şekilde kızgınlığını davranışlarıyla değil de sözel olarak ifade edebiliyor.
Mesela çocuğumuza 'kardeşini kıskandığın için bunu böyle yapıyorsun' demekten korkarız. 'Kardeşinle ilgilendiğim için eskisi kadar oynayamıyoruz ve sen buna üzülüyorsun, biliyorum' deyin. Bunu duyunca 'evet, annem beni anlıyor' diyecek ve içindeki duyguyu fark edecektir. Bu tarz bir ilişki kurmak için 0-6 yaş çok önemli ama daha büyük çocuklarla da ilişki tarzı değiştirildiğinde iyi sonuçlar alınıyor. Hiçbir yaş geç kalınmış sayılmaz; çünkü duygusal sağlık hayatta en önemli şey. Bu olmayınca yetişkinlikte stres, intihar, delilik sorunları çıkıyor."

Nilüfer Devecigil, çocukların davranışlarını yönlendirmeyi amaçlayan terbiye yönteminin Amerika ve Batı ülkelerinde terk edilmeye başlandığını, artık ilişkinin önemsendiğini söylüyor. Davranışları düzelsin diye uygulanan ödül-ceza yönteminin de doğru olmadığını ifade eden Devecigil'e göre, bir çocuğa 'öyle yapma ben çok üzülüyorum' demek çözüm değil. Çocuk onu anne veya babası üzülüyor diye mi yapmamalı, yoksa yapmaması gerektiği için mi? Bu noktada zaten 'ceza-ödül' uygulamaları başlıyor. 'Çok güzel yapmışsın, al sana lolipop' veya 'harika olmuş, seninle gurur duyuyorum' gibi onay sözcükleri ile çocuklar ödüle bağımlı hale geliyor. Bunun yerine her seferinde çocuğun davranışlarını kendine döndürmek, örneğin, 'kendinle gurur duymalısın bu notu aldığın için. Bu resmi sen istediğin gibi yaptın' demek gerekli. Bu şekilde çocuk, gerçekten iyi yapıp yapmadığına bakmayı öğreniyor.

Çocuklar içine kapanıyor

Ödül veya ceza verilen çocukların duygularını bastırdığını ifade eden oyun terapisti ve psikolog Nilüfer Devecigil, çocuğunu yalnız uyumaya alıştırmak isteyen bir ebeveynin uygulamasını şöyle anlatıyor:
"Danıştıkları pedagog, yatağında uyuduğu her akşam için çocuğa bir yıldız, üç yıldızda da bir ödül vermelerini önermiş. Başta işe yaramış; çünkü çocuk ödüle odaklı, duygularına bakmıyor. Uzun dönemde çocukta başka sorunlar çıkıyor; çünkü üzüntü, kızgınlık, ihtiyaç gibi duygularının cevabını alamayınca kendini içine kapatıyor veya bağlanmayla ilgili sorunlar yaşıyor. Tepki gösteren, ağlayan çocuk aslında hâlâ yardım istiyordur. Kabullenen çocuğa 'ne uslu' deniyor. Oysa tepki vermemesi çok üzücü. Tepki verdiğinde ise konuşmak, duygularını fark ettirmek gerek.
Anne işten geldi ve çocuğu hemen onunla oynamak istiyor. O ise biraz dinlenmeyi planlıyor. Bu durumda 'Seninle oynamak istiyorum ama çok yorgunum.' diye konuşabilir. Çocuk ağlamaya başlayınca çocuğun hisleri söze dökülebilir."
Zaman
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Faruk ÇAKIR
Eğitim, eğitim, eğitim

Bursa, Orhangazi’de yaşanan bir hadise, eğitimin içinde bulunduğu durumu bir nebze olsun yeniden gündeme taşıdı. Kısaca hatırlamak gerekirse, bir ilköğretim okulunda sınıf başkanı ve başkan yardımcısı olan iki kız çocuğunun arkadaşlarına serzenişleri söz konusu idi. Sınıfta başkan yardımcısı olan kız çocuğu, hem kendisinin hem de ailesinin ‘fakir’ olmasından bahisle, “Arkadaşlar, fakir olduğum için öğretmenim beni sınıf başkanı seçmedi, bakın ben yırtık ayakkabılarla okula geliyorum” anlamına gelecek sözler sarfetmişti.
Eskiden olsa bu sözler Orhangazi sınırlarını aşmayabilirdi. Ama teknolojinin gelişmesi sebebiyle bu sözler videoya çekilmiş, ardından da ‘sosyal iletişim ağı’ adı verilen “facebook” benzeri paylaşım sitelerine atılmış. Dolayısı ile bu gelişmeden bütün dünya haberder olmuş, bu kısa ‘film’ en çok ‘tık’lanan görüntüler arasında yer almış.
Hadise burada bitmedi, gelişmeyi ‘para’ya tahvil etmek isteyen TV kanalları çocukları programa çıkardılar. Asıl ‘bomba’da TV ekranlarındaki canlı yayında patladı. ‘Şirin kız çocukları’ öğretmenlerinin TV’ye çıkmasına izin vermeyen valiye ‘tepki’ gösterirken, “Öğretmenime neden izin vermediler. O valilerin kalıplarına tüküreyim” deyiverdi. (Kanal D, “Beyaz Şov” programı, 29 Ocak 2010)
Televizyonlara yansıyan görüntüler izleyenlerin yüreğini burkmuş olacak ki, yapılan yorumlar ‘büyümüş de küçülmüş’ kız çocuklarını öven tesbitlerle dolu. Pek çok yardımsever kişi ve kuruluş da maddî yardım yapmak için harekete geçmiş. Bunlar elbette güzel haberler, fakat hadisenin başka cepheleri de var. Öncelikle, yıllardan beri uygulanan ‘tek tip kıyafet’in yaşanan fakirliği örtmeye yetmediği görüldü. Diğer bir nokta da, pek çok öğrencinin fakirlik sebebiyle sıkıntı çekmeye devam ediyor olmasıdır.
Kız çocuklarının sözleri tebessümle karşılanmış olsa da, büyükleri hakkında kullandıkları dil hepimizi düşündürmelidir. Bir ilkokul öğrencisi, “O valilerin kalıplarına tüküreyim” diyebilir mi? Dese, bu söz duymazdan gelinip ‘tebessümle’ karşılanabilir mi?
Yanlış anlaşılmasın: Bu sözü sarf ettikleri için o minikleri suçluyor değiliz. Dikkat çekmek istediğimiz nokta, eğitimin, ailenin ve çevrenin geldiği noktadır. Aslında o sözleri o minik çocuklar söylemedi. Söz onların ağzından çıktı, ama gerçekte o sözü okul, eğitim, aile, sokak ve ev halkı söylemiş sayılır. Dilin kirlenmesi, ‘argo’nun hayatımızı teslim alması, internet ve ‘mesaj’ dilinin hayatımıza hakim olması büyük bir tehlike. İşte, hepimizi düşündürmesi gereken nokta da budur.
Üzülmeyi gerektiren bir nokta daha var: Benzer hadiselerde olduğu gibi, Bursa’daki kız çocuklarının ‘fakir’liği ortaya çıkınca harekete geçen ‘sistem’ niçin bu fakirliğe karşı mümkün olan bir çözüm bulamıyor? İki yıl önce de Van’da benzer bir hadise meydana etmişti. Hakkâri ve Çukurca’dan göç eden ailelerin yerleştiği Van’ın Beyüzümü Mahallesindeki Vali Adnan Darendeliler İlköğretim Okulu öğrencilerinin ‘yırtık ayakkabı’larla okula gitmesi hayırseverleri harekete geçirmişti. (Star, 26 Aralık 2008) Bütün ‘fakir’ öğrenciler, yardım görmek için manşetlere taşınmayı mı bekleyecek?
Türkiye’yi idare edenlerden ricamız, ‘fakir öğrenciler’ konusuna biraz daha ciddî yaklaşmaları, ‘sıcak koltukları’ndan kalkmaları ve kalıcı çare bulmalarıdır. “Büyümüş de küçülmüş” öğrencilerimizden de ricamız, “her şeye rağmen” ağızlarından kötü kelimelerin çıkmaması. Ayrıca, bu noktada hepimize vazife düştüğünün de farkına varalım.
03.02.2010
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
M. Latif SALİHOĞLU
Uzak tutun çocukları, başkent haberlerinden

Başkent Ankara, şu sıralar yüksek gerilim hatlarının etkisi altında. Kalp çarpıntıları artmış, tansiyon tehlike sınırına gelip dayanmış durumda.
Bu böyle gitmez, gitmemeli.
Yaşanan didişme, çekişme, bilek güreşlerinin ülkeye, millete faydası yok.
Cumhurbaşkanı Gül, yaşanan kısır çekişmeleri "çıkmaz sokak" şeklinde niteleme ihtiyacını duydu.
Tartışmanın göbeğinde, adlî, siyasî ve askerî cenahtan kilit noktasındaki bazı şahısların sözleri, tartışmalı müdahaleleri, şüpheli hal ve hareketleri yer alıyor.
İşin içyüzü, tam olarak bilinmiyor, bilinemiyor. Hareketli hava akımları sebebiyle, atmosfer günü birlik, hatta bazen saat başı değişiyor.
Adı geçen kurumlarda şiddetli sancıların yaşandığı muhakkak. Ancak, kimin ne yapmak istediği, kimin hangi hedefe doğru yürüdüğü ve hangi akla hizmet ettiği tam olarak kestirilemiyor.
En azından, kamuoyu nezdinde durum son derece muğlak ve muammalı bir görünüm arz ediyor.
Doğru dürüst bir iş görülemiyor, dört başı mamur bir hizmet yapılamıyor.
Bir gürültü patırdıdır, almış başını gidiyor.
Üniversiteyi hayal eden gençler, tam bir muammaya dönüşen katsayı derdiyle sinir harbi yaşıyor. Stres altında ders çalışma, sınavlara hazırlanma talihsizliğini yaşıyor.
Başörtü serbestliği içinde üniversitede okuma hayali, iyiden iyiye sukûta dönmüş durumda.
Demokratik açılımın ne olduğu daha bilinemeden, kışkırtılan ümitler kahredici bir anafora yakalanarak tarumar edildi.
Ekomomik sıkıntı ve işsizlik derdi baştan aşma raddesine gelmişken, bu cihetten de ferahlık verecek kapılar bir türlü açılmıyor açılamıyor.
Bütün bu handikaplar yetmiyormuş gibi, şimdi de siyasî, askerî ve adlî makamların zirvesi kara bulutlarla kaplandı.
Ortalık, bakanların, generallerin ve koskoca hakimlerin yüksek voltajlı beyanatlarından geçilmez hale geldi.
Üstelik, bütün bu elektrikli beyanat ve iğneleyici çıkışların ucu sivri okları doğrudan "çıkmaz sokağı" gösteriyor.
Cumhurbaşkanı bile, durumu böyle tarif ediyor; ama, anlaşılan o ki onun da elinden fazla birşey gelmiyor.
Tozun dumana karıştığı bu manzara büyükleri bir olumsuz yönde etkilerken, gençler ve bilhassa çocuklar açısından daha fazla sarsıcı olduğu muhakkaktır.
O halde, çocukları bu havalardan mümkün olduğunca uzak tutmak lâzım.
Evet, çocuklarımızı Başkent merkezli kavgaların, çekişmelerin, didişmelerin yer aldığı haber programlarından uzak tutmak durumundayız.
Aksi halde, kendi elimizle onların sinirli, asabi, agresif, kavgacı... mizaca bürünmesine sebebiyet vermiş oluruz.
Çocuklarımız, Ankara mahreçli haberlere değil, derslerine odaklansınlar.
Tv başında "son dakika" krampları yaşayacaklarına, hikâye okusunlar, deneme makaleleri okusunlar.
Gazetelerde yer alan çarşaf çarşaf sataşma, didişme haberlerine bakacaklarına, yaşıtlarıyla zekâ geliştirici oyun oynasınlar.
Sizce de böylesi daha doğru, daha istifadeli olmaz mı?
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Hz.Hasan ve Hüseyin gibi çocuklar yetiştirmek
29 Mart 2010 / 21:00
Çocuklar, anne ve babalarına Allah'ın imtihan vesilesi kılarak verdiği emanetlerdir

Hiçbir çocuğun 'sahibi' anne-babası olmadığı gibi yetiştirilmesi ve sorumluluğu da anne-babasıyla sınırlı değildir. İslam fıtratı üzerine yaratılıp, hiçbir şekle girmemiş tertemiz kalplere sahip çocuklara, anne babaları şekil vermektedir. Temiz bir toprak gibidir çocuklar, o temiz toprağa hangi tohum ekilirse onun mahsulü alınacaktır.
Namaz, küçükken öğretilmelidir!
Öncelikle şunu belirtmek gerekir; 'o daha küçük, büyüyünce başlar' düşüncesi problemli bir düşüncedir. Büyüyünce namaz kılmak zor gelmesin diye çocuklar, daha küçükken namaza alıştırılmalıdır. "Kılacaksın, kılmazsan dayağı yersin" gibi Peygamberi ahlaka uymayan yakışıksız cümleler yerine, sevgi dolu ama özellikle açıklayıcı ve ikna edici cümlelerle namazı çocuklarımıza anlatmak durumundayız.
İslam'ın getirdiği esaslar, İslami bir dilden şaşmadan çocuğun da anlayabileceği bir dil de anlatılmalıdır. Yaptığı işleri, adet olarak değil farkına vararak ve şuurla yapması gerektiğinin öğretilmesi gibi çocukları ikna edici cümlelere kurmak gerekir. Sözgelimi, yemek yiyor olmamızın asıl maksadının, kulun Rabbine ibadet etmesi, vatanına ve milletine faydalı hizmetlerde bulunması ve bütün insanların saadeti için çalışması olduğu öğretilmelidir. Dünyada bulunmamızın ve yaşıyor olmamızın gerekçesinin, ahiret için azık toplama olduğunu çocuklarımıza iyice kavratmak durumundayız.
Peygambere ümmet yetiştirmek!
Allah'ın bir emaneti olan çocuklarla ilgili ilk vazife ve görevimiz, onları her şeyin sahibi olan Âlemlerin Rabbi Allah'ın rızası doğrultusunda yetiştirmektir. Her Müslüman'ın ilk vazifesi, kız olsun erkek olsun, çocuklarına İslam'ı öğretmektir.
İslam'ı öğretmek, İslam'ı bir bilgi kaynağı olarak onlara ezberlettirmek demek değildir. Haram ve helallere riayet etmeyen ama bütün bunları öğrenen çocuklara, ebeveyni İslam'ı aktarmış sayılmayacaktır. Bir hayat nizamı olarak İslam'ın çocuklara öğretilmesi, o nizamın ilk elden önce anne-babada vücut bulmasıyla mümkündür. Dört koldan ailemize yapılan saldırılara karşı önlem almadan, İslam bir hayat nizamı olarak ev içerisinde yaşanılamayacaktır.
Çocuk dövülemez!
Çocukları, iyilik adına dövmek diye bir şeyin varlığı söz konusu değildir. Çocuklara güzelliği çirkin bir fiille dayatmak mümkün müdür? Elbette değildir. "Ama sözümüzü dinlemiyor" yeterli bir gerekçe değildir. Ne kadar uğraşıldığı ve ne kadar ikna edilmeye çalışıldığı önemlidir.
Terbiyede dayak olmaz.
1- Çocuğu dövmek, ahlâkının bozulmasına yol açar.
2- Devamlı dayak yiyerek büyüyen çocuğun esnekliği kalmaz, katı olur.
3- Dövülmek, çocukta anne-babaya karşı kızgınlığa yol açar. Çocuk kendi yaptığının kötü bir şey olduğunu düşünmez, kendini suçlu görmez, kendini döveni suçlar.
4- Dövülen çocuk, kızdığı zaman, o da şiddete başvurur, bir başkasını döver. Böylece dayak vicdanlı olmaya değil, saldırganlığa sebep olur.
5- Uzmanların ciddi bir kısmının da belirttiği gibi sözden anlayacak yaştaki çocuğa dayak atılmaz. Sözden anlamayan çocuğa ise -çok gerekliyse- hafifçe vurmak yeter. Başa, yüze tokat atmak, sopa ile dövmek asla Peygamber ahlakıyla bağdaşmaz.
Sosyal etkinlik ahlakı da tamamlar
Spor yarışmaları düzenlemek, çocuğun bedensel yapısının oluşturulmasında ve geliştirilmesinde oldukça etkili bir yoldur Bu yol, çocuğun kendi fizik yapısına, oyun ve spora gereken ihtimamı göstermesine destek verir Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, amcası Abbas oğullarının çocukları arasında koşu yarışı düzenlemiş ve yarışı kazanan çocuğa kucağını açıp, çocuğu sevmişti.
Allah Resulü'nün uygulamalarından öğrendiğimiz kadarıyla, çocukların oyun oynamasına izin verilmesi hatta onların bu maksatla teşvik edilmesi gerekmektedir. Bu etkinlikler, çocukların sosyal zekâlarını ve karakterlerini geliştirecektir. Burada da anne babaya düşen, çocuklarının helal ve haram dairesinde kalıp kalmadıklarını takip etmek ve onları güzele yönlendirmektir.
'Onlar benim dünya fesleğenlerimdir'
Ebu Eyyûb Ensârî (ra) anlatıyor: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in yanına girmiştim. Hasan ile Hüseyin Hz. Peygamber'in önünde ya da kucağında oynuyorlardı.
Ben: 'Onları seviyor musun ya Resûlullah?' dedim. Bunun üzerine O: 'Nasıl sevmem onları? Onlar benim dünya fesleğenlerimdir; onları koklarım' buyurdu. [Taberani]
'Ne güzel atlıdır onlar'
Ömer bin Hattab (ra) şöyle anlatmıştır: Hasan ile Hüseyin'i Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in iki omzunda gördüm. Ben: 'Altınızdaki at ne güzel' dedim. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: 'Ne güzel atlıdır onlar' buyurdu. [Heysemi]
Resûlullah, izin veriyor!
Hz. Aişe Validemiz şöyle anlatıyor: Habeşliler mescidde oynuyorlardı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bana perde oldu da onların oyunlarına bakıp seyrettim. Böylece seyretmeye devam ettim. Nihayet bakmaktan ayrılan ben oldum. Oyun ve eğlenceye düşkün genç yaştaki bir kızın bunu ne ölçüde arzu edeceğini artık siz takdir edin! [Buhari, Müslim, Nesai]
Resûlullah, torunu ile gülüşüyor!
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, muhtelif yerlerde çocukların oyun oynadığını görmüş ve onları yadırgamamıştır.
Cabir (ra) anlatıyor: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile beraberdik. Derken bir yemeğe davet edildik. Giderken Hüseyin'in çocuklarla birlikte yolda oynadığını gördük. Allah Resulü hemen insanların önüne geçti. Sonra (Hüseyin'i kucaklamak için) kollarını açtı. Çocuk ise yakalanmamak için şuraya buraya kaçmaya başladı. O esnada Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, çocukla gülüşüyordu. Nihayet onu yakaladı ve bir elini çocuğun çenesinin altına diğer elini de ensesine koydu. Çocuğa sarılarak öptü ve şöyle dedi: "Hüseyin bendendir, ben de ondanım. Kim onu severse Allah da onu sevsin. Hasan ile Hüseyin torunlardan iki torundur." [Ahmet bin Hanbel]
Milli Gazete
 
Üst