Bediüzzaman Said Nursi'nin Hayatı

Nurun Ala Nur

Düzenleyici
Moderator
bediuzzaman-said-nursi.jpg

Bediüzzaman Said Nursi'nin Hayatı

Bediüzzaman Said Nursi, 1873'te Bitlis in Hizan ilçesine bağlı İsparit nahiyesinin Nurs köyünde doğdu. Babasının adı Mirza, annesinin Nuriye'dir.Ağabeyi Molla Abdullah'ın ilim tahsil etmesinin kendisine kazandırdığı itibara imrenerek 9 yaşında Tağ köyünde Muhammet Emin Efendi'nin medresesinde(alttaki resim) öğrenime başladıysa da çok geçmeden Nurs'a döndü ve haftada bir gün gelen ağabeyinden temel bilgileri öğrenmekle tahsilini devam ettirdi. Öğreniminin en verimli safhası, 15 yaşındayken 1888'de Muhammet Celalî'den ders aldığı üç aylık devredir. O zattan Molla Cami'den nihayete kadar, ortalama on yılda okutulan bütün metinleri üç ayda okuyup diploma aldı. Kitaplardan sadece anahtar bilgileri öğreniyordu.alet ilimlerini kapsayan bu Öğrenimin ardından, sıcaktan kavrulmuş toprağın suyu yutması gibi temel ilimlere yöneldi. Usûl'den Cem'ül-Cevâmi, Kelâm'dan Şerhül-Mevâkıf gibi ağır metinlerden günde ortalama iki yüz sayfalık bir kısmı anlayarak okuyordu.Bu sıralarda Şirvan'daki ağabeyinin yanına gittiğinde icâzet aldığını söyleyince o inanmamış, sıkı bir sınamadan sonra küçük kardeşinin kendisini geçtiğini görerek talebelerinden gizlice ondan ders almaya başlamıştı.Siirt'te Molla Fethullah da imtihan sonucunda durumunu tespit etmiş, yanında bulunduğu bir hafta içinde, günde bir-iki saatlik meşguliyetle Sübkî'nin Usûl-i Fıkh'a dair Cem'ül Cevâmi eserini ezberlediğini görünce "Zeka ile hafıza kuvvetinin ifrat derecede bir kimsede bir araya gelmesi nadirdir" deyip hayretini belirtti ve kitabına şu cümleyi yazdı: "Cem'ül Cevâmi Kitabının tamamını bir haftada ezberlemiştir." sonunda ünü, Siirt, Bitlis gibi bölge valilerinin, O'nu korumaya mecbur kalacakları boyutlara vardı.

Tillo'da Kubbeyi Haşiye türbesinde inzivada Kamus'u Muhit'i ezberlerken bir gece Abdülkadir Geylâni'yi rüyasında görür. "Git Miran aşireti reisi Mustafa Paşa'yı hidâyete davet et; zulümden vazgeçip namaza, emr'i ma'rûfa başlasın" der. Molla Said, derhal Miran aşiretine doğru Tillo'dan hareket eder. Büyük bir cesaretle tebliğini yapar. Paşa, onu öldürmeye kalkar fakat sonunda yola gelir. Bir süre Mardin'de ikamet eden Molla Said, çok genç yaşta içtimai ve siyasî hadiselerle ilgilenmeye başlar. Kendisinden endişelenen Mardin mutasarrıfı onu, muhafızlarla kelepçeli olarak Bitlis Valiliğine sevk ettirir. Namaz kılmak için kelepçelerinin çözülmesini ister. Jandarmalar kabul etmeyince kendisi açar. Jandarmalar, bu hali keramet addedip hayretler içinde kalırlar; özür dileyip her türlü hizmete amade olduklarını söylerler. İleriki yıllarda Bediüzzaman'a; "Kelepçeleri nasıl açtın?" diye sorulunca "Ben de bilmiyorum, olsa olsa namazın kerametidir." diye cevap vermiştir. Bitlis'te vali ile bazı memurların içki alemi yaptıklarını öğrenince emr-i maruf yapar. Önce hiddetlenen vali, az sonra onu geri çağırtarak, "Herkesin bir üstadı vardır. Artık benim de üstadım sensin der." der. İş, bu Vali Ömer Paşa ona sarayında yer ayırır, ısrarla iki sene misafir eder, kızı ile evlendirme isteğini Bediüzzaman kabul etmez. Birgün meşhur şeyhlerden Muhammet Küfrevî'nin kendisine beddua ettiğini işitince onu ziyaret eder. Küfrevi hazretleri kendisine iltifat edip teberrüken ders verir. Said'in bir hocadan okuduğu en son ders budur. Böylece o haberin asılsız olduğu da ortaya çıkmıştır. Van Valisi Hasan Paşa'nın daveti üzerine 1893'te 15 yıl sürecek olan Van ikametini başlar. Burada öğretim ve irşat hizmetini yaparken hükümet görevlileri ve muallimlerle de temasta bulunur; geleneksel ve Kelâm ilminin, İslam akâidini yeni dünya şartları karşısında açıklamaya yetmediği kanaatine vardı ve fen bilimlerini öğrenmeye koyuldu. Coğrafya, matematik, fizik, kimya, jeoloji, astronomi, biyoloji, tarih ve felsefe'ye dair kitapları, o ilimlerin uzmanlarıyla konuşacak derecede öğrendi. Molla Said, kendisine has bir öğretim usûlü geliştirdi. İlim ehli, ona "Bediüzzaman" lakabını vererek değişik özelliklerini ifade etmek istediler. Bulunduğu ortamda yaşayan âlimlerden, şu yönlerde farklı bir tutumu vardı: 1-Maaş ve hediye kabul etmiyordu. 2-Kendisine sorulan tüm sorulara cevap verdiği halde ilim ehlinden hiç kimseye soru sormuyordu. 3-talebelerini da zekât ve hediye kabulünden men ediyordu. 4-Dünyada mücerred kalmak istiyor; ev, bark, eşya, aile kaydı altına girmiyordu.

Günün birinde Vali Tahir Paşa, bir gazetedeki şu müthiş haberi gösterir: İngiltere Sömürgeler Başkanı Gladston, mecliste Kuran'ı gösterip "Müslümanları bu kitaptan uzaklaştırmadıkça onlara tam hâkim olamayız." demiştir. Bu dehşetli haber, Bediüzzaman'ın şahikasına ulaşmış olan iman heyecanında dalgalanmalar meydana getirerek ; "Kuran'ın sönmez ve söndürülemez mânevi bir güneş olduğunu Dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!" der. Fen bilimleri adına Batı'dan gelecek dalâletlere karşı koymak üzere ideal edindiği üniversiteyi Van veya Diyarbakır'da açmak düşüncesiyle 1896'da İstanbul'a gider.Netice alamayınca aynı maksatla 1907 yılında İstanbul'a ikinci defa gitti.İstanbul Fatih semtindeki Şekerci Han'a yerleşir. Kısa zamanda İstanbul'da şöhreti yayıldı.Dinî ilimler alanında sorulan her soruya ikna edici cevaplar dair o zaman üniversite öğrencisi olup bizzat kendisine soru soran Hasan Fehmi Başol (Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi ve başkanı), Ali Himmet Berki (Yargıtay Başkanı) gibi birçok şahit vardır.
Hilafet merkezinde siyasî temaslarla İslâm'a hizmet eden Bediüzzaman meydanlarda, kürsülerde sık sık görünüyordu.meşrutiyetin ilanından sonra bazı arkadaşlarıyla İttihad-ı Muhammedî cemiyetini kurdu.Bütün Müslümanları üyesi sayan bu cemiyet, hızlı bir gelişme kaydetti. Geldiği ileri sürülen "Hürriyet"in şer'î sınırlar çerçevesinde kalması için gayret gösteriyordu. Devrin siyasi şartları içerisinde ve kaygan siyaset zemininde, geleneksel saltanat idaresinin devamının zor olduğun düşünüyor, bundan dolayı meşrutî idareyi bir çare olarak görüyordu. "Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlâl" diyordu.Said Halim Paşa, Babanzade Ahmet Naim, Filibeli Ahmet Hilmi, Mehmet Akif, Elmalılı M.Hamdi gibi birçok İslâmcı ilim ve fikir adamı da böyle düşünüyorlardı. Fakat çok geçmeden İttihat ve Terakki hükümetinin, daha çok menfi tesirler altına girdiğini görünce doğru bildiğini söylemekten geri durmamıştır. Bu arada 31 Mart hadisesi oldu; birçok hoca arasında o da tutuklanıp idam istemiyle yargılandı. Sıkı Yönetim Mahkeme Başkanı Hurşit Paşa'nın: "Sen de Şeriat istemişsin öyle mi?" sorusuna şu cevabı verdi: "Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım.Zira Şeriat, sebep-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir.Fakt ihtilalcilerin istediği gibi değil!" Kendisine yapılan ithamlara karşı yaptığı uzun savunma, daha sonra iki defa tab edilmiştir. Cesurca müdafaası neticesinde idam beklerken beraat etti. Mahkeme heyetine teşekkür etmeksizin mahkemeden çıktı. Beyazıd'dan Sultanahmet'e kadar kendini izleyen bir halk kitlesi önünde "Zalimler için yaşasın cehennem!" nidasıyla ilerledi. İsyan eden sekiz taburu itaate sevk ettiği sabit olunca Sıkı Yönetim Mahkemesi, onun isyana katılmadığını anlamış ve beraat ettirmişti. bu olaydan sonra İstanbul'da fazla kalmaz, 1910 yılında Van'a gitmek üzere İstanbul'dan ayrılır, Batum yoluyla Van'a giderken Tiflis'e uğrar. Tiflis'te Şeyh San'an tepesinde bir Rus polisiyle ilginç bir konuşması olur.İslam'ın geleceğinden ümitli olduğunu ifade etmesi üzerine polisin çağdaş Müslümanların esir, zayıf fakir olup varlık göstermelerinin imkansız olduğunu söylemesine karşılık verdiği şu keramet cevap 90'lı yıllardan sonra meşhur olmuştur: "Müslümanlar tahsile gitmişler ; işte Hindistan, İslâm'ın kabiliyetli bir evladıdır, İngiliz lisesinde okuyor. Mısır İslam'ın, zeki bir mahdumudur, İngiliz Mülkiye mektebinden ders alıyor, Kafkas ve Türkistan İslam'ın iki bahadır oğullarıdır, Rus harbiyesinde talim ediyorlar" Daha sonra Van bölgesini dolaşarak ilmî içtimaî konularda etrafı aydınlatır. Gezileri esnasında kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplar, Münâzarat adlı bir kitapta toplanmıştır. 1911 kışında Şam'a gittiğinde oralı bazı âlim dostlarının ricası üzerine Emevi Camii'nde tarihi bir hutbe verdi(bu hutbenin Arapça orijinali küçük bir kitap halinde iki defa yayınlandıktan sonra bizzat müellif tarafından Türkçe tercümeside yayınlanmıştır).

Bu hutbede İslâm dünyasını geri bırakan etkenlerin şunlar olduğunu tespit eder:

  1. Yeis.
  2. Toplum hayatında sıdkın (doğruluğun) ölmesi.
  3. Düşmanlık arzusu.
  4. Müminleri birbirine bağlayan manevi bağları bilmemek.
  5. İstibdat. (Baskı).
  6. Şahsî menfaat peşinde koşma.
Bu hastalıkların ardından tedavi yollarını da göstermektedir. Bu hutbenin bir yerinde, 50 sene sonra gelecek nesillere hitap ettiğini söyler ki, yirminci asrın son üçte birinde onun eserlerinin daha büyük bir yayılma göstermesi, bu hitabın tam yerinde olduğuna delil teşkil eder. 1913 yılında, Van'da kurmayı planladığı üniversite için devlet, 19 bin altın tahsis ettiyse de şimdiki üniversite kampüsünün de yerleştiği Edremit semtinde temeli atılan üniversite, 1. Dünya Savaşı sebebiyle tamamlanamadı. 1915 yılında cihat fetvasına beş alimden biri olarak imza attı. Fetvayı kuzey Afrika'da dağıtıp Van'a döndü.Bediuzzaman, fiilî olarak da cihadın içindeydi. Kafkas cephesinden sonra Van ta- rafına geçip, Anadolu savunmasına katıldı Çoğunu talebelerinin oluşturduğu gönüllü milis kuvveti, beş bin kadar askerden meydana geliyordu. Bir yandan bu alaya kumanda eder iken fırsat buldukça at üstünde talebelerinden Molla Habib'e İşârât'ül-İ'caz tefsirini Arapça olarak yazdırıyordu. Bitlis müdafaası esnasında birliğinden üç talebesiyle kalıncaya kadar çarpıştı. Sonra yaralı bir vaziyette esir düşüp Sibirya'daki Koşturmaya'ya gönderildi. Bir esir kampını teftişe gelen Rus Başkumandanı Nikola Nikolaviç'in önünde herkes ayağa kalkarken o kalkmadı.Sebebi sorulunca; "Ben, İslâm alimiyim. İmanlı kimse, bir gayrimüslime kıyam edemez" cevabını verdi.Kumandan idamını emretmişken Bediüzzaman'ın son arzusu olan iki rekâtlık namazından sonra emrini geri aldı.Bu hadiseyi kendisi anlatmamış, esir kampında beraber bazı zâtların tanıklığına dayanarak tarihçi Abdurrahim Zapsu [1] yayınladıktan sonra tasdik etmiştir. Komünizm ihtilali ile sarsılıp bölünen Rusya'nın karmaşıklığından faydalanarak 4 yıl süren esaretten firar ile kurtulup Petrsburg, Varşova, Viyana yoluyla 1334 yılında İstanbul'a dönmeye muvaffak olur.
Dünya savaşından donra, 1918 yılında kurulup Osmanlı Devleti'nin en din kurulu durumunda olan Dar'ül-Hikmeti'l-İslâmiye üyeliğine Orduy-ı Hümayun adayı olarak tayin edildi. Bu kurulda İzmirli İsmail Hakkı, Şeyh Saffet (yetkin) gibi zâtlar üye olup Mehmet Akif de kurulun genel sekreteriydi. Harbin sonuna doğru İngiliz siyasetinin iç yüzünü ortaya koyan Hutuvvât-ı Sitte adlı risâlesini yayınlamış ve İstanbul'un her tarafına dağıttırmıştı. İngilizler 1920 yılında İstanbul'u işgal edince bu risâle, İngiliz Başkumandanına gösterilir ve Bediuzzaman'ın bütün kuvvetiyle aleyhte bulunduğu kendisine ihbar edilir. Kumandan onu idam etmeye niyetlendiyse de böyle bir hareketin, Doğu Anadolu'da büyük bir kargaşaya ve İngiliz aleyhtarlığına sebep olacağı yönündeki uyarıları dikkate alarak bu kararından vazgeçer. İşgal döneminde İngiltere Angligan Kilisesi baş papazı, İslâm hakkında kapsamlı altı soru hazırlamış ve yetkili din âlimlerinin cevaplarını istemişti. Elmalılı Muhammet Hamdi Yazır, Abdülaziz Çavuş gibi bir kaç zât, küçük bir kitap çapında cevaplar hazırladılar. Bediuzzaman ise "Ben, onlara bir tek kelimeyle bile cevap vermem. Cevabım tükürüktür" deyip bu tutumunun sebebini şöyle açıklamıştır: "Çünkü zalim devletin, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, papazlarının mağrur bir eda ile suâl sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım gelir." Bu cevap, onun farkını ve mizacını gösteriyor. Üstat, bu kişilerin maksatlarını keşfedip: "İşte biz, adamı böyle yeneriz. Şayet sizin dininiz hak olsaydı bu perişan vaziyete düşmezdiniz. Şimdi bizim üstünlüğümüzü anlayın bakalım!" dercesine bu soruları yönelttiklerini keşfedip bu ağır cevabı vermişti. 5 Mart 1920'de Hamdullah Suphi, V. Ebuzziya, Mazhar Osman, F. Kerim Gökay, Süheyl Ünver, M. Şekip Tunç ve Hakkı Tarık Us ile Yeşilay'ı kurdu. 1921 yılının Ocak ayında İskilipli Atıf Mustafa Sabri, Ermenekli Saffet efendilerle Müderrisler Cemiye'tini kurdu. Anadolu'da başlatılan İstiklâl hareketini destekledi. Şeyhülislâm Dürrizâde'nin bu hareket aleyhindeki fetvasının, esaret altında verilmiş olduğundan geçersiz olduğunu belirtti.
İstanbul'daki önemli ve başarılı hizmetlerinden dolayı Ankara hükümeti, onu Ankara'ya davet etti. "Ben tehlikeli yerde mücadele etmek istiyorum" diyerek bu teklifi kabul etmedi. Zaferden sonra 9 Kasım 1920'de davet tekrarlandı ve bu defa kabul etti. Meclis'te, resmî karşılama töreni yapılmasına dair karşı çıktı.Mebusların dinî yönden lakayt olduklarını görünce 19 Ocak 1923'te üç sayfalık bir beyanname dağıtarak onları uyardı.Namaz kılanlara altmış mebus daha katıldı.Namazgâh olan küçük bir odayı, büyük bir mescit haline getirtti.İdealindeki üniversiteyi gündeme getirdi; 163 milletvekilinin oyu ile bu iş için 150.000 banknot ödenek ayrıldı. Bediüzzaman, İslâm âleminde bir diriliş olacağına dair kuvvetli ümidi sebebiyle Ankara'ya gelmişti.Gençliğinden bu yana tüm çabaları hep bunun içindi.Siyasî açıdan bu yöndeki son teşebbüsü, Ankara'da oldu.Fakat karşısına kuvvetli engeller çıktı. Bir gün Meclis'te, Mustafa Kemal Paşa ile iki saat kadar görüşmüş; yapılacak inkılâbın Kuran'dan kaynaklanması gerektiğini, Avrupalıları taklit etmenin doğru olmayacağını anlatmıştı.Mustafa Kemal, Bediüzzaman'ın nüfûzundan istifade etmek için ona mebusluk, Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye gibi Diyanet'te azalık ve Şark Umumi Vaizliği'ni teklif eder.Fakat Bediüzzaman kabul etmez. Meclis'teki ortamı da değerlendirerek siyaset alanında yapacağı bir şey kalmadığını düşünür; Van'a gidip Erek dağında bir mağarada inzivaya çekilir. Bu düşünce, aslında başka bir alandaki hareketi planlamak gayesiyle yapılan bir gerilim, koşmak için yapılan bir geri çekilmeydi.Dalâletin, ilim ve medeniyet kisvesiyle girdiği, yöneticilerin çoğunun Avrupai fikirlere meftun olduğu, dini faaliyetlerin yasaklandığı, dinî eğitim veren okulların kapatıldığı, totaliter tek parti yönetimin hâkim olduğu bir dönemde teşkilâttan mahrum olarak dinî hizmet realitede yok sayılırdı.Bediüzzaman, neticesiz kalmaya mahkum ani çıkışlara iltifat etmemiş;İslâm beldelerinden birine yerleşme, orada hizmete devam etme tekliflerini de kabul etmemiştir.O, her zaman mücadelenin kızıştığı yeri tercih etmiştir.
Bediuzzaman'ın Sürgün Edilmesi

Diyarbakır tarafında ortaya çıkan şeyh Said hareketine katılmadığı halde o kıyamın neticesinde(Şubat 1925), kış mevsiminde Erzurum ve İstanbul'dan sonra Burdur'a sürüldü.7 ay orada kaldıktan sonra büsbütün tecrit etmek gayesiyle 1926'da, Isparta'ya bağlı dağlık ücra bir köy olan Barla'ya gönderildi.
Barla da tecrit etmesine rağmen, Allah Teâlâ, kendi hesabının, mahlukların hesabını bozacağına aşikar bir delil göstermek istiyordu.dağ başında bir köydeki birkaç köylüyle bile görüşmesi yasaklanmış, devamlı gözetim altında ihtiyar, garip, fakir bir insanın yazdığı hakikatleri dünyanın her tarafına yayıp hidayete susamış gönüllere ulaştırabileceğini gösterdi.Yanında Kurân-ı Kerîm'den başka kitabı yoktu. Barla öyle bir dirilişe kaynak oldu ki bir tarihçinin tespitiyle "Türkiye'de dinsizlerin planını altüst etti." İman hareketi, dolaylı olarak içtimaî bir de netice aldı; Ceberrut Halk Parti idaresini de deviren hareket oldu. Barla sürgünü ile Bediüzzaman'ın, 1925-1960 yılları arasında 35 yıl süren hapis, sürgün, baskı dönemi başlamıştı.Üstat, yazma bilmekle beraber hattı düzgün ve güzel değildi.Bazı kâtiplere yazdırır, elden ele kopyalar çıkarmak suretiyle eserler yayılır, yazılanları da müellif bizzat tashih ederdi.Matbaadan istifade imkânı yoktu.Bunun siyasî ve malî sebepleri vardı elbette.Fakat asıl kültürel boyut üzerinde durmak gerekir.Üstat, harf inkılâbının bir emirle bin yıllık mazi ve kültürle ilgisinin kesilmesine karşı yeni nesile, Kurân harfleriyle yazılan eski kültürümüzü tanıtmak istiyordu.Risale-i Nur, yazılışından otuz yıl sonra, 1956'da matbaada basılabildi.Üstat, o kadar zor şartlarda otuz sene boyunca bu işin ekol olarak belki de tek temsilcisi oldu.Fotokopi hatta teksir makinesinin bile olmadığı zamanda tek çare, bakarak el yazısı ile nüsha çoğaltmak oluyordu.Bir kitaptan tek bir suret elde edebilmek için haftalarca aylarca yazmak gerekiyordu.Kâtip sayısı sınırlıydı.İşte Risale-i Nur hizmeti, şakirtlerin kollarını matbaa haline getirtti.600.000 nüsha eser böylece çoğaltıldı ki böyle bir çalışma, tarihte misli görülmemiş bir çalışmadır.Kısa bir zaman sonra Üstadın sade fakat en şiddetli baskı dönemlerinde olduğu gibi serbestlik zamanında da pek semereli olan teşkilâtı kurulmuş bulunuyordu: Yerleşim merkezlerinde talebelerin irtibat merkezi olan medrese(dershane), kâtip talebeler, kitap ve mektup taşıyan Nur postacıları.Üstat, barla 'da sekiz buçuk yıl kaldı.Onun boş durmadığını gören İslam aleyhtarları rejim aleyhinde cemiyet kuruyor iddiasında bulundular.1935'de Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi, hakkında dava açtı.Neticede keyfî olarak, tesettürle ilgili ayetin tefsirinden ötürü kendisine 11 ay hapis cezası verildi.

Halbuki isnat edilen devlet düzenini değiştirmek için teşkilat kurma suçu sabit olsaydı ya idam veya müebbet hapis cezası verilmesi gerekirdi. Geçimini nasıl sağladığı hep merak edilmiştir. Mahkemede şöyle demişti: "Darü'l -Hikme-ti'l-İslâmiye'de aldığım maaştan çoğunu, o zaman yazdığım kitapların tab'ına sarf ettim; az bir kısmını hacca gitmek için ayırmıştım. İşte iktisat ve kanaat bereketiyle o cüz'i para bana dokuz yıl kâfî geldi. Hâlâ o mübarek paradan bir miktar var." Geçim konusunda Emirdağ'da da şöyle diyecektir."19 sene iki yüz banknot ile şiddetli iktisat ile idare ettim. Palto ve fanila ve pabucunu satmakla maişetini temin eden..." 27 Mart 1936'da Eskişehir hapishanesinden çıktıktan sonra Kastamonu'ya sürgün edilip polis karakolunun karşısında bir eve yerleştirildi.

Tedbirli bir tarzda, civardan hizmete gelenler vasıtasıyla eserlerini yayıyor, Isparta ve diğer yerlerle irtibatı devam ediyordu. Kastamonu'da sekiz yıl kaldıktan sonra, bu hizmetin durdurulamayıp daha da yayıldığı görülünce 1943'de 126 talebesiyle Denizli Ağır Ceza Mahkemesi'ne sevk edildi.Prof Necati Lügal, Prof Y.Z.Yörükkan ve Türk Tarih Kurumu'nun da incelemesi neticesinde: "Bediüzzaman'ın siyasî faaliyeti yoktur. Eserleri ilmî, îmânîdir. Kurân'ın tefsiri mahiyetindedir. Onun mesleğinde cemiyetçilik ve tarîkatçılık yoktur." dedi.Mahkemece 130 parçalık külliyatın hepsine 15 Haziran 1944 günü beraat kararı verilip bu karar temyizce de tasdik edildi. Denizli mahkemesinde kendiside tarihi bir müdafaada bulunmuştu.Müdafaasının bir yerinde şöyle demişti: "Evet, biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki;her asırda üç yüzelli milyon mensupları var. Ve her gün beş defa namazla, o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemâl-i hürmetle alâkalarını ve hürmetlerini gösteriyorlar.... İşte biz, bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efrâdındanız ve hususi vazifemiz de Kurân'ın imanî hakikatlerini tahkiki bir suretle ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi kurtarmaktır. Eğer laik cumhuriyeti soruyorsanız, ben biliyorum ki laik manası, bitaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahatçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet telakki ederim.Yirmi senedir ki hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim.Hükümet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El-iyazu billah, eğer dinsizlik hesabına, imanına ve ahretine çalışanları mes'ul edecek kanunları yapan bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâ-pervâ ilan ve ihtar ederim ki bin canım olsa, imâna ve âhrete feda etmeye hazırım....." Denizli hapishanesinden çıktıktan sonra hükümet, o'nu Emirdağı'nda ikamete gönderdi.Fakat hizmeti ilerledikçe hakkındaki kanunsuz şiddet uygulaması artıyordu. Kendisi: "Denizli hapishanesindeki bir aylık sıkıntıyı, Emirdağ ikametinde bir günde çekiyordum..." demiştir. Bir süre sonra kaymakamlık, camiye çıkmasını menetti. Prensip olarak, sadece hizmetle ilgili olanlarla zaruret miktarı görüşürdü. Halk ile temas etme fırsatını, yaptığı gezintilerde bulurdu.Rastladığı insanlara kısa dersler verir, irşat ve nasihatte bulunurdu. Derken 1948 ocak ayında, ülkenin çeşitli yerlerinden toplanmış 54 talebesiyle Afyon'da tutuklandı.

Afyon'un soğuk kışında 75 yaşındaki ihtiyar birinin yirmi ay hücre hapishanesinde tutuklu kalması, ölüme terk edilmesi demekti. Şahsına verilen sıkıntıların fazlalığını, bütün cemaate duyulan hiddeti teskin vasıtası saymakla memnun olmuştu. Hapishanede onunla gizlice görüşmeye çalışan talebeleri falakaya yatırılıyordu. Her şeye rağmen diğer hapishaneler gibi Afyon hapishanesi de "Medrese-î Yusufiye" ye dönüştü. Caniler ıslah-ı hal ettiler. Hatta ceza süresini tamamlayan bazı mahkumlar: "Kendimizi suçlu göstermek suretiyle onlarla beraber kalacağız." dediler. Burada hapishane müdürüne yazıp dedi ki: "Rusya'da bolşevizm fırtınası ve Fransız ihtilali, önce hapishanede başladı. Fakat Risale-i Nur öğrencileri Eskişehir, Denizli, Afyon da hapishaneleri ıslah etti...." Mahkeme, kendisini yirmi ay mahkum etme kararı aldı.Yargıtay'ın bu kararı bozmasına rağmen kanunsuz oylamalar ile tekrar aynı karar mahkum edildi. Mahkeme devam ederken demokrat parti iktidara gelip genel af ilan etti. Tahliye edildiler. Mahkeme, ancak 11 eylül 1956'da beraat verdi. Tahliyeden sonra Emirdağ da ikamet etti. Afyon hapishanesinden sonra mektepliler ve memurlar, hissedilir derecede onun halkasına dahil oldular. Bazı üniversiteli gençlerin yayınladığı "Gençlik Rehberi" adlı kitabı dava konusu olunca mahkeme için 1952 de İstanbul'a geldi.

Abdurrahman Şeref Laç ve Mihri Helav gibi değerli avukatlar savunmada yer aldılar.Mahkeme beraatla neticelendi.Halk, özellikle gençlik, kendisine büyük ilgi gösterdi.Uzun bir ayrılıktan sonra İstanbul'a, sılaya gelir gibi gelmişti.1953'te Isparta'da ikamete başladı.Demokrat parti iktidarının, ezanı asli şekliyle okunmasına imkan vermesi sebebiyle tebrik edip vatan ve millet hizmetinde muvaffakiyet temennisinde bulundu.Ayrıca Risale-i Nur u serbest bırakıp, Ayasofya'yı da cami haline irca eden bir mesaj gönderdi.1953'te üç ay İstanbul da kalıp, fethin 500. yıl dönümü kutlamalarına katıldı.1956 da eserleri, talebelerinden bir kaç heyetçe yeni Türk harfleriyle yayınlanmaya başladı. 1960 başlarında Ankara ve Konya'ya gitmesi siyasi çevreleri telaşa verince Hükümet, radyodan bildiri yayınlayarak Emirdağ'da ikamet etmesini istedi. İşte o hapishane dışındayken bile -1925 ve 1960 yılları arasında- böyle mahkum muamelesi gördü. Fakat Osman Yüksel'in dediği gibi o "Mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Ama mahkumken bile hükmediyordu." 18 Mart 1960'da Emirdağ'dan Isparta'ya oradan da gizlice Urfa'ya gitti (21 Mart). Bakanlığın acele Urfa'yı terk etme emrine, Urfalı siyasiler ve halk karşı koydu. Emri tebliğ eden Emniyet Müdürü'ne: "Ağır hastayım.Dönecek takatim yok. Zaten buraya ölmeye geldim." dedi. 23 Mart sabaha karşı Kadir Gecesi vefat etti.

Tereke hakimi, saat, cübbe ve yirmi lira tespit edip kardeşine verilmesini hükme bağladı. 24 mart perşembe günü Halilurrahman Dergâhı 1960 gecesi Urfa'nın her tarafı askeri zırhlı birliklerce tutuldu. Saat 01.00'de demir parmaklıklar kesilip varyozlarla mezar yıkıldı. Ceset hiç bozulmamıştı. Sadece kefen biraz sararmıştı. Konya'dan askeri uçakla getirilen kardeşi Abdülmecit Nursî, mezarın naklinde hazır bulundurulmuştu. Onun verdiği bilgiye göre ceset, askeri uçakla geceleyin Afyon askeri havaalanına nakledildi. Oradan da karayoluyla Isparta tarafına götürülüp meçhul bir yere defnedildi. Yirminci asırda devlet yönetimini elinde bulunduranlar tarafından mezarda bile ona yapılan bu muamele, Üstâdın dalâleti ne derece çılgına çevirdiğinin bir göstergesidir. Kadir Mısıroğlu, Sebil dergisinde, 1970'de onu anarken kapak resmi olarak onun resmini koyup altına şu cümleyi yazmıştı: "Türkiye'de dinsizlerin planını altüst eden adam." Bu tarihi tespitin doğruluğunun yüzlerce delilinden biri de zalimlerin onun ölüsünden bile korkarak mezarını bilinmeyen bir yere nakletmeleridir. Ne var ki zalim insanların eliyle kader-i ilahî, onun ihlâslı bir dileğini gerçekleştiriyordu. Bir çok talebesinin yanında söylediği ve yazılı mektupları içinde neşredilen bir sözünde şöyle demişti: "Benim kabrimi, gayet gizli bir yerde bir-iki talebemden hiç kimse bilmemek lâzım geliyor... Dünyada beni sohbetten men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da, bu suretle, beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle menetmeye mecbur edecek." (Bu hakikat ihlas olup, onu şöhretten, insanların---manevi kabilden dahi olsa--ücretlerin- den menetmektedir.) Vefatından uzun seneler önce 1923'de yazdığı ve yeni harflerle de vefatından beş yıl önce yayınlanan Sözler kitabının sonunda imza kabilinden koyduğu ed-Dâi hatimesinde 1379'da vefat tarihini ve sonra mezarının yıkılacağını ve Asya'da İslâmiyet'in inkişaf edeceğini Allah'ın bildirmesiyle bildirmişti.(Bu satırları yazan Üstat vefât ettiğinde, A.Ü. Hukuk Fakültesi 1.sınıf öğrencisi idin ve o günlerde memleketim olan Ergani'de bulunuyordum. Bediüzzaman'ın vefat haberinin radyodan duyurulduğu gece, ilçenin müftüsü olan babam merhum M. Zeki Yıldırım'ın etrafında geniş bir terâvih cemaati ile çayhanede oturuyorduk.Haber duyulunca babam beni eve göndererek Sözler'i getirmemi söyledi. Getirdim. Üstâdın imzam dediği ed-Dâi kıtasını okuduk. / S. Yıldırım / .) [2]

Kaynaklar

[1] Ehl-i Sünnet Mecmuası, 1948, c.2, sayı: 46.
[2] forum.islamiyet.gen.tr/risale-i-nur/46886-bediuzzaman-said-nursi-hayati-resimli.html
 
Üst