"BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ" Kimdir?

Nurun Ala Nur

Düzenleyici
Moderator
Said Nursi yakın geçmişimizde yetişmiş en büyük İslam alimlerinden ve fikir adamlarındandır. 1873'te Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde dünyaya gelmiş, 1960'da Şanlıurfa'da Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Genç yaşta edindiği dini ve pozitif bilimlerdeki derin bilgisi, devrin ilim çevreleri tarafından kabul görmüş, küçük yaştan itibaren dikkati çeken keskin zekası, kuvvetli hafızası ve üstün kabiliyetleri dolayısıyla "Çağının eşsiz güzelliği" anlamına gelen "Bediüzzaman" sıfatıyla anılmaya başlanmıştır.

Bediüzzaman Said Nursi, Doğu'nun en acil ihtiyacı olarak gördüğü eğitim problemini çözmek için din ve eğitim bilimlerinin birlikte okutulabileceği ve Medreset-üz Zehra ismini verdiği bir üniversite kurulmasını sağlamak için 1907'de İstanbul'a gelmiştir. Derin bilgisiyle buradaki ilim çevresine de kendini çok kısa süre içinde kabul ettirmiş, çeşitli gazete ve dergilerde makaleler yayınlatmış, hürriyet ve meşrutiyet tartışmalarına katılarak hükümete destek vermiştir.

Dönemin hükümeti, Said Nursi'nin üniversite ile ilgili dilekçesine ilgi göstermemiştir. Hatta İstanbul'daki ilim adamlarının, talebelerin, medrese hocalarının ve siyasetçilerin ona olan ilgisinden rahatsız olmuş, Bediüzzaman'ın önce akıl hastanesine daha sonra da hapishaneye gönderilmesini sağlamıştır.

Said Nursi'nin serbest bırakılmasından kısa süre sonra 23 Temmuz 1908'de II. Meşrutiyet ilan edilmiş. Bu dönemde Bediüzzaman meşrutiyet ve hürriyet kavramlarının İslamiyet'e aykırı olmadığını anlatmak için İstanbul'da çeşitli yerlerde konuşmalar yapmış, Doğu'daki aşiret reislerine Bediüzzaman imzasıyla telgraflar çekmiştir. Yayınladığı bu makaleler ve yaptığı konuşmalarda yatıştırıcı bir rol oynamasına rağmen, 1909'da 31 Mart olayına karıştığı iddia edilerek haksız ithamlarla tutuklanıp, idam talebiyle yargılanmış, ancak beraat etmiştir.

Bediüzzaman bu olaydan sonra tekrar Doğu'ya dönmüş, I. Dünya Savaşında talebeleriyle milis kuvvet oluşturarak savaşa katılmıştır. Gönüllü alay komutanı olarak büyük yararlılıklar gösterdiği I. Dünya Savaşında Rusya'da esir düşmüş, üç yıl süren esaret hayatının sonunda Sibirya'daki esir kampından kaçarak İstanbul'a gelmiştir.

İstanbul'da devlet büyükleri ve ilim çevreleri tarafından büyük bir ilgiyle karşılanan Bediüzzaman, Dar-ül Hikmet-i İslamiye (İslam Akademisi) azalığına tayin edilmiştir. Buradan aldığı maaşla kendi kitaplarını bastırarak parasız olarak dağıtmaya başlamıştır. Said Nursi daha sonra İstanbul'un işgali sırasında işgalcilerin gerçek niyetlerini ortaya koyan Hutuvat-ı Sitte (Şeytanın Altı Desisesi) isminde uyarıcı bir broşür hazırlamış, bu hareketi, İngiliz işgal kuvvetleri komutanının emriyle ölü veya diri ele geçirilmek üzere aranmasına sebep olmuştur. Milli mücadeleyi savunmuş ve destek olmuştur. Bu hareketleri Anadolu'da kurulan Millet Meclisi'nin beğenisini kazanmış ve Ankara'ya davet edilmiştir. 1922'de Ankara'ya geldiğinde devlet merasimiyle karşılanan Bediüzzaman, kendisine yapılan Şark Umumi Vaizliği, milletvekilliği ve Diyanet İşleri Başkanlığı tekliflerini reddetmiştir.

Said Nursi 1925 yılında Şeyh Said isyanı çıktığında, olayla hiçbir ilgisi olmadığı halde, Van'da inzivaya çekilmiş olduğu yerden alınarak Burdur'a, oradan da Isparta'nın Barla ilçesine sürgüne götürülmüştür. Bediüzzaman Risale-i Nur Külliyatı'nın büyük bir kısmını burada yazmıştır.

Nur Risalelerini önlerindeki en büyük engel olarak gören çevreler, 1934 yılında daha yakından kontrol edebilmek amacıyla Said Nursi'nin Isparta'nın merkezine getirilmesini istemiştir. 1935 yılında ise polisler burada da çalışmalarına devam eden Said Nursi'nin oturduğu evde arama yapmış ve bütün kitaplarına el koymuştur. Bediüzzaman emniyete götürülerek sorgulanmış, ancak suç unsuru bir şeye rastlanmayınca serbest bırakılmıştır. Ancak birkaç gün sonra, yeni tutuklamalarla birlikte Said Nursi ve Risale-i Nurlar hakkında soruşturma başlatılmış, Bediüzzaman ve 120 Nur talebesi askeri araçlarla Eskişehir Hapishanesine gönderilmiştir.

Bediüzzaman, vatana ihanet iddiasıyla yargılandığı dava süresince tutuklu kalmıştır. Daha sonra ise Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi'nin verdiği kararla, Said Nursi'ye 11 ay hapisle birlikte Kastamonu'da mecburi ikamet; on beş talebesine de altışar ay hapis cezası verilmiştir.

Polis gözetimi altında mecburi ikamet için Kastamonu'ya getirilen Said Nursi, 1943'te Isparta savcısından gelen talimat üzerine yeniden tutuklanmıştır. Ağır hasta olmasına rağmen Ankara'ya oradan da trenle Isparta'ya getirilmiştir. Risale-i Nur ile ilgili davaların Denizli'deki davayla birleştirilmesi üzerine ise Denizli'ye sevk edilmiştir. Denizli hapsi yine tecrit altında başlamış, çok zor şartlar altında geçen yeni hapishane dönemi ve yargılama safhalarında da Bediüzzaman, Risale-i Nur'un yazımına devam etmiştir. Sonrasında ise 1944'te verilen beraat ve tahliye kararına rağmen, dönemin hükümeti Said Nursi'nin Afyon'un Emirdağ ilçesinde zorunlu iskana tabi tutulmasını emretmiştir.

Bediüzzaman burada hükümet binasının karşısında bir odaya yerleştirilerek gözetim altına alınmıştır. Camiye gitmesine bile müsaade edilmediği, devamlı takip ve gözleme tabi tutulduğu Emirdağ sürgünü, Denizli hapishanesindekinden bile çok daha ağır ve zor şartlar altında geçmiştir. Bu dönemde, hukuki yollarla Bediüzzaman'ı etkisiz hale getiremeyen muhalifleri onu zehirleyerek öldürme yoluna gitmişlerdir. Hayatı boyunca yirmi üç defa denenecek bu teşebbüslerin üçü Emirdağ sürgününde gerçekleşmiştir.

Bu zulümler yaşanırken Bediüzzaman'ın talebeleri tarafından Risale-i Nurlar çoğaltılmış ve böylece Kuran tebliğinin geniş kitlelere yayılması sağlanmıştır. Özellikle de teksir makinelerinin kullanımıyla birlikte bu çalışmalar daha da hızlanmıştır.

1944'te Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin beraat kararının Yargıtay tarafından onaylanmasıyla birlikte Bediüzzaman serbest bırakılmıştır. Ancak Risale-i Nurlar'ın her geçen gün yaygınlaşarak insanlara ulaşması dönemin hükümetini rahatsız etmeye başlamıştır. Ocak 1948'de Said Nursi ve on beş talebesi evlerinden ve işyerlerinden alınarak Afyon hapishanesine gönderilmiştir. Ancak tüm bu ağır ve zor şartlara rağmen Bediüzzaman eserlerini yazmaya devam etmiştir.

Aralık 1948'de Said Nursi hakkında 20 ay ağır hapis cezası kararı verilmiş, ancak karar temyiz edilmiş ve Bediüzzaman lehine bozulmuştur. Ancak Yargıtay'ın bu kararına rağmen Afyon Ağır Ceza Mahkemesi yargılamayı uzatarak 20 aylık sürenin cezaevinde geçmesini sağlamıştır. Hak etmediği cezanın süresini tutukluluk haliyle dolduran Said Nursi, Eylül 1949'da serbest bırakılmıştır. Fakat Ankara'dan gelen bir emirle bu sefer de Afyon'da mecburi iskana tabi tutulmuş ve Emirdağ'a ancak Aralık ayında dönebilmiştir.

Bediüzzaman'a 1951'de Emirdağ'da, bundan hemen bir yıl sonra da İstanbul'da, Gençlik Rehberi adlı kitabı nedeniyle birer dava daha açılmıştır. İstanbul'da yapılan duruşmada mahkeme lehte karar vererek davayı sonuca bağlamıştır.

Ocak 1960'ta Ankara'ya girmesi polis tarafından engellenen Bediüzzaman buradan Isparta'ya gitmiştir. Bu dönemde ağır hasta olan 83 yaşındaki Said Nursi, daha sonra talebeleriyle birlikte Urfa'ya gitmiştir. Burada, yürüyemeyecek kadar rahatsız olan Said Nursi'nin yerleştiği otele gelen polisler, İçişleri Bakanının emriyle Bediüzzaman'ı Isparta'ya geri götürmeye çalışmışlardır. Said Nursi bu baskılar sürerken Hakkın rahmetine kavuşmuştur.


YUSUF MEDRESESİ'NDE EĞİTEN VE EĞİTİLEN İSLAM BÜYÜĞÜ

Tarih boyunca birçok Müslüman, Allah yolunda yaptıkları faydalı çalışmaların, Allah'ın tek ilah olduğunu anlatmalarının karşılığında inkarcı kesimler tarafından hapisle cezalandırılmıştır. Ama onların hapiste bulunmalarının nedeni bir suç işlemeleri, kanunlara karşı gelmeleri değildir. Müslümanların güzel ahlakı insanlar arasında hakim kılmasından ve dolayısıyla kendi kötülüklerinin ortaya çıkacağından, kötülüklerden elde ettikleri çıkar ve menfaatlerin yok olacağından korkanlar, Müslümanlara hep iftiralar atmışlar, halkı ve resmi mercileri onlara karşı kışkırtmışlardır.

Benzer olaylar Bediüzzaman'ın yaşamı boyunca da sık sık tekrarlanmıştır. Kendisi ve talebeleri Kuran ahlakını anlatmak için halisane bir çaba yürüten, mevki ve makam hırsı olmayan, siyasetten özellikle uzak duran, imansızlık akımlarına karşı insanları Kuran'ın sunduğu barış ve huzur ortamına davet eden, devletin bütünlüğüne ve milli ve manevi değerlerine zarar verenlere karşı mücadele eden kimseler olmalarına rağmen hep asılsız ve çirkin iftiralarla itham edilmişlerdir. Bunun sonucunda ise haklarında soruşturmalar başlatılmış ve yıllarca hapiste tutulmuşlardır. Her defasında ise aklanmışlar ve hiçbir suçlarının olmadığı görülmüştür. Ancak bu esnada tutuldukları hapishaneler onlar için birer Yusuf Medresesi olmuş, manevi dereceleri, samimiyetleri, kararlılıkları, birbirlerine olan bağlılıkları, ihlasları pekişmiş, güçlenmiştir.

Bediüzzaman'ın maruz kaldığı uygulamalar, kendisine atılan iftiralar Kuran ayetlerinin birer tecellisidir. Hayatı kısaca gözden geçirildiğinde dahi Kuran'da aktarılan ve salih müminlerin karşılaştıkları olayların çok benzerlerini yaşadığı ve bu olaylara karşı Kuran'da haberleri verilen güzel ahlaklı müminler gibi davrandığı açıkça görülebilir. Bu nedenle Bediüzzaman'ın hayatına kısaca bakmak, bugüne örnek olması açısından da faydalı olacaktır.


Bediüzzaman'ın Yusuf Medresesi'ndeki Hayatı

Bediüzzaman'ın hayatının büyük bir bölümünün hapishanelerde, sürgünde, gözaltında geçmesi onun ve talebelerinin inançlarında ne kadar kararlı ve sabırlı olduklarını göstermiştir. Devletin ve milletin çıkarları için hizmet etmeye kendilerini adamış olmalarına rağmen, bazı çevrelerce hep devlete zarar vermeye çalışmakla suçlanmışlardır. Bu çevreler iftiraları ile, daima devletin ve milletin yararını düşünen bu insanları, halkın gözünde zararlı insanlar olarak göstermeyi ve onları küçük düşürmeyi amaçlamışlardır. Örneğin, bu çevreler sahip oldukları yayın organları ve benzeri vasıtalarla, Said Nursi ve talebelerini gizli ve dine dayalı cemiyet kurmak, rejime karşı çıkmak ve Cumhuriyet'in temel ölçülerini yıkmaya davranmakla suçlamışlardır. Bunun üzerine tevkif edilerek Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi'ne çıkarılmak üzere Said Nursi ile birlikte 120 Nur talebesi, o dönemin bazı yazarlarının anlattığına göre, "sanki ihtilal çıkarmışlar gibi kamyonlarla elleri kelepçeli olarak" Eskişehir'e götürülmüşlerdir.

Bu arada belirtmekte fayda bulunmaktadır ki, tüm bu olaylar esnasında Türk polisi ve Türk askeri daima vicdanlı davranmış, Bediüzzaman'a ve Nur talebelerine karşı samimi ve anlayışlı bir tavır göstermişlerdir. Bazı dinsiz çevrelerin kışkırtmaları ve yarattıkları infial nedeniyle onlar görevlerini yerine getirmek zorunda kalmışlar, ama hakkın yanında olduklarını ifade etmekten de çekinmemişlerdir. Örneğin Bediüzzaman ve 120 talebesini Eskişehir'e götürmekle görevli askeri müfrezenin kumandanı kelepçelerini çözerek ibadetlerini rahatça yerine getirmeleri için onlara imkan tanımıştır.

Bir başka önemli İslam mütefekkiri olan Necip Fazıl Kısakürek Son Devrin Din Mazlumları isimli kitabında Bediüzzaman'ın ve Nur talebelerinin gözaltına alınmaları ile ilgili olarak şunları ifade etmektedir:

Baskında Bediüzzaman ve talebelerine ait herşey ele geçtiği halde, ortada itham medarı olabilecek hiçbir şey yoktur. Böyleyken kendisini beraat ettirmiyorlar da idamlık bir ithamın teselli mükafatı halinde, 15 talebesiyle beraber hapse mahkum kılıyorlar. 105 talebe de beraat kararı alıyor."1

Eskişehir Mahkemesi Bediüzzaman'a, Kuran-ı Kerim'den bazı ayetleri tefsir ettiği için 11 ay hapis cezası vermiştir. Eskişehir hapsi sırasında Bediüzzaman oldukça zor günler geçirmiştir. Onu ayrı bir hücrede tecrit etmişler ve türlü zorluklar yaşatmışlardır. Bu hapis sırasında Bediüzzaman'a uygulanan muamelelerden bazı örnekler çeşitli kaynaklarda şöyle aktarılmıştır:

120 talebesiyle Eskişehir hapishanesinde bulunan Said Nursi tam bir tecrid içerisine alınarak, kendisine ve talebelerine çeşitli zulüm ve işkenceler yapılıyor. Talebelerinden Zübeyir Gündüzalp'in anlattığına göre 12 gün yemek verilmiyor."2

Zaten bize idam mahkumu gözüyle bakıyorlardı. Hiçbir ziyaretçi bırakmıyorlardı. 'Siz de idam olacaksınız bunlarla konuşursanız' diyorlardı. Geceleri pislikten, tahta kurularından, hamam böceklerinden uyumak kabil değildi.3

Eskişehir Hapishanesi'nden tahliye olan Bediüzzaman Kastamonu'da karakol karşısında bir evde oda hapsine alınmıştır. 8 sene sonra gelen Denizli Mahkemesi 20 ay hapis cezası vermiş, daha sonra Bediüzzaman Emirdağ'a mecburi ikamete yollanmıştır.

Bütün bu olaylar sırasında sayısız işkence ve eziyete maruz kalmış, defalarca zehirlenmiştir. Son derece yaşlı ve hasta olan Bediüzzaman, özellikle soğuk, nemli ve havasız hücrelerde tutulmuştur. Hapishane günlerindeki hatıralarını Said Nursi şöyle anlatmaktadır:

Pek basit bahanelerle kışın en şiddetli soğuk günlerinde beni tutuklayarak büyük ve gayet soğuk iki gün sobasız bir koğuşta tecrid içinde hapsettiler. Halbuki ben küçük odamda günde birkaç defa soba yakarken ve daima mangalımda ateş tutarken, zafiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. 4

Bediüzzaman sözlerinin devamında, önceki bölümlerde de bahsettiğimiz gibi, çektiği bu sıkıntıları hafifleten tesellinin mahkumların İslam'a girmeleri olduğunu söylemektedir.


Bediüzzaman'a Yapılan Suçlamalar

Dini ve manevi değerlerin yaygınlaşmasından hoşnut olmayan çevreler Said Nursi için de daimi taktiklerini uygulamışlar ve Bediüzzaman'ın hayırlı çalışmalarını engellemek için tüm halkı ve resmi mercileri ona ve Nur talebelerine karşı kışkırtacak şekilde bir karalama kampanyasına başlamışlardır. Dönemin muhalif gazeteleri Bediüzzaman ve talebeleri aleyhinde propaganda ve uydurma yazılar yayınlamışlardır. Bazı şahıslar, hayali iftira senaryoları için parayla tutulmuşlardır. Ancak her defasında mahkemeler Bediüzzaman'ı ve arkadaşlarını tüm bu suçlamalardan beraat ettirmiş, çocukların dahi anlayacağı basit ve acemice iftiralara tevessül edenler kendilerini kamuoyu nezdinde küçültmüşlerdir.

Bu çevrelerin düzenledikleri iftira ve saldırılar incelendiğinde hemen hepsinin tarihte müminlerin karşılaştıkları iftiraların birer benzeri oldukları görülmektedir. En başta "dini istismar ediyor" olmak üzere, "çevresindekileri kandırıyor", "sapkındır", "delidir", "ona uyanlar cahil kesimdir" suçlamaları... Bunlar Kuran'da defalarca dikkat çekilen, müminlere yöneltilen iftira ve suçlamalardan bazılarıdır.

Her mümin Kuran'daki, "Biz hangi ülkeye bir uyarıcı korkutucu gönderdikse, mutlaka oranın refah içinde şımaran önde gelenleri: 'Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz' demişlerdir." (Sebe Suresi, 34) ayetinde de belirtildiği gibi kavmin önde gelenlerinin tepkisiyle karşılaşmıştır ve karşılaşacaktır. Bu, Allah'ın değişmeyen bir kanunudur ve bu tepkilere maruz kalmak müminlerin doğru yolda olduklarının açık delilidir.

Kuran'ın yüzlerce ayetinde anlatılan bu suçlama ve saldırıların Bediüzzaman Said Nursi ve talebelerinin yaşamlarında da tecelli etmesi, izledikleri yolun doğru ve verdikleri mücadelenin etkili olduğunun açık bir göstergesidir. Bu olaylarla, Kuran ahlakı yolunda mücadele veren bütün müminler karşılaşacaklardır. Allah bu gerçeği bir ayetinde şöyle bildirir:

Yoksa sizden önce gelip geçenlerin hali, başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? (Bakara Suresi, 214)


Münafıkların musallat olması

Bediüzzaman'ı ve talebelerini durdurmak için kullanılan yöntemlerden birisi de, bu halis insanların arasına iki yüzlü kişilerin sokulmasıdır. Bu kişilerin görevi Bediüzzaman ve talebeleriyle ilgili gelişmeleri din düşmanlarına bildirmek ve daha sonra bu çevrelerin etkisi altındaki basında bu insanlar hakkında aleyhte yazılar çıkmasını sağlamaktır.

Bunun örneklerinden birisi 1964 yılında Cumhuriyet'te yayınlanan "İnanç Sömürücüleri" isimli yazı dizisidir. Kendisini dindar olarak gösterip, Nur talebeleri arasına sızan, defalarca Bediüzzaman'ın yanında bulunan Yılmaz Çetiner isimli şahıs, daha sonra bu mümin topluluğu hakkında akıl almaz iftiralar ortaya atmıştır. Bediüzzaman bir sözünde aralarına giren bir casusu şu şekilde anlatır:

Hem bir dessas casus adam, Risale-i Nur talebeleri aleyhinde çalışıyordu ki, onları hapse attırsın. Bir gün -serbest olarak- "Ben bir ipucu bulamadım ki, bunları hapse soksam. Eğer bir ipucu bulsam, onları hapse sokacağım." diye ilân ettiği vakitten iki gün sonra bir iş yapıp, Risale-i Nur talebeleri yerinde, o adam iki sene hapse girdi.5

Bediüzzaman, kendisine karşı düzenlenen bütün bu komplo, saldırı ve iftiralara rağmen yürüttüğü mücadeleden hiçbir taviz vermemiştir. Ona yapılanlar kendisinin ve talebelerinin şevkini ve kararlılığını artırmaktan başka bir şeye yaramamıştır. Kuran'da vaat edildiği gibi inkar edenlerin tuzakları boşa çıkmıştır. Allah inkarcıların tuzaklarının boşa çıkacağını ayetlerinde şöyle bildirir:

Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. Müşrikler istemese de O dini (İslam'ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur. (Tevbe Suresi, 32-33)

Andolsun, (peygamber olarak) gönderilen kullarımıza (şu) sözümüz geçmiştir: Gerçekten onlar, muhakkak nusret (yardım ve zafer) bulacaklardır. (Saffat Suresi, 171-172)

Bediüzzaman tarih boyunca Allah yolunda zulüm görmüş samimi müminlerden biridir. Ancak bilinmelidir ki, bir müminin hayatı boyunca karşılaştığı her zorluk, her sıkıntı, işitmekten hoşlanmayıp da işittiği her söz ve her iftira o müminin hayrınadır. Mümin tüm bunlara sabır gösterip, tevekkül ettikçe onun cennetteki mekanı daha da genişler, daha güzelleşir, makamı daha da artar. Dünyada ise Allah müminlere üstünlük vaat etmiştir. Bu nedenle inkarcılar ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar yaptıkları boşa gider. Hatta onlara cehennem azabı olarak geri döner.

Bediüzzaman'ın yanısıra İmam-ı Azam, İmam-ı Ahmed, İbn-i Hanbel gibi İslam büyükleri de başta Yusuf Medresesi olmak üzere birçok sıkıntı, işkence ve zulme maruz kalmışlar, "tutuklanarak", "sürülerek", "baskı altına alınarak" engellenmeye çalışılmışlardır. Bediüzzaman, Yusuf Medresesi'nde bulunan ve çeşitli zorluklara göğüs geren İslam alimleri için şöyle der:

Hem kalbime geldi ki, madem İmam-ı A'zam gibi en büyük müçtehidler hapis çekmiş ve İmam-ı Ahmed ibn-i Hanbel gibi bir büyük mücahide, Kur'an'ın bir tek mes'elesi için hapiste pek çok azap verilmiş. Ve şikayet etmeyerek tam bir sabır ile sebat edip o mes'elelerde sükut etmemiş. Ve pek çok imamlar ve alimler, sizlerden pek çok ziyade azap verildiği halde, tam bir sabır içinde şükredip sarsılmamışlar. Elbette sizler, Kuran'ın birçok hakikatleri için pek büyük sevap ve kazanç aldığınız halde pek az zahmet çektiğinize binler teşekkür etmek borcunuzdur.6


SONUÇ

Kuran'da haberleri verilen peygamberlerin ve geçmişte yaşamış olan salih müminlerin hayatlarına baktığımızda hep zorlu bir mücadele, sürekli bir ölüm veya yurtlarından ve evlerinden sürülme tehdidi, iftiralar, suçlamalar ve alayla karşılaşırız. Çünkü onlar Allah'ın emrine uymuşlar ve sadece dini kendileri yaşayarak kalmamış, imkanlarının ulaşabildiği en son noktaya kadar insanlara dini ve güzel ahlakı anlatmışlardır. Bu samimi ve ciddi çabalarının sonucunda ise birçok insanın imanına vesile oldukları gibi, daha çoklarının da düşmanlığını kazanmışlar ve dönem dönem zorluklarla dolu bir hayat yaşamışlardır.

Bu zorluklara göğüs geremeyenler, peygamberlerin gösterdiği güzel ahlakı, sabrı ve hamiyet-i İslamiye'yi gösteremeyenler ise "geride kalanlar"dan olmuşlar, dünya hayatına razı olarak ahiretlerini dünya için satmışlardır.

Ancak unutulmaması gereken çok önemli bir gerçek vardır: Allah tüm zorlukları iyilerin ve kötülerin, temizlerin ve pislerin, samimilerin ve sahtekarların, iman edenlerin ve dinsizlerin birbirlerinden ayırt edilmeleri için yaratır. Zorluklar karşısında Allah'ın hoşnut olacağı güzel ahlakı gösterenler Allah'ın dostudurlar ve Allah dünyada ve ahirette dostlarına yardımını ve desteğini müjdelemektedir. Allah'ın bir ayetinde bildirdiği gibi "her zorlukla birlikte bir kolaylık vardır".

Kuran'da bildirilen bu müjdenin yanı sıra, Allah, müminlere kurulan tuzakları mutlaka bozacağını, o tuzakların sahiplerini büyük bir bozguna uğratacağını, inkar edenlerin müminlere hiçbir şekilde zarar veremeyeceklerini bildirmektedir. Bununla ilgili ayetlerden bazıları şöyledir:

... Allah, kafirlere mü'minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez. (Nisa Suresi, 141)

Hani o inkar edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır. (Enfal Suresi, 30)

Müminlerin yaşadıkları zorlukların ardından daima güzellik, hayır ve bereket gelmiştir. Örneğin Hz. Yusuf hapisten çıktığında Mısır'ın hazinelerine yönetici olarak tayin edilmiştir, Allah Hz. Nuh'u ve inananları zulmeden kavimlerini helak ettikten sonra bereketli bir yerde konaklatmıştır, Hz. Musa'ya ve kavmine işkencelerde bulunarak onları yok etmek için uğraşan Firavun'un kendisi denizde boğularak yok olmuştur. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) ise kendisine kurulan tuzaklardan ve ölüm tehditlerinden sonra inananlarla birlikte hicret etmek mecburiyetinde kalmıştır. Ancak ardından Allah kendisine ve müminlerin üzerine rahmetini ve bereketini yaymış, müminler büyük bir güç kazanarak kötülerin ittifakını yenilgiye uğratmışlardır.

Allah, dünyada herkese yaptığının karşılığını gösterecektir; salih müminleri de mutlaka üstün kılacaktır. Ancak asıl karşılık sonsuz ve asıl hayatımız olan ahirettedir. Her insan, er ya da geç mutlaka bir gün ölecektir. Herkes hiç beklemediği bir anda ölüm meleği ile karşılaşacak ve işte o an, her insan gerçeği tüm çıplaklığı ile görecektir. Herkes şundan emin olmalıdır ki, dünya hayatına razı olanlar, zorluklardan kaçanlar, keyiflerinin peşinden gidenler, rahatlarını bozmaktan kaçınanlar, istek ve arzularını Allah'ın rızasına tercih edenler, gelecek endişesi ile, haksız yere hapse atılmaktan veya sürülmekten korkarak dinlerini, ibadetlerini terk edenler ölüm meleklerini gördüklerinde hiç de dünya hayatında yaşadıklarına sevinemeyeceklerdir. Bu insanlardan hiçbiri, "İyi ki dünya hayatımda yan gelip yatmışım, dünya zevklerinin peşinde koşmuşum. Bunlar da yanıma kar kaldı" diyemeyecektir. Diyemediği gibi, tüm bu yaptıkları onda tarifi ve geri çevrilmesi imkansız bir pişmanlığa neden olacak, hiçbir zaman hissetmediği kadar büyük bir yürek acısı ve çaresizlik hissi duyacaktır. Allah inkarcıların ahiretteki pişmanlıklarını şöyle bildirmektedir:

Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: "Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık ve mü'minlerden olsaydık." (Enam Suresi, 27)

Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: "Bana keşke kitabım verilmeseydi. Hesabımı hiç bilmeseydim. Keşke o (ölüm herşeyi) kesip bitirseydi. Malım bana hiçbir yarar sağlayamadı." Güç ve kudretim yok olup gitti." (Hakka Suresi, 25-29)

Tüm hayatını Allah için yaşayan, Allah'ın rızasından vazgeçmediği için hayatının büyük bir bölümünde zulüm gören, zorluk yaşayan, hep öldürülme tehlikesi altında kalan, insanlardan incitici ve alaycı sözler işiten, iftiralara uğrayan, hatta hapis yatan bir mümin ise ölüm meleğini gördüğünde tüm hayatı boyunca yaşadığı zorluklar için büyük bir sevince kapılacaktır. Hatta kitap boyunca anlattığımız gibi mümin, zorluklarla karşılaştığı anda da çok büyük bir sevinç ve umut yaşar; çünkü tüm dünyadaki zorlukların sonunun hayır olduğunu, Allah'ın mutlak bir kolaylık ve üstünlük vereceğini bilir. Üstelik burada yaşadığı zorlukların ahirette de bir güzellik ve kat kat artırılmış nimetler olarak karşısına çıkmasını şiddetle umar. Bu nedenle inkar edenler, zorluk anında müminlerin tavrına şaşırır, onların neşesine ve gücüne, ümitvar yaklaşımlarına hayret ederler. Çünkü onlar müminlerin Allah'tan, onların ummadığı şeyleri umduklarını bilmezler.

Yusuf Medresesi, bu nedenle bir mümin için hem manevi bir eğitim yeri hem de ahiretteki güzelliklerin kapısını açan bir imtihan vesilesidir. Yusuf Medresesi'ne giren mümin, bu imtihanın hayırla sonuçlanmasını beklediği ve cenneti biraz daha fazla umabildiği için büyük bir sevinç duyar.

Müminler olaylara inkarcıların kavrayamadıkları bir gözle bakar ve olayların iç yüzünü görebilirler. Onlar, zorluğun, ezanın, engellenmelerin asıl anlamını bilen, hayatlarını bu sırra göre yaşayan insanlardır. Dolayısıyla, Allah'a samimi olarak iman eden, sadece Allah'tan korkup sakınan, Allah'ı seven, Allah'ı dost edinen, insanlar arasında dostluğun, sevginin, hoşgörünün, ümitvar olmanın, iyimserliğin, dayanışmanın, güzel ahlakın yayılması için gönülden mücadele veren bir insanı, herhangi bir kötünün veya fesat peşindeki bir insanın durdurabilmesi veya engelleyebilmesi kesinlikle mümkün değildir.

İnkarcılar bilmelidirler ki ne yaparlarsa yapsınlar, tüm güçlerini de toplasalar, birbirlerine arka da çıksalar, dağları yerinden sarsacak kadar kapsamlı tuzaklar da kursalar, onlar müminlere hiçbir zarar veremezler. Hatta her kurdukları tuzak, attıkları her iftira, söyledikleri her alaycı söz müminlerin hem dünyadaki hem de cennetteki mekanlarının daha da güzelleşip zenginleşmesine vesile olur.

Bu sırrı bilen müminlere Allah Kuran'da şöyle müjde verir:

Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır... Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, (İslam uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlar; sen (bütün) mü'minleri müjdele. (Tevbe Suresi, 111-112)
 
Moderatörün son düzenlenenleri:

Nurun Ala Nur

Düzenleyici
Moderator
Bediüzzaman’ın hayatı, bu toprağın insanlarının “her şeye rağmen ayakta kalma mücadelesini” anlatır.
Zira o, Osmanlı’dan Meşrutiyet’e, işgalden Türkiye’ye kadar uzanan, en zor zamanlarını görmüştür.
Kendisi, o günleri tarif ederken “Çocukları bile ihtiyarlatan günler” ifadesini kullanır.
Çünkü o yıllar; savaşların, yoklukların, çalkantıların araklıksız yaşandığı yıllardır.
Her gün, vatanın bir parçası daha kopmakta, her sabah, insanlar yeni bir mağlubiyete uyanmaktadır. Ümitsizlik her yanı sarmıştır…
Küçük yaştaki çocuklar dahi bir yetişkinin bütün ömrü boyunca göremeyeceği hadiseleri görmüş ve adeta tecrübe itibariyle adeta ihtiyarları da geçmiştir.
Bediüzzaman, işte bu “ateşten” süreci tüm şiddetiyle yaşamış bir vatan aşığıdır....
Birçok devri, savaşı, yıkımı görmüş, ancak asla “yıkılan” olmamıştır. Devletler, rejimler bir bir devrilirken o, “Ümitvar olunuz!” diye haykırmıştır.
Çünkü o, sıradağlar gibi metin bir dava adamıdır.
Osmanlının en karanlık devirlerinde, Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup olarak ayrıldığımız bir zamanda, alem-i İslam perişan bir vaziyette olduğu bir dönemde, İslam düşmanları emperyalistler Müslümanların kanını emdiği bir zamanda o “Ümitvar olunuz!” diyordu.
Gerçekten çok ileri bir görüş olduğu bellidir.
Şimdi ise baktığımızda nurlu bir nesil, imanlı bir gençliğin yetiştiğini görüyoruz, demek ki bizim için ümitsizlik olamaz.
 
Moderatörün son düzenlenenleri:

' Yaren

KF Ailesinden
Özel Üye
Yoksa sizden önce gelip geçenlerin hali, başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? (Bakara Suresi, 214)
Allah yolunda ne cihatlar vermisler.hayatinin cogu hapishanede eziyetlerle gecmis..konu icin Allah razi olsun.
 

kurtuluş

KF Ailesinden
Özel Üye
Bediüzzaman Said Nursi
saidnursi1.jpg

Son devirde yetişen âlim ve velîlerden. Milâdî 1876 (H.1293) da Bitlis’in Hizan kazasına bağlı İsparit nahiyesinin Nurs köyünde dünyâya gelmiştir. Babasının adı Mirzâ, anasının adı Nûriye’dir.

Çocukluk yıllarını, dokuz yaşına kadar, anne ve babasının yanında geçiren Said Nursî, keskin zekâsı, hârikulâde hâfızası ve üstün kâbiliyetleriyle çok küçük yaşlardan itibaren dikkatleri üzerinde toplamıştır. Normal şartlarda yıllarca süren klasik medrese eğitimini kısa bir zamanda tamamlamıştır. Gençlik yıllarını alabildiğine hareketli tahsil hayatı ile değerlendirmiş; ilimdeki üstünlüğünü, devrinin ulemâsıyla çeşitli zeminlerde yaptığı münâzaralarda fiilen ispatlamıştır.


Said Nursî 15-16 yaşına kadar Doğu vilâyetlerindeki muhtelif yerlerde resmî ve ilmî şahsiyetlerle beraber olmuş, onlarla birçok meselede, bilhassa dînî meselelerde mütâlâalarda ve münâzaralarda bulunmuş, birçok kaynak eseri tetkik ile dînî ilimlerdeki eğitimini tamamlamıştır. Bu yaşlardayken, geldiği Van’da on beş sene gibi bir müddetle halkın eğitimine ehemmiyet vermiş, bu maksatla halk arasında seyahatlerde bulunmuştur. Ancak, bu asırda, eski tarzdaki kelâm ilmi ile İslâm dînine yapılan hücûmları bertaraf etmenin yeterli olmadığını gören Said Nursî, çeşitli fenlerin de tahsilini lüzumlu görmüştür. Bu maksatla incelemeye başladığı fizik, kimya, astronomi, felsefe, matematik, târih ve coğrafya gibi birçok ilmin esaslarını çok kısa bir zamanda elde etmiştir. Böylece dinde ve fen ilimlerinde yaptığı bütün münâzaralarda devrinin o bölgedeki âlimlerini hayrette bırakan genç Said, “çağın eşsiz güzelliği” mânâsına gelen Bediüzzaman lâkabı ile anılmaya başlanmıştır.

Bediüzzaman Said Nursî sadece ilim tahsili ile değil, aynı zamanda dünyâ ve bilhassa İslâm âlemiyle alâkalıgelişmeleri de yakından takib ederek, içinde bulunduğu toplumun ve bütün İslâm âleminin en önemli meselesinin eğitim olduğu kanaatine varmış; bunun için şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulması için yardım istemek maksadıyla 1907’de İstanbul’a gelmiştir.

1909 yılının sonlarına kadar İstanbul’da kalan Bediüzzaman Said Nursî burada yaptığı münâzara ve konuşmalarda da kısa sürede ilim çevrelerine kendisini kabul ettirmiştir. Meşrûtiyetin îlânı esnâsında İstanbul’da büyük hizmetlerde bulunan Bediüzzaman, meşrûtiyete İslâmiyet adına sahip çıkmış; meydanlarda verdiği nutuklar, cemiyet faaliyetleri ve gazetelerde neşrettiği yazılarıyla halkın hürriyet ve meşrûtiyeti doğru olarak anlamasına gayret göstermiştir. Selânik Hürriyet Meydanında nutuk vermesi, şark vilâyetlerine çektiği telgraflar vasıtasıyla hürriyet ve meşrûtiyeti anlatması, İstanbul’daki 20.000’e yakın hamallık ve işçilik yapan şarklı hemşehrilerinin ayaklanmalarını güzel bir konuşma ile yatıştırması, 31 Mart Olayında askerlerin isyanını bastırmak için konuşmalar yapması bunlardan birkaçıdır. Bu çalışmalarıyla birlikte, meşrûtiyet ve hürriyeti “meşrûtiyet-i meşruâ” ve “hürriyet-i şer’iye” mânâsı ile yerleştirmeye gayret gösteren Said Nursî, ittihâd-ı İslâm düşüncesinin yayılması için çalışmıştır.


1909’da patlak veren 31 Mart Olayında yatıştırıcı rol oynamasına rağmen, haksız ithamlarla Sıkıyönetim Mahkemesine [o zamanki adıyla Dîvân-ı Harb] çıkarılmış, ancak berâet etmiştir. Bundan sonra, İstanbul’da daha fazla kalmamış ve 1910 yılı başında tekrar Van’a dönmüştür. Oradan da Mart 1911’de Şam’a giderek, İslâm ittihadı fikrini bütün Müslümanlara yerleştirmek için gayret göstermiştir. Şam’daki Emeviye Camiinde birçok İslâm âliminin de bulunduğu binlerce kişiye hitab ederek bu görüşlerini anlatmış; bu maksada büyük hizmet edecek eğitimin verileceği, âlem-i İslâmın merkezi durumundaki şark vilâyetlerinde kurulmasını istediği üniversite için yardım istemek üzere tekrar aynı günlerde İstanbul’a dönmüştür.

O zamanlar Kosova’da büyük bir İslâm Dârülfünunu kurulmasına çalışılıyordu. Bu maksatla Rumeliyi gezen Sultan Reşad’la birlikte Bediüzzaman da gider. Ancak kısa bir zaman sonra Balkan Harbi patlak verince teşebbüs yarım kalır. Bu defa oraya ayrılan 19.000 altın liralık tahsisatı Bediüzzaman ister. Bu isteği kabul edilen Bediüzzaman, tahsisatı da alarak 1912’nin sonlarına doğru tekrar Van’a döner.

saidnursi2.jpg
Van’a dönen Bediüzzaman, Van Gölü kenarındaki Edremit’te üniversitenin temelini atmışsa da, patlak veren Birinci Dünya Harbi sebebiyle yarım kalmıştır. Talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayı teşkil ederek cepheye koşan Said Nursî, vatan müdâfaasında çok büyük hizmetler görmüştür. Savaşta birçok talebesi şehid olmuş; kendisi de Bitlis müdâfaası sırasında yaralanarak Ruslara esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya’da esâret hayatı yaşadıktan sonra fevkalâde hayret verici şekilde firar ederek, Petersburg, Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla Haziran 1918’de tekrar İstanbul’a dönmüştür.


İstanbul’a üçüncü gelişinde ilim çevrelerince büyük bir teveccühle karşılanan Bediüzzaman, dört yıl kadar burada kalmıştır. Gelir gelmez Mehmed Âkif, İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Hamdi Yazır gibi devrin meşhûr şahsiyetlerinden müteşekkil bir İslâm akademisi mahiyetindeki “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye” üyeliğine tâyin edilir. Bir taraftan Anadolu’daki Kuvâ-i Milliye hareketini desteklerken, diğer taraftan İstanbul’u işgal eden kuvvetlere karşı da cesaretle mücâdele eder. Çanakkale Harbi devam ettiği esnâda neşrettiği Hutuvât-ı Sitte adlı eseriyle büyük hizmetler yapmış; işgalci kuvvetlerin plânlarını bozmuştur. İstanbul’un işgal edilmesinden sonra İngilizler tarafından ölüm emri çıkarılmasına rağmen, o cesaretle çalışmalarına devam etmiştir. Bu faaliyetleri Anadolu’da kurulan Millet Meclisi tarafından takdirle karşılandığı için Mustafa Kemâl tarafından ısrarla Ankara’ya dâvet edilmiştir. Birçok defâ Ankara'dan yapılan bu dâvetlere, “Ben tehlikeli yerde mücâhede etmek istiyorum; siper arkasında mücâhede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” diyerek icâbet etmemiş; araya çok yakın dostlarının da girmesiyle ve vazifesini önemli derecede yerine getirdiği inancına sahip olduktan sonra Ankara’ya gitmeyi kabul etmiştir.


saidnursi3.jpg
1922 sonlarında Ankara’ya gelen Bediüzzaman'ı, Meclis, resmî bir hoşâmedî merâsimiyle karşılamıştır. Ankara’da kaldığı günlerde, yeni kurulan devlete hâkim olan kadronun dîne bakış tarzının menfî olduğunu görünce, on maddelik bir beyannâme neşrederek Meclis üyelerine dağıtmıştır. Bu beyannâmede, tamamına yakını Müslüman olan bu memleket insanının, kendileri yaşamasalar bile, başındaki idarecilerin en azından dindar ve inançlara saygılı olmalarını istediğini ve bu bakımdan, dikkatli olunması gerektiğini söyler. Bilhassa yapılması düşünülen inkılâplar üzerinde durarak, bunların muhakkak İslâmiyete uygun olmasına dikkat etmek gerektiğini belirtir. “Âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâpvârî bir iş görmek, İslâmiyetin kâidelerine bağlılık ile olabilir, başka olamaz, hem olmamış; olmuş ise de, çabuk ölüp, sönmüş” diyerek ilgilileri uyarmıştır. Beyannâmenin sonunda, memleket idâresi açısından çok daha önemli bir noktaya temas ederek, dîne gösterilen lâkaydlıktan her şeyden evvel tesis edilmek istenen cumhuriyet, yani meşrû meşrûtiyet, meşveret ve hürriyet mânâlarının zarar göreceğini ifade etmiştir. Eğer bu Meclis İslâm şartlarına bizzat kendisi de uyarak insanların uymasına çalışmakla hilâfet mânâsını vekâleten yerine getirmezse, ortaya konan cumhuriyetin asıl mânâsından ziyâde isim ve gösterişten ibâret bir rejim haline geleceğini söyler. Son olarak da, “Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeâirini tahrib ediyorlar. Öyle ise zaruri vazifeniz, şeairi ihyâ ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardımdır” ikâzını yapar.


Ankara’da iken de, başlıca maksadı olan Şark Üniversitesinin tesisi için uğraşmaktan geri durmayan Bediüzzaman, 163 mebusun imzası ile yüz elli bin banknotluk yardım kararı çıkartmaya muvaffak olur. Beyannamenin akabinde Mustafa Kemal’le birkaç görüşmesi olmuş; kendisine şark umumi vaizliği, milletvekilliği ve Diyânet âzâlığı teklif edilmiş; ancak Bediüzzaman bu teklifleri kabul etmeyerek, 1923 yılı ortalarına doğru Van’a dönmüştür.



Kısa bir zaman sonra şark vilayetlerindeki isyan ve ihtilâl hareketlerinin başlaması, Bediüzzaman için de uzun ve sıkıntılı bir hayatın başlangıcı olmuştur. Said Nursî, Van kalesindeki mağarada uzlete çekildiği esnâda Şeyh Said’in kendisinden destek istemesi üzerine, asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş olan bu milletin torunlarına kılınç çekilmeyeceği cevabını vererek bu isteği reddetmiştir. Ne yazık ki, Şeyh Said İsyanıyla hiçbir ilgisi olmadığı halde, Bediüzzaman isyan sonrasında ikâmet ettiği uzlethânesinden alınarak Burdur’a, oradan da 1925-1926 yıllarında Isparta’nın Barla nâhiyesine götürülmüştür. Burada “mânevî cihad” hizmetini başlatmış ve telif ettiği eserlerde iman esaslarını terennüm etmiştir. Bu eserler, îmânını tehlikede hisseden halkın büyük teveccüh ve rağbetine mazhar olmuş; elden ele dolaşarak hızla yayılmıştır.

Doğru dürüst yolu bile bulunmayan küçücük bir kasaba olan Barla’da başlattığı hizmetin halka mal olması, devrin idârecilerini rahatsız ettiğinden 1935’te Eskişehir, 1943’te Denizli, 1947’de Afyon, 1952’de de İstanbul mahkemelerine çıkarılmıştır. Ayrıca muhtelif sürelerle Kastamonu, Emirdağ ve Isparta’da, sıkı tarassud ve takib altında mecburî ikâmete tâbi tutulmuştur.


Ömrünün son günlerine kadar keyfî muâmele ve eziyetlerden kurtulamayan Bediüzzaman Said Nursî, buna rağmen, îman hizmetini büyük bir kararlılıkla devam ettirmiş; o zor şartlar altında telif ettiği 6000 küsur sayfalık Risâle-i Nur külliyatını tamamlamaya ve yaymaya muvaffak olmuştur. Gençlerin anlayışına uygun ve ikna edici bir üslupla meseleleri izah ve ispat eden ve vehbî olarak, içinden geldiği gibi ilhâmen kaleme alınan bu eserler, onun çileli hayatının en güzel meyvesidir.


Cumhuriyetin îlânıyla birlikte başlayan işkenceli, sıkıntılı ve çileli bir hayattan sonra 1960’ın baharında Urfa’ya dönen Bediüzzaman Said Nursî, 23 Mart 1960 (H.1379)da Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Ehl-i Sünnet Büyüğü Bediüzzaman

ALBİNDE İslâm, iman, Kur'ân, Ümmet, Şeriat, Sünnet, Mukaddesat sevgisi olan her Müslüman Bediüzzaman Said Nursî hazretlerini sever ve sayar, onu minnet ve teşekkürle anar. Çünkü bu muhterem zat, bütün ömrünü bu saydığım değerlere hizmet ile geçirmiştir ve Cenab-ı Hakk'ın lütfuyla büyük fütuhata nâil olmuştur.
Yakın tarihimizde Müslümanlar çok kara günler gördüler, çok ağır zulüm ve baskılara mâruz kaldılar, çok eziyetler ve işkenceler çektiler. İşte o karanlık zulüm devrinde Üstad Bediüzzaman Said Nursî hazretleri bu halkın imanını kurtarmak için çalışıp çabalamıştır.
Ne kadar esef edilse azdır... Zamanımızda böyle mübarek bir zatın aleyhinde bulunan birtakım kimseler görülmektedir.
Onlar merhum Üstad hazretlerini karalamak için birtakım iftiralara başvuruyor, yanlış yorumlar yapıyor.
Bendeniz bu yazımda elimden geldiği kadar Üstad hazretlerinin bazı özelliklerini anlatmak ve sıralamak istiyorum.
Birincisi: O bir Ehl-i Sünnet büyüğüdür. Kesinlikle hiçbir bid'atle, bozuk akide, fikir ve görüşle ilgisi yoktur. İtikatta sünnîdir, amelde sünnîdir.
İkincisi: Üstad hazretleri dinde reform, yenilik, değişiklik yapılmasına karşıdır. İslâm'ı bir bütün olarak kabul eder, İslâm'ı Ehl-i Sünnet imamlarının anladığı ve anlattığı şekilde anlatır ve öğretir.

Üçüncüsü: Zamanımızda bazı diyalogçular, İslâm'ın esaslarından, temellerinden, usûlünden tâvizler (ödünler) veriyorlar; "Üç İbrahimî din vardır, Ehl-i Kitab da Cennet'liktir, onlarla aramızda Âmentü konusunda ihtilaf yoktur..." şeklinde konuşuyorlar. Bu gibi yanlış ve bozuk fikir ve inançların Bediüzzaman hazretleriyle ilgisi yoktur. İslâm'dan taviz vererek yapılan diyaloğu dinimiz kabul etmez. Böyle bir diyalog, imanı tehlikeye atar.
Dördüncüsü: Üstad hazretleri dinde orta yolda, cadde-i kübrada olmuş, cumhur-i ulemanın izinden gitmiştir.
Beşincisi: Üstad hazretleri Kur'ân'ın temel prensiplerinden olan "Allah katında din İslâm'dır" inancına sımsıkı bağlıydı. Onun bu inançtan ödün verdiğini iddia etmek büyük bir iftiradır.
Altıncısı: Üstad hazretleri İslâm'a, imana, Kur'ân'a hizmet konusunda Peygamber (sallallahu aleyhi vesselam) ahlâkı ve metodu ile çalışmıştır. İhlaslı olmuş, Yaratan için yaptıklarından dolayı yaratıklardan ücret, maaş, hattâ hediye bile kabul etmemiştir.
Yedincisi: Üstadı Cemalüddin Afganî taraftarı olarak göstermek hatâdır, iftiradır. On dokuzuncu asrın sonlarında ve yirminci asrın başlarında Afganî'nin içyüzü bilinmiyordu. Şiiî olduğu halde taqiyye yaparak kendisini Sünnî göstermesi, İranlı olduğu halde Afgan göstermesi (Bu yalancılık ve Müslüman kardeşlerini aldatmak değil midir?), Masonluğun en azgın grubuna mensup olması, Halife-i Müslimîn Sultan Abdülhamid'i, bir İngiliz ajanı ile birlikte tahtından indirmek için çalıştığı ve daha başka kusurları, günahları ve bozuklukları bilinmiyordu.
Sekizincisi: Üstad hazretleri tarih boyunca birkaç kişiye nasip olmuş keskin bir zekaya, harikulade bir akla, derin bir firasete, akılları hayrete düşüren güçlü bir hafızaya sahipti. On dört yaşında şer'î ilimlerden icazet almıştır. Maneviyat ve tasavvuf sahasında da derecesi yüksekti. Her gün ezkâr ve evrad ile meşgul olurdu. Son derece yüksek bir ahlâka sahipti. Kötülükleri affeder, kendisine eziyet edenlerin hidayetine dua ederdi.
Böyle bir zatın aşırılıklara kaçması, cumhur-i ulemanın yolundan ayrılıp çıkmaz sokaklara, dar patikalara girmesi mümkün değildir.
Diyalogçuların Bediüzzaman hazretlerini istismar etmekten vazgeçmeleri tavsiye ve temenni edilir.
Vehhabî meşrebli, aşırı uçlarda bulunan, gulüvve sapan, ifrat veya tefrite kaçmış kimselerin Üstad hakkındaki yersiz tenkitlerine kesinlikle kulak verilmemelidir.
27 Mayıs 1960'tan sonra bazı insî şeytanlar Üstad'ı karalamak için, merhum Şeyhülislâm Mustafa Sabri'nin yazmış olduğunu iddia ettikleri düzmece bir reddiye yayınlamışlardı. Merhum Eşref Edib beyin gayretleriyle ve araştırmasıyla bu risalenin sahte ve düzmece, olduğu isbat edildi. Çünkü, içinde zikr edilen bir kaynağın basım tarihi, Mustafa Sabri'nin ölümünden sonrasına aitti!..
Kendilerini Nurcu gibi gösteren bazı kimseler, bozuk diyalog akideleri uğrunda Bediüzzaman'ı kullanmasınlar. Bediüzzaman'ın bozuk, sapık, aşırı inanç ve görüşlerle ilgisi yoktur.
Tekrar ediyorum: Bediüzzaman orta yolda giden, cumhur-i ulema cadde-i kübrasında yürüyen bir Ehl-i Sünnet büyüğüdür. Onda, bu târife aykırı düşen bir özellik ve noksanlık yoktur.

Mehmet Şevket Eygi
Milli Gazete, 15.01.2009

M.Kemal Paşa'nın En Büyük Muhalifi
Gerçek Cumhuriyet rejiminde gerçek demokraside çoğulcu düzenlerde devletin cumhurbaşkanını, başbakanı, bakanları, büyük bürokratları, hükümetin icraatını, devletin politikasını tenkit etmek var mıdır? Elbette vardır... Bunlara muhalif olmak, muhalefet yapmak suç mudur? Hakaret etmemek, âdil yasaları çiğnememek şartıyla câizdir ve serbesttir.
Şimdi sadede gelelim:
Yakın tarihimizde M.Kemal Paşa'ya, onun tepeden inme devrimlerine muhalefet eden, karşı gelen şahsiyetlerden birincisi Bediüzzaman Said Nursi'dir.
Said Nursi Cumhuriyet ilan edildikten sonra Van'da inzivaya çekilmişti. Kürt uleması, tarikat şeyhleri ve Kürt ileri gelenleriyle birlikte tutuklandı, çok sıkıntılı ve ezici bir yolculukla Trabzon'a götürüldü, oradan bir gemiye bindirildi, İstanbul'dan Barla'ya sürüldü.
O artık ıssız bir yerde sürgündü. Parası pulu yoktu, çevresi yoktu, maddi gücü ve imkânı yoktu. Yapayalnızdı.
On yıllar boyunca süren sürgün hayatı esasında çok eziyetler çekti, devamlı tarassut altında bulunduruldu, zaman zaman tutuklandı, cezaevlerine konuldu.
Onun M.Kemal Paşa rejimine muhalefeti aktif bir muhalefet değil, pasif bir muhalefet ve direniş oldu.
Yapılan devrimlerin hiçbirini kabul etmedi, doğru bulmadı, alkışlamadı.
Ölünceye kadar Avrupa elbisesi giymedi, başına şapka geçirmedi.
Latin harflerini kabul etmedi. Risale-i Nurları İslam yazısıyla yazdırttı. (1950'lı yıllarda risalelerin Latin yazısıyla yazılmasına zaruret derecesinde ruhsat vermiştir. Zaruretler kalkınca ruhsat da kalkar...)
M.Kemal 'e o kadar muhalifti ki, namaz kılarken cebinde, üzerinde M.Kemal resmi bulunan paralar bulundurmazdı. Zaten çok az parayla, kanaat ve iktisat prensibine riayet ederek yaşar, kut-i la-yemut ile geçinirdi.
M.Kemal Paşa'nın devrimlerinin, yeniliklerinin hiçbirini kabul etmedi.
Türkçe ezanı kabul etmedi.
Mecellenin yürürlükten kaldırılıp İsviçre Medeni Kanunu'nun; Osmanlı Ceza Kanunu'nun kaldırılıp İtalyan Ceza Kanunu'nun yürürlüğe konulmasını kabul etmedi.
Tek başına başladı... Etrafında birkaç kişi toplandı, onlara Risale-i Nurları Osmanlıca yazdırttı... Bin bir baskı altında bunları sağa sola gönderdi... Taraftarları yavaş yavaş çoğalmaya başladı... Baskılar sıkıntılar, sorgulamalar, tutuklamalar, hakaretler, tehditler... Bunlardan yılmadı.
Kimseden yardım kabul etmedi.
1950 'de demokrat Parti iktidara geçti ama sürgün hayatı sona ermedi.
1960'da Şanlıurfa'da bir otel odasında hasta, bitkin, çok ihtiyar olarak vefat ettiğinde bütün terekesi yüz elli liralık eski elbiselerinden, kıymetsiz şahsi eşyasından ibaretti.
M.Kemal 1938 'de ölünceye kadar büyük bir dünyevi güce sahip olmuştur. Said Nursi dünyevi maddi güç bakımından onun zıt kutbuydu.
M.Kemal öldükten sonra yine güç sahibi oldu. Bediüzzaman'ın da, ölümünden sonra mânevi gücü ve muhalefeti devam etti.
O, M.Kemal'in inkılâplarına karşı geleneksel Ehl-i Sünnet ve Şeriat İslamlığından en ufak bir taviz vermemiştir.
Bütün aczine, fakrına, imkânsızlığına rağmen akıl almaz derecede güçlü bir muhalefet yapmıştır.
Bunun sırrını sadece akılla anlamak, kavramak, açıklamak mümkün değildir.

Mehmet Şevket Eygi
Milli Gazete, 23.05.2012
 
Moderatörün son düzenlenenleri:

ma'vera

Emektar
Özel Üye
evet burada geçiyor. :gül:

Risâle-i Nûr'da iman hakikatlerinden sonra, en çok üzerinde durulan konu siyasete girmenin veya alakadar olmanın kişinin manevi hayatına ve Kur'ân hizmetine vereceği zarardır.

(Elhasıl: Ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’ân ile cidaldeyiz. Onların en büyük meselesi—muvakkat olduğu için—bizim meselemizin en küçüğüne—bekaya baktığı için—mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz?)

(Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye, Boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alâkadarâne ve bilerek cevap verdi. Kalben, “Yazık!” dedim. “Bu vazife-i nuriyede zararı olacak.” Sonra şiddetle ikaz ettim.)

Emirdağ lah. Sayfa:70
 
Moderatörün son düzenlenenleri:
Üst