Akıl, kalb, vicdan, hafıza, hayal, irade, şuur gibi latifeler birer "meleke" midir?

ömr-ü diyar

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
Yönetici
Cevap 1:
Meleke: Tekrar tekrar yapılan bir iş veya tecrübeden sonra hasıl olan bilgi ve maharet; o şey üstünde elde edilen üstün kabiliyet ve uzmanlık demektir.
Kuvve: Eyleme ve amele müsait olduğu halde, yerinde duran kabiliyet ve yetenek demektir. Şimdiki tabirle tatbike dökülmemiş potansiyel kabiliyetler manasına geliyor.
Duygu: İnsanın manevi ve maddi duygularının genel adıdır. İnsanın mahiyetinde bildiğimiz bilmediğimiz ne kadar manevi duyguları varsa, bunların ortak ve genel adıdır diyebiliriz. Kalp, ruh, vicdan, sırlar bunlara örnek olarak verilebilir.
Meleke, kabiliyetin kuvveden çıkıp keskinlik ve uzmanlık kazanmış şeklidir. Kuvve ise, kabiliyetin yatmış ve gelişmemiş ham şeklidir. Duygu ise, bu kabiliyet ve melekelerden başka insanın sahip olduğu hissiyatların genel bir ismidir.
"Meleke" tabiri, bazen gafleti hatırlatan bir şeye ülfet ve ünsiyet etme manasında değil, tam aksine gafletin zıddı olan huzuru İlahi’de sabitlenme ve sürekli Allah’ı düşünmek ve tefekkür etmekte bir alışkanlık kazanmak anlamındadır. Bu anlamde melek ve meleke kelimelerinde bir yakınlık olabilir.
Nasıl Allah’ı unutmak meleke haline geliyor ise, bunun aksi olarak Allah’ı sürekli hatırlamak ve düşünmek de meleke haline gelebilir. Peygamberlerin ve büyük zatların halleri buna güzel bir levhadır.
Allah’ı sürekli hatırlamak ancak ibadetler vasıtası ile oluyor. Kur’an’ın ısrarla ibadeti emretmesi bu sebepledir. İbadeti terk eden birisi, melekeyi menfi manada olan gaflete çevirmiş demektir. Yani gafleti kendine yol tutmuş ve sürekli isyan ve nisyan halinde demektir.
İbadet, imana hem sebep hem neticedir. Yani ibadeti yapmamızı sağlayan kuvvetli imandır; lakin imanı sağlam ve zinde tutan da ibadettir. Böyle olunca, iman ve ibadet biribirlerine hem sebep hem de netice olmuş oluyorlar. İkisi arasında kopmaz bir bağ vardır, biribirisiz olmaz.
Cevap 2:
İnsan, maddi ve manevi boyutuyla bir anahtar külçesi gibidir. Her bir aza ve duygusu, bir alemin kapısını açar ve anlaşılmasını sağlar.

Mesela; dil bir anahtardır; tatlar aleminin kapısını onunla açarız ve onunla anlarız. Diğer azalar buna kıyas edilebilir.

Aynen onun gibi, akıl ve kalbimiz de birer anahtar gibi, birer alemin kapısını açar ve mahiyetleri hakkında bize bilgi verirler. Akıl, kâinattaki ilim ve marifet kapısını bize açtığı gibi, kalbimiz de kâinattaki manevi tasarrufların mahiyetini bir şekilde görüp anlayabilecek bir potansiyele sahiptir.
Eğitim ve öğretim sayesinde akıl melekemizi geliştirip, başkasının göremediği şeyleri gördüğümüz gibi, tasavvuf tarikiyle kalbi hayatımızı canlandırıp, geliştirdikten sonra başkasının inkâr ettiği şeyleri o şahıs, kalbi inkişafı sayesinde idrak eder ve görebilir.
İnsan, mahiyet ve kabiliyet olarak, çok geniş ve ihatalı bir fıtrata sahiptir. İnsanın mahiyeti Allah’ın bütün isimlerini tartıp, idrak edecek bir kıvamda yaratılmıştır. İnsanın mahiyeti, bir nevi, Allah’ın isimlerini görecek ve idrak edecek bir özet gibidir.

Mesela; insan hasta olup şifa bulmak ile Allah’ın Şafi ismini idrak ediyor; açlık ile Rezzak ismine intikal ediyor ve hakeza…

Hem aynı mahiyet, Allah’ın bütün şuunat ve isimlerini kıyas ile ölçecek bir kabiliyette yaratılmıştır. Mesela, ben cüzi ilmim ile onun külli ilmini kıyas ederek idrak ediyorum. Kendi mahiyetimdeki lezzet, memnuniyet, şevk, öfke gibi vasıflarla ondaki kutsi lezzet, memnuniyet, şevk, gadap gibi şuunatı rasat edebiliyorum. Mutlak bilinmeyeni, bilinen ile kıyaslayıp bilinir hale getiriyorum.

Diğer taraftan insan, kainattaki bütün alemlerin bir mizanı, bu büyük alemin bir listesi; şu kâinatın bir haritası; şu büyük kitabın bir fezlekesidir. Kainatta yaratılmış bütün alemlerin küçük bir modeli ve mizanı insanın mahiyetinde vardır. İnsan o model ve mizan ile o alemi idrak edip seyredebiliyor. Kainatta umumi ve azametli alemler insanda duygu ve latife olarak küçük modeller şeklini almıştır. Bu yüzden insan, mahiyet olarak küçük bir kainat gibidir. Kainatı küçültsen insan, insanı büyültsen kainat olur.
Demek ki, insan küçük alemdir. Kainat ise büyük alemdir. Büyük alem olan kainat küçültülse insan olur; insan kainat kadar büyütülse kainat olur. İnsandaki zerre ve hücreler kainattaki yıldız ve galaksiler gibidir. İnsan nasıl ceset ve ruhtan oluşuyor ise, kainat da aynı şekilde maddi ve manevi alemlerden oluşur. Kainatın maddi alemi, insandaki cesede mukabil geldiği gibi, kainatın arka cephesinde öz olarak duran gaybi ve manevi alemler de insandaki ruha benzer.

İnsanın nasıl ki, yalnızca maddi bedeninin göz, kulak, burun, dil gibi aza ve organları varsa; aynen onun gibi, ruhun da akıl, kalp, ruh, vicdan gibi hissiyat ve cihazları vardır. Bu ilişki aynı şekilde kainatta da caridir. Yani kainatın bedeni hükmünde olan maddi alemin de, semavat, dünya, gezegenler gibi kısımları ve alemleri vardır. Diğer taraftan, kainatın ruhu hükmünde olan manevi ve gaybi olarak misal, berzah, cennet ve cehennem, gibi alemleri de vardır. Bu manevi alemlerin kendine mahsus semaları da vardır. Alemler sadece bizim maddi olarak gördüklerimizle sınırlı değildir.

Hatta insanın her manevi duygusu bu alemler ile irtibat halindedir. Mesela bizdeki hayal kuvveti, misal alemine açılan bir penceredir. Hafıza, kader levhalarının bir nümunesidir. Ruhumuz ruhlar aleminin bir kapısıdır. Kalp, vacibat alemi olan Allah’ın Zatı ile tatmin olan bir ayne-i samettir.. Alemler sadece maddi alemler ile sınırlı değildir. Hatta maddi alem bu alemlerle kıyas edildiğinde, denizde, bir damla gibidir.

Mesela, insandaki hayal kuvvesi misal aleminin bir modeli ve mizanı gibidir; insan o hayal kuvvesi ile o aleme bakıyor. Ruh, alem-i ervahın bir mizanı ve modeli hükmündedir. Akıl, mana aleminin anahtarı ve penceresidir. Göz görüntü aleminin bir menfezidir. Kulak ses alemine açılan bir kanaldır vs.
Diğerlerini buna kıyas edebiliriz.
İnsan, kainata serpilen mükemmelliklerin toplandığı bir ahsen-i takvimdir. Kainatın umumunda dağınık ve belli zamanlara bölünen kemâlatın tek noktada ve tek vakitte toplanan tek merkez, insanın mahiyetidir.
Ruhun emir aleminden olması konusuna gelince:
Alemi emir, harici vücut ve kanun gibi meseleler iyi anlaşılırsa, ruh da, o derece iyi anlaşılır.
Alem-i Emir: Cenab-ı Hakk'ın irade sıfatının tecelli ettiği ve irade sıfatının hakim ve galip olduğu alemdir. Bir nevi irade sıfatının arşıdır. Bütün kainatta olacak, bitecek şeylerin emri ve komutu vardır. Yani, bir nevi şu görünen alemin arkasındaki komut alemidir, diyebiliriz.

Bunu bilgisayardaki yazılımla da örneklendirebiliriz. Mesela, programcı, yapacağı programın önce komutlar ve emirler bölümünü tamamlar, sonra işler. Ve görüntü, o komutlara göre hareket eder. Şekiller, orada belirtilen komutlar üzerine bina olur.
Aynen bunun gibi, Kainat da bir programın görünen yüzüdür. İradeden gelen alem-i emir de görünmeyen gerçek yüzüdür.

Harici vücut: Alem-i emirden gelen emir ve komutların, Allah’ın kudretiyle icra edilip, cismani ve harici bir vücudun giydirilmesidir. Burada, iradenin verdiği emir ve komutu, kudret uygulayıp icra ediyor. İşte, bu uygulama ve icra işine harici vücut denir. Daha çok, kudret sıfatına bakar ve bir nevi kudret sıfatının arşı hükmündedir.

Kanun: Alem-i emrin her bir tecelli ve cilvesinin tek tek adına kanun denir. Mesela, emir aleminde, yerin cisimleri çekme komutuna yer çekimi kanunu diyoruz.

Bunlar anlaşıldıktan sonra, "Ruh nedir?" sorusu da netlik kazanıyor.

Ruh: İrade sıfatının hakim olduğu emir aleminden gelen bir komut ve emirdir veya bir kanundur. Bu emir ve kanuna da kudret sıfatı, harici bir vücut ve ceset vererek, onu somut ve görünür hale getirmiştir. Aynı zamanda başına da şuur takarak, hem harici vücudu olan, hem de başında şuuru olan bir kanun olmuştur.
Faraza, emir aleminden olan yer çekimi kanununa Allah, kudreti ile bir ceset giydirse, inayeti ile de bir şuur verse idi, o da bir insan olurdu. Ya da insanın ceset ve şuurunu alsa, biz de bir soyut kanun oluverirdik.

sorularlaislamıyet

Selam ve dua ile
 
Üst