3.Günün makalesi: Kuran'ı Anlayarak Okuyabiliyor muyuz?

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Haya
Hayâ, insanın mahiyetini gösteren gerçek bir alamettir. O, insanın iman kıymetini ve edeb miktarını belirler. İnsanı, yapılması uygun olmayan şeyler de zorlanır bir durumda veya kendisine layık olmayan şeyleri işlerken yüzünün kızardığının farkına varırsan bil ki o diri vicdanlı, temiz ma'denli, zeki unsurlu birisidir.
Bir de birinin utanmaz, şuursuz alıp verdiğini umursamayan bir vaziyette görürsen bil'ki o da kendisini günah ve kötülükten alıkoyacak hayadan mahrum ve hayasız biridir.
İslâm müslümanlara hayayı emretmiş ve onu İslam'ın en bariz ve onu diğer dinlerden ayıran en büyük faziletlerden kabul etmiştir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: "Her dinin (kendine mahsus) bir ahlâkı vardır, islam'ın ahlâkı da hayâdır."(4I6)
Musa (a.s.) dönemindeki yahudilerde cengâverlik, İsa (a.s.) dönemindeki hristiyanlarda da haya ile tebarüz eder. Bütün dinler her fazileti emredip mensuplarını ondan mes'ul tutar. Kerem sahibi Peygamber (s.a.v.) müslümanda kendini hayra götürecek, serden de koruyacak bir hassasiyetin oluşmasını murad etmiştir, müslüman bunun sayesinde hayır arzusu ve korkusu olmazsa bile hayrı kaybetme hayası ve kötülüğe bulaşma korkusundan dolayı en güzeli taleb edip kötülükten sakınır. İbnu Kayyum şöyle der: "Kabul et ki peygamberler bize dirilmekten haber vermemişler. Cehennem ateşi de yok ortada.Kulların kendilerine nimetler bahşedenden haya etmeleri gerekmez mi?" Allah'ın Rasulü (s.a.v.) insanların en ince duygulusu, en güzel siretlisi, görevine en bağlananı ve haramdan en çok nefret edeniydi. Ebu Musa el Hudri'den rivayet edilmiştir: "Allah'ın Resulü (s.a.v.) perde arkasındaki bakire'den daha fazla hayâ sahibi idi. O, bir şeyden hoşlanmasaydı onu hemen yüzünden anlardık."'(417)
Şüphesiz ki îman, insanla Rabbi arasında yüce bir bağdır. Bu bağın ilk belirtileri, nefis tezkiyesi, ahlâk düzeltmesi ve hareket terbiyesidir. Kişide, kendisini kötülükten alıkoyan devamlı hatalardan koruyan sağlam bir şuur meydana gelmeden bu hasletler hasıl olmaz. Utanmadan kişiyi hakir duruma düşüren hasletleri işlemek, üzülmeden de küçük günahları işlemek, ilkin hayanın sonra da imanın yokluğunu gösterir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Haya ile iman birbirini tamamlar, biri gidince diğeri de gider"(4l8)
Bunun sebebi şudur: insan hayasından olunca, kötü durumdan daha kötü bir duruma, bir rezaletten daha büyük rezalete düşer. Bu düşüş, sahibi cehennemi boylayıncaya kadar yoluna devam eder. Hayadan olmayla başlayıp en kötü suçlarla neticelenen bu düşüşün merhalelerini gösteren bir hadisi şerif rivayet edilmiştir. Şöyle ki:
"Allah (c.c.) bir kulunu helak etmek isterse ondan hayasını alır. Hayası alındığında onu hep uğursuz bulursun. Onu hep böyle bulduğunda emanet duygusunu da yitirir. Yitirince onu hep hâin olarak görürsün. Onu bu halde görünce merhamet duygusunu da kaybeder. O bu hale düşünce onu terk edilmiş ve kovulmuş bir halde bulursun. En son onu böyle bir halde görürsün ki İslam halkası artık boynundan alınmıştır."(419) Bu hassas tertip, insanın nefsi hastalıklara düşme ve onun içindeki merhalelerini ve kötü bir merhaleden daha kötü olan diğer bir merhaleye nasıl vardığını vasfeder.
İnsan, hayâ perdesini yırtınca yaptığının hesabından korkmaz. Kimsenin kınamasından çekinmez, insanlara kötülük için elini uzatır ve menfaatine dokunan herkese saldırır. Böyle birine hiç kimse acımaz. Bilakis kalpler ona karşı kin beslemekle taşar. Allah ve insanlara karşı herşeyi yapmaktan çekinmeyen birinden ne hayır beklersin. İnsan bu duruma düşünce hiç bir hususta kendisine güvenilmez. Zaten insanların malını yemekten utanmayan, ırzlarını çiğnemekten, verdiği sözü tutmayan, vazifeyi ifa etmenin şuurunda olmayan, eşyada hiyanet etmekten ar duymayan birisine tüm bunlar nasıl emanet edilebilir?
İnsan, haya ve emanet duygularını yitirdi mi; bozguncu önüne geleni çiğneyen, arzuları için en temiz duygulara basan bir vahşi olur. O, fakirin-fukaranın malını acımasızca talan eder. Musibetzade ve mustazâfların gözyaşlarından yüreği sızlamaz. Musibet karşısında gözünü kırpar kendini azdıracak ve kendine fayda verecek şeylerden başkasına önem vermez. İşte insan bu bataklığa düşünce din bağı ve İslam halkasından sıyrılmış olur.
Haya etmenin en güzel olduğu birçok yer vardır. Müslüman, konuşunca ağzını kötülüklerden, dilini çirkinliklerden, insanları ayıplamaktan vazgeçmelidir. Kötü sözlerin doğuracağı neticeleri umursamadan ağzına gelen herşeyi söylemek su-î edeptendir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Haya imandandır. İman ise sahibiyle cennettedir. Arsızlık da kabalıktan sayılır. Kabalık ise sahibiyle ateştedir.''(420)
Konuşmanın adabından biri de meclislerde mu'tedil davranmaktır. Bazı insanlar toplantı yerlerinde konuşmanın tamamını kendilerine tahsis etmekten çekinmezler, cemaattekileri de usandırırlar. İslam böyle insanlardan da memnun değildir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Sadece insanların övgülerini kazanmak gayesiyle edebiyat öğrenen kişilerin kıyamet gününde farz ve sünnetlerini Allah (c.c.) kabul etmez."(421)
"Allah (c.c.) davarın geviş getirdiği gibi kelimeleri ağzında çiğnemek suretiyle edebiyat yapmaya çalışanları sevmez." (422)
Allah'ın (c.c.) onları sevmeme sebebi, bunların konuştuğu şeylerin ilavelerden, hallerinin de gösterişten hali bulunmayışındandır. Meclislere katılıp intikam almaya çalışmaları fitrî bazı sebeplerden dolayı olabilir. Yapmak istedikleri takdirde bu duruma düşmemenin tek çıkar yolu hayâ göstermeleridir. Onun için bazı eserlerde şöyle denilmiştir: Dilsiz olmak böyle konuşmaktan yeğdir. Çünkü biri dilin kusuru, diğeri de kalbin kusurudur.
Hayanın bir çeşidi de kişinin kendisinden bir kötülüğün sadır olmasından utanması, kulağını, kötülükten arındırıp uzak bulundurmasıdır. Gıybet ,ancak durumu mezkur olanlar hakkında haram olur. Kim durumunu izhar edip kötülüğünü ifşa ederse insanların buna yapacakları, onun kendi nefsine yapacağı kadar değildir. Bundan dolayı Peygamberimiz (s.a.v.) günah bataklığına düşmüş olanların gözlerden kaybolmalarım emretmiştir.. Bazen Resulullah mescitte hanımıyla konuşurken gelip geçenleri şüpheye düşmemeleri için durdurmuş ve konuştuğunun kendi hanımı olduğunu beyan etmiştir. Riyakâr biri ile, yaptıklarından insanları korumaya çalışan biri arasında ki fark açıktır. Müslümanın yaptığı hareketlerden dolayı insanlardan çekinmesi iyilikleri izhâr ve kötüleri saklamadan ibaret olan nifak demek değildir. Hayır... Bilakis bundan maksat kötülükleri ifşa etmemek ve onları apaçık gözler önünde işlemekten haya etmektir. Yaptığı kötülüğün açığa çıkmasından dolayı haya duyan biride hayır eserleri var demektir. Yaptığı iyiliklerin açığa çıkmasını isteyen birinde de kötülük eserleri var demektir.
Aslında bir şahıs, insanlardan utandığı gibi kendinden de utanmalıdır. Yapığı bir kötülüğü hiç kimsenin görmesini istemediği gibi kendi kendisinin de görmesini istememelidir. Fakat nefsini kendisinden hiç utanılmaz kadar düşük ve hakir görüyorsa, durum değişir... Eskiler şöyle demişlerdir: "Kim açıkta yapmaktan korktuğu birşeyi yalnız başına kalınca yaparsa, gözünde şahsının hiç bir kıymeti yok demektir. Onun için müslüman, gizli-açık her yerde tüm kötülüklerden sakınmakla görevlidir. Bir başka eserde de şöyle denilmiştir: "Kendin duymak istediğin şeyi yap, duymak istemediğin şeyi de terket".
Hayâ, hayrın direği, karıştığı her iyiliğin de temel unsurudur. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Hayâsızlık bir şeyde oldu mu onu rencide eder. Haya ise bir işe girdi mi onu tezyin eder. "(423)
Hayayı şekillendirmek mümkün olsaydı o, iyilik, ve güzellik şeklim alırdı. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Hayâ bir adam biçiminde olsaydı, gerçekten iyi bir adam olurdu. Arsızlık da bir adam biçiminde olsaydı şüphesiz ki kötü bir adam olurdu" (Taberâni).
Bir insanın, diğer insanların Allah (c.c.) katındaki makam ve mevkilerine göre kıymet ve değer biçmesi de hayâ örneklerindendir. Küçüğün büyüğe, öğrencinin öğretmene karşı edepli ve onlara öncelik tanıma hakkı vardır. Onların yanında sesini kaldırmaz, yürürken önlerine geçmez. Hadiste şöyle buyrulmuştur:
"Öğretmeninize karşı mütevazı olunuz."(424)
Diğer bir hadiste şöyledir:
"Allah'ım (c.c.) beni alime ittiba edilmeyen ve ağır başlı insandan da haya duyulmayan bir zamana yetiştirme."(425)
Abdullah bin Yûsr çoktan beri şu hadisi duyduğunu nakleder:
"Bir toplumdaki insanların hallerini şöyle bir kontrolden sonra içlerinde Allah (c.c.) için kendisine hürmet duyulan birini görmezsen bil ki kıyamet yaklaşmıştır."
Hayâ asla korkaklık değildir. Bazen haya sahibi bir insan kanının dökülmesini, yüz suyunun dökülmesine tercih eder. İşte bu en alasıyla kahramanlık demektir. Hayada bir miktar korkunun olması mümkündür. Bu, faziletli ve kâmil bir insanın basit durumlar karşısında değerinin düşmemesi için sakınması demektir. Böyle bir sakınma da yerine göre cesaretin ta kendisidir. Eskiden yahudiler mukaddes beldelerdeki zalimlerle savaşmaktan kaçınca:
"(Peygamberlerine muhalefetten) korkmakta olan kimselerden Allah'ın kendilerine ihsan ettiği iki er onların üzerine (şehrin) kapısından girin bir (kere) ona girdiniz mi, hiç şüphesiz ki siz galipsiniz. Artık Allah'a güvenip dayanın (gerçekten) iman etmiş kimselerseniz, dedi. "(426)
Allah'tan (c.c.) korkan, hayâsızlıktan çekinen ve firar etmekten haya duyanlar savaş anında düşmana hücum edecek ve zaferi gerçekleştirecek olan erlerdir. Şüphesiz ki kâmil bir hayâ için tam bir uygun bir fıtrat gerek. Aynı durum için bazı insanları haya eder görürken, bazılarını da utanmaz bulursun. Utanma hissi hayanın en bariz unsurudur. Utanma hem hayır hem de serde kendini gösterdiği için bazen sahibini kötülük bataklığına düşürdüğünü görürsün. Hayâ ise sadece meşru hudutlar içinde olmaktadır. Batıla göz yuman hayâ sahibi olamaz. Çünkü batılın karşısında susmak olmaz. İnsanlar dalalete düşerken hayatın onlarla alakası kesilmiş demektir. Hayâ (sahibi) hakk'a karşı cephe açmış olanlarla düşüp kalkmaz.
İslâm, putları zelil düşürüp, bir sineği yaratamayıp kendilerini bile bu sinekten koruyamadıkları için za'aflarmı ortaya koyunca müşrikler İslam'ı ayıplamaya kalkışmışlar ve "putlarımıza karşı düzenlenen bu hücumlar hayâsızlıktır." demişlerdir. O zaman şu ayetler nazil oldu:
"Hakikat bir sivrisinek olsun, daha üstündeki (büyüğü) olsun. Herhangi bir şeyi Allah misal getirmekten çekinmez. Artık iman edenler onun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirken kafirler ise: "Allah bu misal ile ne murad etmiştir" derler."(427)
Putların acz ve za'flarım bu şekilde ortaya koymak haktır. "Allah hakkı söylemekten çekinmez."(428)
Müslüman, hakkı hakim kılma yolunda hiçbir insan ve engelden korkmaz.
Hayanın en güzeli Allah'a (c.c.) karşı yapılır. Bizler onun rızkından yer, havasını teneffüs eder, toprağında gezer, göğünün altında barınırız. Küçük bir iyiliğe karşı nankörlük etmek insanı üzerken, beşikten mezara nimetleri içinde yüzdüğümüz, sonra da bizleri ebedi bir hayata kavuşturacak olan Allah'a (c.c.) karşı nankör davranmaktan nasıl ürpermeyelim?
Allah'ın (c.c.) kullan üzerindeki hakkı büyüktür. Onlar gerçekten Allah'a (c.c.) olan haklarını gereği gibi ifa etselerdi onun yolunda hayır işler, kötülüklerden uzaklaşır, iyiliğe kötülükle karşılık vermekten utanırlardı. İbni Mes'ud Resulullah'ın (s.a..v.) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Allah'tan (c.c.) hakkıyla hayâ edin. Ashab: Ey Allah'ın Resulü, hamd olsun bizler Allah'tan (c.c.) hayâ ediyoruz. -Hayır sizin düşündüğünüz gibi değildir. Gerçek haya: Başını ve düşünceni muhafaza etmen, mide ve yiyeceklerini kontrol altına alıp ölüm ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim âhiret alemini isterse dünyanın faydasız zinetlerini terkedip ahireti dünyaya tercih eder. İşte kim bunları yaparsa gerçekten Allah'tan (c.c.) haya etmiştir."(429)
Bazılarına göre İbni Mes'ud'a ait bu nasihat, islâm'ın birçok edep ve fazilet esaslarına şâmildir.
Müslümana dilini batıla dalmaktan ve konuşmaktan, gözünü avret yerlerine ve şehvetle bakmaktan, kulağını sırlan dinlemek veya ayıplan ortaya çıkarmaktan muhafaza etmek vecibedir. O, midesini haramdan koruyup az fakat helal olana alıştırmalı, vakitlerini Allah'ın (c.c.) rızasında harcamalı, elinde olan hayırları değerlendirebilmeli, hayatın hileli ve dünyanın aldatıcı metaı onu kaydırmamalıdır. Müslüman bunları, Allah'm (c.c.) kendisini gözetlediği şuuru ve Allah'a (c.c.) karşı bir günah işlemekten günah duyar bir halde yaparsa hakkıyla Allah'tan (c.c.) hayâ etmiş sayılır.
İşte bu manası ile hayâ, dinin tamamıdır. Bunlardan bazısını işlerse imanın bir cüz'ünün gereğini ifa etmiş sayılır. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş:
"îman yetmiş küsur şubedir. Bunların en faziletlisi "Allah'tan başka ilah yoktur" cümlesi, sevapça en düşüğü ise eza verici şeyleri yoldan kaldırmaktır. Haya da imandan bir şubedir. "(430)
İnsan hürmet gösterip hoşnutluklarını istediği şahıslar karşısında kendini kontrol altına alır. Konuşma ve hareketlerine dikkat eder. Dinin esaslarım bilen bir müslüman her zaman için Allah'ın (c.c.) kontrolünde olduğunu anlar. Çünkü o, gece gündüz onun huzurunda bulunmaktadır.
Onun için mü'minin Allah (c.c.) huzurundaki hürmeti daha çok, emirlerine karşı edebi de daha güçlü olmalıdır. Bunlar şu rivayetin manası sayılır:
"Toplumdaki bir makam sahibinden haya ettiğin gibi Allah'tan (c.c.) haya et".
İnsanın titremesi, bazı durumlar karşısında da yüzünün kızarması, yüce bir meziyet ve şerefli yaradılışa işarettir... "Hayanın tamamı hayırdır"...
Bir de yeşil çubuk üzerinden kamışın kalkması gibi, insanın yüzündeki hayâ boyası kalkarsa böyle birinden artık faziletlerin sonu gelmiş ve geri kalan cüssesi de cehenneme odun olmuş demektir. Böyleleri için de şöyle denilmiştir: "... Utanmadığın takdirde dilediğini yap".
______________
(416) Mâlik
(417) Müslim
(418) Hakim
(419) 1. Mace
(420)Ahmedb. Hanbel
(421) Ebu Davud
(422) Tirmizi
(423) Tirmizi
(424) Tebarâni
(425) Ahmed b. Hanbel
(426) Mâide, 23
(427) Bakara, 26
(428) Ahzâb, 33
(429) Tirmizi
(430) Buhari
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Bakara Sûresinin 185 . Ayetinde

(O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır. Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah’ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Hakk’ın bize ihsanısın
Hem ayların sultanısın
Sen bir saadet kânısın
Ey mâhı sultan merhaba


ncoZR5rxf0.gif


Günâhın olsa yığın,
Yine de O’na sığın.
Gazabından fazladır,
Rahmeti ALLAHımın.
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Hz. OSMAN B. AFFÂN (r.a)

Osman b. Affân b. Ebil-As b. Ümeyye b. Abdi's-sems b. Abdi Menaf el-Kuresî el-Emevî; Rasid Halifelerin üçüncüsü. Ümeyyeogullari ailesine mensup olup, nesebi besinci ceddi olan Abdi Menaf'ta Resulullah (s.a.s) ile birlesmektedir. Fil olayindan alti sene sonra Mekke'de dogmustur. Annesi, Erva binti Küreyz b. Rebia b. Habib b. Abdi sems'tir. Büyükannesi ise Resulullah (s.a.s)'in halasi Abdülmuttalib'in kizi Beyda'dir. Künyesi, "Ebû Abdullah'tir. Ona, "Ebu Amr" ve "Ebu Leyla" da denilirdi (Ibnul-Hacer el-Askalânî, el-isabe fi Temyîzi's-Sahabe, Bagdat t.y., II, 462; Ibnül Esîr, Üsdül-gâbe, III, 584-585; Celaleddin Suyûtî, Târihul-Hulefâ, Beyrut 1986, 165).

Resulullah (s.a.s) risaletle görevlendirildiginde Osman (r.a) otuz dört yaslarindaydi. O, ilk iman edenler arasindadir. Ebû Bekir (r.a), güvendigi kimseleri Islâma davette yogun gayret göstermekteydi. Onun bu çalismalari neticesinde, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah ve Osman b. Affân iman etmIslerdi. Hz. Osman, cahiliyye döneminde de Hz. Ebû Bekir'in samimi bir arkadasi idi (Siretu Ibn ishak, istanbul 1981,121; Üsdü'l-Gâbe, ayni yer; Askalanî, ayni yer). Hz. Osman, iman ettigi zaman bunu duyan amcasi Hakem b. Ebil-Âs onu sikica baglayarak hapsetmis ve eski dinine dönmezse asla serbest birakmayacagini söylemisti. Hz. Osman (r.a) ebediyyen dininden dönmeyecegini söyleyince, kararliligini gören amcasi onu serbest birakmisti (Suyûtî, 168). Pesinden o, Resulullah (s.a.s)'in kizi Rukayye ile evlenmisti. Bazi tarihçiler bu evliligin Peygamber'in risaletle görevlendirilmesinden önce oldugunu kaydederler (Suyûtî, a.g.e., 165).

Mekkeli müsriklerin iman edenlere yönelttikleri baski ve iskenceler yogunlasip çekilmez bir hal alinca, Resulullah (s.a.s), ashabina Habesistan'a hicret etmeleri tavsiyesinde bulunmustu. Hz. Osman'in Habesistan'a ilk hicret edenler arasinda oldugu hakkinda kaynaklar ittifak halindedirler. Ibn Hacer birçok sahabiye dayandirarak Hz. Osman'in, esi Rukayye ile birlikte Habesistan'a hicret eden ilk kimse oldugunu kaydetmektedir (Ibn Hacer, ayni yer). Mekkelilerin iman ettiklerine dair yanlis bir haberin Habesistan'a ulasmasiyla birlikte muhacirlerden bir bölümü Mekke'ye geri dönmüstü. Hz. Osman da geri dönenler arasindaydi. Ancak onlar kendilerine ulasan haberin asilsiz olduguna sahit olduklarinda tekrar Habesistana gitmek için yola çiktilar. Hz. Osman, hareket etmeden önce Resulullah (s.a.s)'e söyle demisti: "Ya Resulullah! Bir defa hicret ettik. Bu Necasi'ye ikinci hicretimiz oluyor. Ancak siz bizimle degilsiniz". Resulullah (s.a.s) ona; "Siz Allah'a ve bana hicret edenlersiniz. Bu iki hicretin tamami sizindir" karsiligini vermisti. Bunun üzerine o; "Bu bize yeter ya Resulullah" dedi (Ibn Sa'd, Tabakatül-Kübra, Beyrut t.y., I, 207).

Hz. Osman (r.a), ikinci olarak hicret ettigi Habesistan'da bir müddet kaldiktan sonra Mekke'ye geri döndü. Resulullah (s.a.s), Medine'ye hicret etmekle emrolundugunda, Hz. Osman diger müslümanlarla birlikte Medine'ye hicret etti. O, Medine'ye ulastigi zaman Hassan b. Sabit'in kardesi Evs b. Sabit'e konuk olmustu. Bundan dolayi Hassan, onu çok severdi (Ibnül-Esîr, Üsdül-Gâbe, 585; Ibn Sa'd, a.g.e., 55-56).

Bir yahudinin mülkiyetinde olan Rume kuyusunu yirmi bin dirheme satin alarak bütün müslümanlarin istifadesine sunmustu. Bu kuyunun müslümanlar için ne kadar önemli oldugu Resulullah (s.a.s)'in su sözünden anlasilmaktadir: "Rume kuyusunu kim açarsa, ona Cennet vardir" (Buharî, Fezailu'l-Ashab, 47).

Hz. Osman, hanimi Rukayye agir hasta oldugu için, Resulullah (s.a.s)'in izniyle Bedir savasindan geri kalmisti. Rukayye ordu Bedir'de bulundugu esnada vefat etmis, müslümanlarin zaferinin müjdesi Medine'ye ulastigi gün topraga verilmisti. Fiili olarak Bedir'de bulunmamis olmakla birlikte Resulullah (s.a.s) onu Bedir'e katilanlardan saymis ve ganimetten ona da pay ayirmisti (Üsdül-Gâbe, III, 586; Suyutî, a.g.e., 165; H.i.Hasan, Tarihu'l-Islâm, I, 256).

Hz. Osman Bedir savasi hariç, müsriklerle ve Islâm düsmanlariyla yapilan bütün savaslara katilmistir.

Rukayye'nin vefat edisinden sonra Resulullah (s.a.s), Hz. Osman'i diger kizi Ümmü Gülsüm ile evlendirdi. Hicretin dokuzuncu yilinda Ümmü Gülsüm vefat ettiginde Resulullah (s.a.s) söyle buyurmustu: "Eger kirk tane kizim olsaydi birbiri pesinden hiç bir tane kalmayana kadar onlari Osman'la evlendirirdim" ve yine Hz. Osman'a "Üçüncü bir kizim olsaydi muhakkak ki seninle evlendirirdim" demisti (Üsdül-Gâbe, ayni yer). Resulullah (s.a.s)'in iki kiziyla evlenmis oldugu için iki nûr sahibi anlaminda, "Zi'n-Nureyn" lakabiyla anilir olmustur. Zatü'r-Rika ve Gatafan seferlerinde Resulullah (s.a.s), onu Medine'de yerine vekil birakmistir (Suyuti, a.g.e., 165).

Hz. Osman'in Habesistan'a hicreti esnasinda Hz. Rukayye'den dogan Abdullah adindaki oglu, Medine'ye hicretin dördüncü yilinda bir horozun yüzünü gözünü tirmalamasi sonucunda hastalanarak vefat etti. Abdullah, vefat ettiginde alti yasinda idi (Ibn Sa'd, a.g.e., III, 53, 54).

Hicretin altinci yilinda müslümanlar, Umre yapmak için Mekke'ye hareket ettiklerinde, Hz. Osman da onlarin arasindaydi. Ancak, putperest Mekke yönetimi, müslümanlari Mekke'ye sokmama karari almisti. Bunun üzerine Hudeybiye'de karargah kuran Resulullah (s.a.s), müsriklerle diyalog kurarak, maksatlarinin yalnizca umre yapmak oldugunu onlara bildirmek istiyordu. Resulullah (s.a.s), bu is için Hz. Ömer'i görevlendirmek istemis, ancak Hz. Ömer, bir takim geçerli sebepler ileri sürerek Hz. Osman'in daha uygun oldugunu söylemisti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s), elçilik görevini Hz. Osman'a verdi. Daha önce elçi gönderilen Hiras b. Umeyye el-Ka'bî'yi Mekkeliler öldürmek istemIslerdi (Ibn Sa'd, a.g.e., II, 96). Müsriklerin hirçin davranIslari böyle bir elçiligi tehlikeli bir hale sokuyordu. Resulullah (s.a.s), Hz. Osman (r.a)'a söyle dedi: "Git ve Kureys'e haber ver ki, biz buraya hiç kimse ile savasmaya gelmedik. Sadece su Beyt'i ziyaret ve onun haremligine saygi göstermek için geldik ve getirdigimiz kurbanlik develeri kesip dönecegiz ". Hz. Osman (r.a), Mekke'ye gidip, müsriklere bu hususlari bildirdi. Ancak onlar; "Bu asla olmaz. Mekke'ye giremezsiniz" karsiligini verdiler. Onlarin red cevabi Islâm kârargahina Osman (r.a)'in öldürüldügü seklinde ulasti. Onun dönüsünün gecikmesi bu haberi destekler nitelikteydi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s), yanindaki bütün müslümanlari, ölmek pahasina müsriklerle çarpismak üzere, bey'ata çagirdi. Bey'atu'r-Ridvan adiyla tarihe geçen bu bey'atlasmada Resulullah (s.a.s) sol elini sag elinin üzerine koyarak, "Osman Allah'in ve Resulünün isi için gitmistir" dedi ve onun adina da bey'at etti. Müsrikler bu durumdan korkuya kapildiklari için anlasma yolunu tercih etmIslerdi (Ibn Sa'd, II, 96, 97). Hz. Osman, bu arada Mekke'deki güçsüz müslümanlarla görüsmüs ve onlari Islâm'in yakinda gerçeklesecek olan fethiyle teselli etmisti (Asim Köksal, Islâm Tarihi, VI, 177).

Müsrikler, Osman (r.a)'a isterse Kâ'be'yi tavaf edebilecegini bildirmIsler, ancak o, Resulullah (s.a.s) tavaf etmeden, kendisinin de tavaf etmeyecegi cevabini vermisti. Hudeybiye'de bulunan sahabiler ise Resulullaha: "Osman Beytullah'a kavustu, onu tavaf etti; ne mutlu ona" dediklerinde Resulullah (s.a.s); "Beytullah'i biz tavaf etmedikçe, Osman da tavaf etmez buyurmustur" (Vakidî'den naklen, A. Köksal, a.g.e., 178-179).

Hz. Osman, Medine dönemi boyunca sürekli Resulullah (s.a.s) ile birlikte olmaya gayret gösterdi. Ashabin en zenginlerinden biri olmasi, onun Islâma ve müslümanlara herkesten çok maddi yardimda bulunmasini sagladi. Bilhassa kâfirler üzerine sefere çikan ordularin techiz edilmesinde asiri derecede cömert davrandigi görülmektedir. Tarihçiler onun Ceys'ul-Usra diye adlandirilan Tebük seferine çikacak ordunun techiz edilmesine yaptigi katkiyi övgüyle zikretmektedirler. O, bu ordunun yaklasik üçte birini tek basina techiz etmistir. Asker sayisinin otuz bin kisi oldugu göz önüne alinirsa bu meblagin büyüklügü rahatça anlasilir. Yaptigi yardimin dökümü söyledir: Gerekli takimlariyla birlikte dokuz yüz elli deve ve yüz at, bunlarin süvarilerinin teçhizati, on bin dinar nakit para (A. Köksal, IX,162). Onun bu davranisindan çok memnun olan Resulullah (s.a.s); "Ey Allah'im! Ben Osman'dan raziyim. Sen de razi ol" (Ibn Hisam, Sîre, IV,161) diyerek duada bulunmus ve; Bundan sonra Osman'a Isledikleri için bir sorumluluk yoktur" (Suyûtî, a.g.e.,169) demistir.

Hz. Osman, Veda Hacci esnasinda da Resulullah (s.a.s)'in yanindaydi. Resulullah (s.a.s) müslümanlari ilgilendiren bir çok meselede Osman (r.a)'in yardimina müracaat etmistir (H.i.Hasan, a.g.e., I, 256).

Hz. Ebû Bekir (r.a) halife seçilince Osman (r.a) ona bey'at etti. Ebû Bekir (r.a) halifeligi boyunca ümmetin Islerini idarede onunla istisarede bulundu. Ebû Bekir (r.a)'in vefatindan önce yazdirdigi Hz. Ömer'in Halife atanmasina dair belgeyi Osman (r.a) kaleme almistir. Hz. Ebû Bekir, Osman (r.a)'in yazdiklarini ona tekrar okutturduktan sonra mühürletmisti. Osman (r.a), yaninda Ömer (r.a) ve yaninda Useyd Ibn Saîd el-Kurazî oldugu halde disari çikmis ve oradakilere "Bu kagitta adi yazilan kimseye bey'at ediyor musunuz" diye sormustu. Onlar da "evet" diyerek bunu kabul etmIslerdi (Ibn Sad a.g.e., III, 200).

Halifeligi

Hz. Ömer (r.a), yaralaninca, hilâfete geçecek kimsenin tayin edilmesi için alti kisiden olusan bir sura olusturmustu. Bunlar Hz. Ali, Osman, Sa'd Ibn Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zubeyr Ibn Avvam ve Talha Ibn Ubeydullah (r.anhum) idiler. Yapilan görüsmeler neticesinde, sura üyelerinden dördü feragat edince görüsmeler Hz. Osman'la Hz. Ali üzerinde devam etti. sura baskani Abdurrahman Ibn Avf, genis bir kamu oyu yoklamasi yaptiktan sonra müslümanlarin bu iki kisiden birisinin halife seçilmesi üzerinde mutabik olduklarini gördü. Hz. Ali (r.a)'i çagirarak ona; Allah'in Kitabi, Resulünün Sünneti ve Ebû Bekir ve Ömer'in uygulamalarina tabi olarak hareket edip etmeyecegini sordu. O, Allah'in Kitabi ve Resulünün Sünnetine tam olarak uyacagi, ancak bunun disinda kendi içtihadina göre davranacagi cevabini verdi. Ayni soruyu Osman (r.a)'a yönelttiginde o, bunu kabul etmisti. Bunun üzerine Abdurrahman Ibn Avf, Osman (r.a)'i halife atadigini ilan ederek ona bey'at etti (Suyuti, a.g.e.,171, 172; Ibn Hacer, a.g.e., 463; H.i.Hasan, a.g.e., I, 258, 261). Hz. Osman'a ikinci olarak bey'at eden kimse Hz. Ali (r.a) olmustur. Pesinden de bütün müslümanlar ona bey'at ettiler (Ibn Sa'd, a.g.e., III, 62). Osman (r.a)'in hilâfete geçisi Hicri yirmi üç senesi Zilhicce ayinin sonlarinda olmustur.

Osman (r.a), devlet idaresini devraldigi zaman Islâm fetihleri hizli bir sekilde devam ediyordu. Hz. Ömer (r.a) devrinde Suriye, Filistin, Misir ve iran, Islâm topraklarina katilmisti. Hz. Ömer (r.a)'in güçlü idaresi, fethedilen bölgelerde otorite ve düzenin saglam bir sekilde yerlesmesini saglamisti.

Hz. Osman (r.a), Islâm tebliginin girmis oldugu yayilma sürecini ayni hizla devam ettirmeye çalisti. O, Ermenistan, Kuzey Afrika ve Kibris'i fethetmis, iran'daki ayaklanmalari bastirarak merkezî yönetimin nüfuzunu yeniden tesis etmistir. Hz. Osman (r.a), hilâfeti devraldigi zaman idari kadrolarda yavas yavas bazi degisiklikler yapma yoluna gitti. Ancak, Ömer (r.a)'in vasiyetine uyarak bir sene müddetle onun valilerini yerlerinde birakti. ilk önce Küfe valisi Mugire b. su'be'yi azlederek yerine Sa'd b. Ebi Vakkas'i atadi. Sa'd, Osman (r.a)'in yönetime geçtikten sonra atadigi ilk validir (Ibnül-Esir el-Kamil fî't-Tarih, Beyrut 1979, III, 79).

Misirlilarca sevilen bir kimse olan Amr b. el-As'in Misir valiliginden alinmasi ve yerine, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'in tayin edilmesi bazi karisikliklarin çikmasina sebep olmustu. iskenderiye halki Bizans imparatoru Heraklious'a mektup yazarak kendilerini müslümanlarin elinden kurtarmasini istediler. Ayrica, müslümanlarin karsi koyacak kadar askerlerinin olmadigini da bildirdiler. Bunun üzerine Bizans imparatoru, Manuel komutasinda kalabalik bir orduyu iskenderiye'ye gönderip burayi isgal etti. Bizanslilardan çekinen Kipti halk, Hz. Osman'dan duruma müdahale etmesini istediginde o, Amr b. el-As'i Misir'a geri gönderdi. Amr, yaptigi savasta, Manuel'i öldürerek düsmani büyük bir yenilgiye ugratti ve iskenderiye sehrini çevreleyen sur'u yikti (Hicrî 25) (Ibnul-Esir, a.g.e., III, 81; H.i.Hasan, a.g.e.; I, 264). Ayni yil içerisinde anlasmalarini bozan Rey üzerine, Sa'd b. Ebi Vakkas bir sefer düzenlemis; ayrica, Deylem üzerine yürümüstür.

Sa'd b. Ebi Vakkas, Beytül-Malden borç olarak aldigi parayi geri ödemekte sikisinca Osman (r.a), onu azlederek yerine anne bir kardesi Velid b. Ukbe'yi Küfe valiligine getirdi (Ibnul-Fsir a.g.e., III, 82). Velid, bes sene Küfe valiliginde bulunmustur. Velid, bir sabah, namazi sarhos oldugundan dolayi dört rekat kildirmisti. Hatirlatilmasi üzerine "sizin için arttiriyorum" demisti. Bunu duyan Hz. Osman, ona tazir cezasi vererek bunun uygulanmasini Hz. Ali'den istemisti. Hz. Ali de Abdullah b. Cafer'e onu kirbaçlattirmisti. Bu olay üzerine Hz. Osman onu azlederek yerine Saîd b. el-As b. Umeyye'yi atadi (Ibnul-Esir, a.g.e., III, 107). Suyûtî, Hz. Osman'in, ilk olarak Velid'i, Sa'd'in yerine vali yapmasi yüzünden kinandigini söylemektedir (Suyutî, 172). Velid, Küfe valisi olunca, Azerbaycan komutani Utbe b. Ferkat'i görevinden aldi. Bunun üzerine Azerbeycan halki isyan ettiler. Velid, Azerbeycan üzerine yürüyerek burayi itaat altina aldiktan sonra Ermenistan (Tiflis) tarafina yöneldi ve andlasmalar yaparak ganimetlerle geri döndü (H. 25).

Bu arada Bizansla yapilan mücadele devam etmekteydi. Muaviye, Antalya ve Tarsus taraflarina akinlar düzenliyordu. Öte taraftan, Amr b. el-As'a Kuzey Afrika'yi ele geçirmek için emirler gönderen Osman (r.a), Sicistan Valisi, Abdullah b. Amr'a Kabil'e yürümesi talimatini veriyordu (Ibnul Esir, a.g.e., III, 87). Hicri yirmi altida, Mescid-i Haram'in genIsletilmesi çalismalarina tanik olunmaktadir. Mescid-i Haram'in çevresindeki arsalar satin alinarak genis bir alan elde edilmisti.

Hz. Osman (r.a), Hicri yirmi yedinci yilda Misir Valisi Amr b. el-As'i azlederek yerine Abdullah Ibn Sa'd b. Ebi Serh'i getirdi. O, Kuzey Afrika'nin fethinin tamamlanmasi düsüncesindeydi. Bunun için Osman (r.a), Ashabin ileri gelenleriyle istisare ettikten sonra, ona izin verdi ve içinde çok sayida sahabinin de bulundugu bir orduyu takviye olarak ona gönderdi (H.i. Hasan, a.g.e., I, 265). Abdullah b. Nafi b. Abdulkays ve Abdullah b. Nafi b. Husayn komutasindaki kuvvetler, Ibn Ebi Serh ile birleserek Misir'dan batiya dogru harekete geçtiler. Trablus'tan Tanca'ya kadar olan bölgenin hakimi ve Bizans imparatorunun valisi, Islam ordusunun topraklarina dogru ilerledigi haberini alinca, yirmi bini süvari olmak üzere, yüz bin kisilik bir ordu hazirlayarak tedbirler aldi. Krallik merkezi olan Subaytala'ya yirmi dört saatlik bir mesafede iki ordu karsi karsiya geldi. Ibn Ebi Serh'in, müslüman olmak veya cizyeyi kabul etmek teklifi reddedilince çatisma basladi. Bu arada, ordunun Medine ile olan haberlesmesi kesilmisti. Hz. Osman baglanti kurabilmek için Abdullah Ibn Zübeyr'i bir askeri birlikle Afrika'ya gönderdi. Günlerce süren savas, Abdullah Ibn Zübeyr'in önerdigi taktikle kisa zamanda büyük bir zaferle sonuçlandi. Müslümanlarin eline geçen ganimet oldukça büyüktü. Süvarilere üçer bin dinar ve yayalara ise biner dinar hisse düsmüstü (Ibnül-Esir, a.g.e., III, 88-90; H.i.Hasen, a.g.e., I, 265-266). Islâm ordularinin önündeki bu engel kaldirildiktan sonra Hz. Osman, Abdullah b. Nafî b. Husayn ve Abdullah b. Nafi b. Abdulkays'a hiç vakit kaybetmeden Cebelu't-Tarik'i geçerek Endelüs'e girmeleri emrini verdi. Hz. Osman'in, ordunun Endelüs'e geçisini istemesi, istanbul'un bati yönünden sikistirilarak fethinin kolaylastirilmasi düsüncesinden kaynaklaniyordu. O, komutanlarina söyle diyordu: "istanbul ancak Endelüs tarafindan fethedilebilir. Eger orayi fethederseniz, istanbul'u fethedenlerin ecrine ortak olacaksiniz" (Ibnül-Esir, a.g.e., III, 93; Ayrica bk. Muhammed Hamidullah, Fethul-Endelüs (ispanya) fi Hilafeti Seyyidina Osman sene 27 li'l-Hicre, i.Ü. Ed. Fak. Islam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, istanbul 1978, VII, 221-225). Böylece Hz. Osman zamaninda, Kuzey Afrikadaki fetihler tamamlanmis, Islâm'in karsisindaki en büyük güç olan Bizans'in batidan sikistirilmasi planlari uygulamaya konulmustur.

Öte taraftan Muaviye b. Ebi Süfyan, Osman (r.a)'dan izin alarak, Suriye sahillerinde olusturdugu donanma ile Akdenize açilmis ve müslümanlar denizlerde de Bizans'a karsi varlik göstermeye baslamIslardi. Muaviye daha önce bu is için Hz. Ömer'e müracaat etmisti. Ancak Ömer (r.a), o an müslümanlarin maslahati bunu gerekli kilmadigi için izin vermemisti. Daha sonra sartlar bu is için elverIsli hale geldiginden dolayi Hz. Osman donanma insasinin lüzumuna kanaat getirmisti. Muaviye, donanmasiyla denize açilarak, Kibris Adasina çikti. Abdullah b. Sa'd Misir'dan onun yardimina gitti. Kibris, yillik yedi bin dinar cizye ile Islâm hakimiyetini tanimak zorunda kaldi (Hicrî 28). Bu miktar onlarin Bizans imparatoruna ödedigi meblagdir (Ibnül-Esir, a.g.e., III, 96). Hz. Osman, Kufe Valisi Ebu Musa el-Es'arî'yi görevinden alarak yerine Abdullah b. Amir el-Kureyz'i atadi (H. 29). Abdullah, Osman (r.a)'in dayisinin ogludur. Ebu Musa'yi azletmesinin sebebi Kûfe halkinin ondan sikayetçi olmalari ve bunu Hz. Osman (r.a)'a bildirmeleridir (Ibnül-Esîr, a.g.e., III, 99-100).

Hz. Osman, Mescid-i Nebi'nin genIsletilmesine ihtiyaç duyarak, onu süslü taslarla yeniden insa etti. Tas sütunlar dikerek tavanini sac (bir cins agaç) ile kapatti. Uzunlugunu yüz altmis, genIsligini de yüz elli zira'a çikartti (Suyûtî, 173). Hicri otuz yilinda Sa'id b. el-As'in Taberistan'a hücum ettigi görülür. Bu bölgede gazalarda bulunan Sa'id, bir çok sehri fethetti. Horasan, Tus, Serahs, Merv, Beyhak bunlardan bazilaridir.

Bu yil içerisinde Hz. Osman, degisik eyaletlerde, Kur'an-i Kerim'in okunmasi üzerine ortaya çikan ihtilaflari ortadan kaldirmak için çalismalar baslatti. Kur'an-i Kerim ilk olarak Hz. Ebû Bekir zamaninda tedvin edilmisti. Zeyd b. Sabit'in baskanliginda yapilan bu çalismada, Kur'an-i Kerim bir kitap haline getirilmisti. Bu ilk mushaf, Ebû Bekir (r.a)'dan sonra Ömer (r.a)'a geçmis, onun sehadetinden sonra da Hafsa (r.anh)'nin elinde kalmisti.

Azerbeycan sefer esnasinda ordu içerisinde kiraat konusunda bir ihtilafin çikmasi, ordu komutani Huzeyfe b. Yeman'i endiselendirmis ve Halife'den, müslümanlarin emin bir sekilde okuyabilecekleri bir mushafin çogaltilmasini istemisti. Hafsa (r.anh)'in yaninda bulunan mushaf getirilerek çogaltildi ve bütün eyaletlere dagitildi. Bunun disinda kalan nüshalarin tamami toplatilarak imha edildi. Bu durum karsisinda Ashabin hayatta olanlari oldukça rahatlamIslardi (Ibnül-Esîr a.g.e., III,111-112; H.i. Nasen, a.g.e., I, 510-513).

Hz. Osman, Resulullah (s.a.s)'a ait olan; Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'den sonra kendisine intikal eden mührü Medine'deki Arîs kuyusuna düsürdü. Onu bulacak olana büyük miktarda para vadinde bulunmus, ancak bütün aramalara ragmen bu mühür bulunamayinca Osman (r.a) büyük bir üzüntüye kapilmisti. Ondan ümidini kesince hemen bir mühür yaptirdi. sehid edilene kadar parmaginda kalan bu mührün kimin eline geçtigi tesbit edilememistir (Ibnül-Esir, III, 133). Bu olay hilâfetinin altinci yilinda meydana gelmistir.

Islam fetihlerinin sürekliligi ve elde edilen ganimetlerle insanlarin zenginlesmeleri, refah seviyesini oldukça yükseltmisti. Bu durum, tabii olarak, Islâma uygun olmayan birtakim davranis biçimlerinin de ortaya çikmasina sebep olmustu. Resulullah (s.a.s)'in yaninda yetisen ve bu gelismeleri endiseyle takip eden sahabiler, bu endiselerini yer yer ortaya koymaktaydilar. Bunlardan birisi de, zühd ve takvasiyla taninan ve maddi varliklardan muhtaç kimselerin yeterince istifade ettirilmedigine inanan Ebu Zerr el-Gifarî (r.a)'dir. O, sam'da, Muaviye'nin uygulamalarina karsi çiktigi ve düsüncelerini söylemekte israrli davrandigi için Medine'ye çagirildi. Ebu Zerr, Medine'ye geldiginde görüslerini Hz. Osman'a tekrarlamisti. Bunun ardindan, Halife'den izin isteyerek, Medine'ye yakin bir yer olan Rebeze'ye gidip yerlesmisti (a.g.e., III, 115; bk. Ebu Zerr el-Gifârî Mad.).

Bizans'a karsi kazanilan en parlak ve kesin zaferlerden birisi hiç süphesiz ki Latu's-Sevârî deniz savasidir. Abdullah b. Sa'd'in komutasindaki Islâm donanmasi, iskenderiye açiklarinda Bizans imparatoru Konstantin komutasindaki büyük donanmayla karsi karsiya geldi. Bizanslilarin gemi sayisi hakkinda verilen bilgiler, bes yüz ile sekiz yüz rakami arasinda degismektedir. Islâm donanmasinin sahip oldugu gemi sayisi ise ikiyüz civarindaydi. Yapilan savasta Bizanslilar büyük bir bozguna ugratildi. Konstantin, Sicilya'ya siginmak zorunda kalan (Ibnül-Esir, a.g.e., III,117-118; H.i. Hasan, I, 266-267). Bu zaferden sonra Bizans, müslümanlara karsi olan deniz üstünlügünü kaybetmis, Islam donanmasinin istanbul sularina kadar önüne çikacak bir güç kalmamisti.

Fitnenin ortaya çikisi ve sehadeti

Hz. Osman on iki sene hilâfet makaminda kalmistir. Bunun ilk alti senesi huzur ve güven içerisinde geçmis ve hiç kimse yönetimin uygulamalarindan sikayetçi olmamistir. Kureys, onu Hz. Ömerden daha çok sevmisti. Çünkü Hz. Ömer onlara karsi seriati uygulamada müsamahasiz ve sertti. Hz. Osman ise yaratilisindaki yumusaklik ve hosgörü ile insanlarin serbestçe hareket edebilmelerine imkan saglamisti. Onun bu yapisindan istifade eden eyaletlerdeki bir takim valiler, sorumsuz davranIslar sergilemeye baslamIslardi. Yükselen sikayetleri ani ve kesin kararlarla karsilayamayinca, yavas yavas bir fitne ve kargasa ortaminin olusmasina zemin hazirlanmisti.

Endelüs'ten Hindistan hudutlarina kadar çok genis bir sahayi kaplayan devletin içerisinde, çesitli din ve irklara mensup zimmi statüsünde topluluklar vardi. Bunlar, maglup düstükleri Islâm Devleti'ne karsi her firsati degerlendirerek bas kaldiriyorlardi. Yahudi unsuru ise, Islâm Ümmeti'ni parçalayip yok etmek için Islamin temel prensiplerini hedef almisti. Müslüman oldugunu iddia ederek ortaya çikan bir takim Yahudi asilli kimseler, zuhur eden huzursuzluklari körükleyip fitne alevini her tarafa yaymaya çalisiyorlardi. Bunlardan birisi etkili nifak hareketlerinin ortaya çikmasini saglayan ve tam bir komitaci olan Abdullah Ibn Sebe'dir. Ibn Sebe Yemenli bir yahudidir. O, samimi kimselerin hakli sikayetlerini kullanarak insanlari Hz. Osman'a karsi kiskirtiyordu. Bir taraftan "ric'ati Muhammed" (Muhammed (s.a.s)'in tekrar dönüsü) düsüncesini yaymaya gayret gösterirken, öte taraftan Peygamber'in pesinden hilâfet hakkinin Hz. Ali (r.a)'a ait oldugunu ve bunun da Allah tarafindan belirlenmis bir gerçekten baska bir sey olmadigini yayarak daha sonra ortaya çikacak sia akidesinin temellerini atiyordu. Onun yaydigi düsüncelere göre Ebû Bekir (r.a), Ömer (r.a) ve Osman (r.a), Hz. .Ali (r.a)in hakkini gasbetmIslerdi. O, Küfe, Basra ve samda insanlari kiskirtirken, Ebu Zerr (r.a)in hakli çikIslarini da kendisine malzeme yapmaya ugrasiyordu. (Ibnü'l Esir, Tarih, III,154; H. i. Hasan, age, I, 368-370) Bir zaman sonra, Muhammed b. Ebî Bekr ve Muhammed b. Ebî Huzeyfe de, yapmis oldugu atamalardan dolayi Hz. Osman'i tenkid etmeye basladilar (Ibnül-Esîr. a.g.e., III, 118).

Yolsuzluklarini denetleyememesidir (Suyûtî, 174). Hz. Ali (r.a) bu konudaki sikayetlerini ona ilettiginde o, Hz. Ali'ye söyle diyordu: "Mugire b. su'be'yi Ömer'in vali tayin ettigini bilmez misin?" Hz. Ali: "Biliyorum" deyince o; "O halde neden akrabaligi ve yakinligindan dolayi onu vali tayin ettigim seklinde bir kinamada bulunuyorsun?" diye sormustu. Hz. Ali'nin buna verdigi cevap suydu; "Ömer vali atadigi kimseyi siki bir sekilde kontrol altinda tutardi. En ufak hatalarini görse onlari sorgular ve en siddetli sekilde cezalandirirdi. Sen ise bunu yapmiyorsun" (Ibnül-Esir, a.g.e., III, 152).

Bunun üzerine Hz. Osman, vilayetlerdeki yönetimler hakkinda yapilan dedikodulari ve bunlarin sebeplerini yerinde incelemek üzere müfettIsler tayin etti. Muhammed b. Mesleme'yi Kufe'ye; Usame b. Zeyd'i Basra'ya; Abdullah b. Ömer'i sam'a ve Ammar b. Yasir'i de Misir'a gönderdi. Ammar b. Yasir hariç, digerleri görevlerini tamamlayarak geri dönmüslerdi. Osman (r.a) haksizliklari gidermek, filizlenmeye baslayan ve ümmet için büyük sakincalara sebep olacak olan fitnenin yatistirilmasi için yogun bir gayretin içine girmisti.

O, gelen sikayetleri dikkatle inceliyor, basta Hz. Ali (r.a) olmak üzere Ashab'in ileri gelenleri ile istisarelerde bulunuyordu. Ancak, Misir'dan Medine'ye gelip, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'in gayr-i mesru uygulamalarini sikayet eden bir heyetin, dönüslerinde Ibn Ebi Serh'in takibatina ugramalari ve bazilarinin öldürülmesi, olaylarin tirmanmasina sebep olmustu. Bunun üzerine Misir'dan alti yüz kisilik bir topluluk Medine'ye gelerek Mescid-i Nebi'de, namaz vakitlerinde Ebi Serh'in Islediklerini sahabilere sikayet ediyorlardi. Talha Ibn Ubeydullah, Hz. Aise (r.anha) ve Hz. Ali (r.a), Hz. Osman'a giderek, bu insanlarin hakli isteklerini yerine getirmesini ve Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'i azlederek yargilamasini istediler. Bunun üzerine Hz. Osman, Misirlilar'a kendileri için vali olarak kimi istediklerini sordu. Onlar, Muhammed b. Ebi Bekr'i istediklerini bildirdiler. Osman (r.a), Muhammed b. Ebi Bekr'i vali tayin etti. O, Misir'dan gelenler ve bir grup sahabi ile birlikte Medine'den yola çikti. Medine'den üç günlük bir uzaklikta yol alirlarken devesini, sanki takip ediliyormus gibi hizli sürmeye çalisan bir adam gördüler. Adami yakalayip sorguladiklarinda Ibn Ebi Serh'e bir mesaji yetistirmeye çalistigini anladilar. Ona kim oldugu soruldugunda, bazen Osman (r.a)'in, bazan da Mervan b. Hakem'in kölesi oldugunu söylüyordu. Üzerindeki mektubu açtiklarinda, içinde, "Muhammed b. Ebi Bekr ile falanca falanca... Sana ulastiklarinda onlari öldür" yazildigi ve bunun Hz. Osman'in mührüyle mühürlenmis oldugunu gördüler. Derhal Medine'ye geri dönüp Hz. Osman'in evini kusattilar. Hz. Ali, yanina Muhammed Ibn Mesleme'yi alip Osman (r.a)'in evine gitti. Hz. Ali (r.a) ona, üzerine kendi mührü bulunan bu mektubu kimin kaleme aldigini sordu. Osman (r.a) böyle bir mektup yazmadigini ve yazildigindan da haberi olmadigini söyledi. Muhammed de Osman (r.a)'i dogrulamis ve bu isi düzenleyen kimsenin Mervan oldugunu söylemisti. Yaziyi inceledikleri zaman bunun Mervan b. Hakem'e ait oldugunu anladilar. O esnada Osman (r.a)'in evinde bulunmakta olan Mervan'in kendilerine teslim edilmesini istediler. Hz. Osman (r.a) bunu kabul etmedi. Çünkü onu öldüreceklerinden korkuyordu.

Onun evini kusatan asiler diyalog çagrilarina cevap vermedikleri gibi, suyunu da kesmIslerdi, Hz. Osman'in fitneyi yatistirmak ve haksizliklari gidermek hususunda asilere yaptigi nasihatlerin onlar üzerinde hiç bir tesiri olmamisti. Onlar, Hz. Osman (r.a)'a söyle diyorlardi:

"Biz seni hilafetten azledene veya öldürene yahut da bu yolda ölene kadar bu isten vazgeçecek degiliz. Eger sana sahip çikanlar bize engel olmaya kalkarlarsa onlarla savasiriz". Hz. Osman onlara, Allah'in üzerine yükledigi hilafet görevini asla birakmayacagini ve ölümün kendisine bundan daha sevimli oldugunu bildirmis, ayrica kendini savunmak için kimseye emir vermedigini eklemisti (Ibnül-Esîr, a.g.e., III, 169-170). O, ashaptan, asileri sehirden kovup çikarmak için gelen teklifleri reddediyor, onlardan silah kullanmayacaklarina dair kesin söz vermelerini istiyordu.

Bir gün kendisini kusatan asilerin karsisina çikip: "Ali buralarda mi? Sa'd buralarda mi?" diye sormus, bulunmadiklari cevabini alinca biraz susmus ve söyle demisti: "Bana su saglamasini, Ali'ye bildirecek kimse yok mu?" Bu Hz. Ali'ye ulasinca derhal üç kirba suyu ona göndermisti. Ali (r.a), asilerin Osman (r.a)'i öldürmek istediklerini ögrenince, böyle bir seye meydan vermemek için, iki oglu Hasan ve Hüseyin'e, kiliçlarini alarak gidip Osman'in kapisinda beklemelerini ve içeri kimseyi sokmamalarini söylemisti. Abdullah Ibn Zübeyr de onlara katilmis, diger bir takim sahabiler de çocuklarini oraya göndermIslerdi. Durum çok nazik bir hal almisti. Hz. Osman, ne asilerin haksiz taleplerini kabul ediyor, ne de Medine ve diger bölgelerden gelen, asileri savasarak Medine'den çikarma tekliflerine olumlu cevap veriyordu. O, Peygamber sehri'nde kan dökmek ve fitneyi ilk baslatan kimse olmaktan çekindigi için böyle davraniyordu. Hz. Âise (r.anha)'dan Resulullah (s.a.s)'in söyle söyledigi rivayet edilmektedir: "Ya Osman! Belki Allah sana bir gömlek giydirir, münafiklar senden onu çikarmani istediklerinde onu, bana kavusuncaya kadar sakin çikarma". Hz. Osman, Resulullah (s.a.s)'in bu günler için kendisine bildirdigi seylere uymaya çalisiyordu. O, söyle diyordu: "Resulullah (s.a.s) benimle ahitlesmis oldugu sey üzerinde sabretmekteyim" (Üsdül-gâbe, II, 589; Suyûtî, 170; Ibnü'l-Esîr, III, 175).

Asilerin kendisini öldürmeye kararli oldugunu anladiginda, onlarin böyle bir is Isleyip katillerden olmalarini önlemek için kendilerine bir müslümanin kaninin ancak; zina, kasten adam öldürme ve dinden dönmek sartlari dahilinde helal oldugunu hatirlatiyor ve kendisinin bunlardan hiç birisiyle itham edilemeyecegini anlatip duruyordu


Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
RAMAZAN

Nefisler için hazan
Gör mübarek ramazan
Günahlara bir bir yan
Der mübarek ramazan

Hangi benliktir azan
Ağyara çukur kazan
Kara yazgılar yazan
Sor mübarek ramazan

Şu candır şu da canan
Şu handır şu da handan
Vefasız aynı kandan
Yalan, kutlu ramazan

Akıp geçiyor zaman
Nice yıl uçtu çoktan
Sonra tutarım sanan
Pişman kutlu ramazan

Etme sakın su-i zan
Herkesi hayırla an
Bak işte ağarır tan
İmsak kutlu ramazan

Bağlansın azgın şeytan
Bakma artık uzaktan
Yoksula gün ufuktan
Doğsun kutlu ramazan

Yönümüz sana YEZDAN
Kabul et bizim azdan
Şahidim sıcak yazdan
Olsun kutlu ramazan
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
دعاء اليوم الاول: اللهمَ اجْعلْ صِيامي فيه صِيام الصّائِمينَ وقيامي فيهِ قيامَ القائِمينَ ونَبّهْني فيهِ عن نَومَةِ الغافِلينَ وهَبْ لي جُرمي فيهِ يا الهَ العالَمينَ واعْفُ عنّي يا عافياً عنِ المجْرمينَ.

3. Günün Duası: “Allahummec’al siyamî fîhi siyam’es-saimîn ve giyamî fîhi giyam’el-gâimîn ve nebbihnî an nevmet’il-ğâfilîn ve heb lî curmî fîhi ya ilâh’el-âlemin ve’fu annî ya âfiyen an’il-mucrimîn.”
Anlamı: Allah’ım! Bu günde tuttuğum orucu gerçek oruç tutanların orucu gibi ve ibadetimi gerçek ibadet edenlerin ibadeti gibi kıl; bu günde beni gafillerin uykusundan uyandır; suçumu bu günde bağışla; ey âlemlerin ilâhı! Affet beni, ey suçları affeden. Rabbim!
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Kuran`ı Anlayarak Okuyabiliyor muyuz?


Kur`ân-ı Kerim toplumumuzda en çok okunan kitap durumunda ve evinde Kur`ân-ı kerim bulunmayan olmamasına rağmen ne yazık ki en az anlaşılan kitap durumundadır. Allah Kurân`ı sadece bir kısmımızın okuyup anlaması, diğerlerinin anlayamasalar da Arapça metninden okuyup kulluk vazifelerini yerine getirmeleri için indirmemiştir. Bazı ayetlerde "Biz, onu iyice anlayasınız diye Arapça bir Kur`ân yaptık" (Yusuf Suresi 2. Ayet), "İyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kur`ân yaptık" (Zuhruf Suresi 3. Ayet) belirtildiği üzere Allah bizim Kurân`ı okuyup anlamamızı ve ibadetlerimizi Kurân`da belirtildiği gibi yapmamızı istemiştir. Yüce AllahAllah'ın bir lütfudur.

Kurân`ı anlamadan sadece Arapça metninden okuyarak hikmetlerini tam anlamıyla bilip hayatımıza uygulamamız ne kadar mümkün olabilir sizce? Örneğin günlük hayatımızda ve kıldığımız namazların her rekâtında Fatiha Suresi`ni okuyoruz. Peki, okurken anlamını bilerek okuyabiliyor muyuz. Namazda Fatiha`yı okurken Hamdın Âlemlerin Rabbi olan
Allah'a mahsus olduğunu, O`nun Rahman ve Rahim olduğunu, hesap gününün sahibi olduğunu, yalnız ona ibadet edip yalnız O`ndan yardım dilediğimizi ve bizi sapmışların yoluna değil doğru yola iletmesini istediğimizi aklımızdan geçirerek okuyabiliyor muyuz? Namazımızı kılarken okumuş olduğumuz surelerin anlamını bilmeden veya rükuya veya secdeye giderken Allah`a nasıl dua ettiğimizi bilmeden namazlarımızı huşu içinde kılmamız ne kadar mümkün olabilir. Tabii ki namazda asıl önemli olan konu ibadet şuurudur ama en azından öğrenebildiğimiz kadarının anlamını öğrenmeye çalışmamız ve bu konuda gayret göstermemiz gerekmektedir. Okuduğumuzun mânasını bilmek ve namazda bunu düşünmek için okuyacağımız Kur`an`ın namazdan önce meâlini okuyup namazda kuran okurken bu mâna ve içerik üzerinde düşünebililiriz ve bu sayade şeytana vesvese vermesi için de fırsat vermemiş oluruz.

Allah`a kulluğumuzu tam olarak yerine getirebilmemiz için Kuran`da Yüce Allah`ın bize Peygamberimiz aracılığıyla bildirmiş olduğu hükümleri bilmemiz gereklidir. Kuranı bilmeden tam anlamıyla ibadet etmemiz mümkün olmaz. Allah bize neyin helal neyin haram olduğunu, neyi yapıp yapmamamızı ve ne şekilde ona kulluk vazifemizi yerine getirebiliriz bunların hepsini bize Kuran`da bildirmiştir. Bunların hepsini bilip hayatımıza uygulayabilirsek tam anlamıyla ibadet etmiş olabiliriz.

Kur`an bize hak ile batılı birbirinden ayırıp doğru yolu bularak hidayete ermemizi sağlamak için bir yol gösterici olarak indirilmiştir. Günümüze bakıldığında Kur`an daha çok ölülerimizin ruhu için, büyü ve nazardan korunma için, hastalarımıza şifa olması için ve namazlarımızda gerekli olduğu için okunmaktadır. Kur`an-ı sadece bu sebepler için değil bize bildirilmiş olanları bilmemiz için de okumamız gerekmektedir.

Kur`an-ı Arapça olarak okumak ve dinlemekte bir ibadettir. Burda belirtmek istediğimiz Arapçayı öğrenip Kur`an-ı anlamak değil, mealler ve tercümeler aracılığıyla Kur`an`da belirtilen hükümleri öğrenmeye çalışmamızdır. Bir çoğumuz Arapça yazıyı okumakta zorlandığı için sadece aklında kalıp ezberledikleriyle yetinmektedir. Bu ve bunun gibi sebepleri bir kenara bırakıp Kur`an`da belirtilen hükümleri öğrenmemiz gerekmektedir. Bu da meal ve tercümelerin okunmasıyla mümkün olacağından bunları bol bol okumamız gerekmektedir. Türkçe meal ve tercümelerin de okunması sevap olacağından bu da bir ibadettir.

Allah tüm ibadetlerimizi kabul etsin... (Amin)

Alıntı
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
8. El-Müheymin: Her şeyi görüp gözeten.
9. El-Aziz: Mutlak gâlip, karşı gelinemez.
10. El-Cebbâr: Dilediğini yapan ve yaptıran.
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
ister kafir, ister mecusi,
ister puta tapan ol yine gel,
bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...

Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeliyiz,
Şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeliyiz biz...
Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik...
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
SADREDDÎN-İ KONEVÎ

Konya'nın büyük velîlerinden. İsmi Muhammed bin İshâk, künyesi Ebü'l-Meâlî, lakabı Sadreddîn'dir. 1210 (H.606) târihindeMalatya'da doğdu. 1274 (H.673) târihinde Konya'da vefât etti.Kabr-i şerîfi Konya'da kendi adı ile anılan câminin bahçesindedir.

Sadreddîn-i Konevî'nin babası İshâk Efendi, Anadolu Selçukluları nezdinde îtibârlı, yüksek mevkı sâhibi biriydi. Küçük yaşta babası İshâk Efendi vefât etti.Üvey babası Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn-i Konevî'nin terbiyesi ve yetişmesiyle meşgûl oldu. Çok iyi bir tahsîl gördü. Kelâm ve tasavvuf ilimlerine âit birçok kıymetli eserler yazdı.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Sadreddîn-i Konevî'nin terbiyesi ile çok yakından meşgûl oldu. Yetişmesine husûsî ihtimâm gösterdi. Muhyiddîn-i Arabî'den Konya'da ilim ve feyz alan ve çok istifâde eden Sadreddîn-i Konevî, hocası ileHalep ve Şam'a gitti.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri Sadreddîn-i Konevî'ye nefsini terbiye yollarını öğretti. Sadreddîn Konevî günlerini riyâzet ve mücâhede ile nefsiyle uğraşmakla geçirdi. Nefsiyle uğraşması öyle bir dereceye ulaştı ki, uyumamak için Muhyiddîn-i Arabî hazretleri onu alır, yüksek bir yere çıkarır, o da düşme korkusuyla uyumaz tefekkürle meşgûl olurdu.

Bir günannesine birkaç hanım gelip; "Sen zengin, îtibârlı bir kişinin hanımı iken şimdi bir pîr-i Mağribî'ye vardın. Hâlin nasıl, hayâtından memnun musun?" dediler. O da; "Hâlimden memnunum. Geçimim de iyidir. Lâkin gözümün nûru oğlum büyük sıkıntılar içindedir. Gecesi de gündüzü de yoktur. Efendim Muhyiddîn-iArabî kendisi kuş eti yer, ballı şerbetler içer, lâkin ciğerpâreme bir arpa ekmeği dahi vermez. Yimemek ve içmemekten bir deri bir kemik kaldı. Üstelik onu da göremez olduk. Onu kimseye göstermez. Uykusu gitsin diye zenbile koyup bir yere asar." dedi. O akşam Muhyiddîn-i Arabî hazretleri hanımından yine kızarmış bir tavuk istedi. Yemekten sonraMuhyiddîn-iArabî hazretleri hanımına; "Tavuğun kemiklerini bir yere topla." buyurdu. Kadıncağız kemikleri bir araya topladı. O zaman Muhyiddîn hazretleri; "Bismillah! Kalk git ey tavuk!" buyurdu. Allahü teâlânın izniyle hayvan et ve kemiğe büründü ve kanatlanarak uçtu. Bunun üzerine Muhyiddîn hazretleri; "Hanım! Oğlun böyle olduğunda ancak tavuk etini yiyecek." buyurdu. O zaman kadıncağız Muhyiddîn hazretlerinin ellerine kapanıp özür diledi ve cân-u gönülden istiğfâr etti. Sonra oğlu Sadreddîn-i Konevî mânevî dereceleri geçip büyük velîler arasına girdi.

Sadreddîn-i Konevî hazretleri anlatır: "Hocam Muhyiddîn-i Arabî hayatta iken, benim yüksek makamlara kavuşmam için çok uğraştı. Lâkin hepsi mümkün olmadı. Vefâtından sonra bir gün, kabrini ziyâret edip dönüyordum. Birden kendimi geniş bir ovada buldum. O anda Allahü teâlânın muhabbeti beni kapladı. BirdenMuhyiddîn-i Arabî'nin rûhunu çok güzel bir sûrette gördüm. Tıpkı sâf bir nûrdu. Bir anda kendimi kaybettim. Kendime geldiğimde onun yanında olduğumu gördüm. Bana selâm verdi. Hasretle boynuma sarıldı ve; "Allahü teâlâya hamd olsun ki, perde aradan kalktı ve sevgililer kavuştu, niyet ve gayret boşa gitmedi. Sağlığımda kavuşamadığın makamlara, vefâtımdan sonra kavuşmuş oldun." buyurdu.

Yine kendisi anlatır: 1255 senesi Şevvâl ayının on yedisine rastlayan Cumartesi gecesi, rüyâmda hocam Muhyiddîn-iArabî hazretlerini gördüm. Aramızdaki uzun konuşmalardan sonra, ona, cenâb-ı Hakk'ın Esmâ-i Hüsnâsı ile ilgili kalbime doğan bilgileri arz ettim. O da; "Çok doğru, pek güzel!" deyince, ona; "Efendim! Hakîkatte güzel olan sizsiniz. Çünkü bu ilimleri bana siz öğrettiniz. Siz olmasaydınız, bu ilimleri bana kim öğretirdi?" dedim. Mübârek ellerini öptüm ve; "Efendim! Bütün mahlûkâtı, her şeyi unutup Allahü teâlâyı dâimî olarak hatırımda tutabilmem için bu fakîre duâ ve himmetlerinizi istirhâm ediyorum." diye yalvardım. O da, benim bu arzuma kavuşacağımı müjdeledi ve uyandım."

Sadreddîn-i Konevî hazretleri, bundan sonra çok büyük mânevî derecelere yükseldiğini, mânevî âlemlerin kendisine seyrettirildiğini, hiçbir zaman Allahü teâlâyı hatırından çıkarmadığını, bir an bile unutmadığını Nefehât isimli eserinde bildirdi.

Sadreddîn-i Konevî hazretleri hocası Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin vefâtından sonra evliyânın büyüklerindenEvhadüddîn-i Kirmânî hazretlerinin sohbetlerine kavuştu. Ondan da yüksek mânevî bilgiler tahsîl etti. Sonra hac dönüşüKonya'ya gelip yerleşti. Orada güzel halleri ve kerâmetleriyle çok meşhûr oldu.

Sadreddîn-i Konevî hazretleri Konya'ya geldiğinde, Çeşme Kapısı içindeki bir mescidde imâmlık yapmaya başladı. O günlerde kendisini kimse tanımaz ve îtibâr etmezdi. O da tanınmayı istemezdi. Bir gün Selçuklu SultanıAlâeddîn'e, şahdan kıymetli bir cevher hediye geldi. Sultan, kuyumcubaşısını çağırıp cevheri süslemesini emretti. Kuyumcubaşı, cevheri alıp giderken düşürdü. SultanAlâeddîn cevherin düştüğünü görünce, veziri Sâhib-i Atâ'yı gönderip onu aldırdı ve bir yerde muhâfaza etmesini söyledi.

Kuyumcubaşı dükkanına gelince, yolda cevherin düştüğünü anladığında korkudan rengi sarardı ve feryâd edip; "Mahvoldum." dedi. Aklı başına geldiğinde, büyük bir üzüntü içinde bu hâlini yakınındaki câmide bulunan Sadreddîn-i Konevî'yearz etmek istedi. Sadreddîn hazretleri onun hâlini öğrenince; "Ey kuyumcubaşı! Eğer sır aramızda kalır da kimseye söylemezsen, cevheri bulmamız kolay olur." buyurdu. Kuyumcu buna sevinip söz verdi. O zaman Sadreddîn-i Konevî hazretleri bir mikdâr toprak getirtip cevherin büyüklüğünü sordu. Kuyumcubaşı da; "Yumurta kadar." deyince, Sadreddîn hazretleri mübârek ağzının suyundan bir mikdâr katıp çamuru güneşte kuruttu. Çok geçmeden o toprak parçası misli bulunmayan bir cevher hâline dönüverdi. Sadreddîn hazretleri cevheri kuyumcuya verdi. Kuyumcu çok sevinip hemen onu Sultan Alâeddîn'e götürdü. Sultan cevheri görünce, hayretler içinde kaldı. Vezîri Sâhib-i Atâ'ya emredip önceki cevheri getirtti. Vezir cevheri getirip Sultanın huzûruna koydu. Kuyumcudan bu işin sırrını açıklamasını istediler. Kuyumcu çâresiz kalıp başından geçenleri tek tek Sultana anlatıp, Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin kerâmetini haber verdi. Sultan derhal hazırlanıp, Sadreddîn-i Konevî hazretlerini ziyâret için onun mescidine koştu.

Sultanın, Sadreddîn-i Konevî hazretlerini ziyâret ettiği mevsim, narların olgunlaştığı sonbahar mevsimi idi. Sadreddîn-i Konevî hazretleri ona bir tas içinde nar hediye etti ve bunları götürmesini söyledi. Sultan bu narları alıp sarayına döndü. Kaptaki narlara baktığında her birinin mücevher hâline döndüğünü gördü. Bunun bir kerâmet olduğunu anladı ve Sadreddîn-i Konevî'ye karşı sevgisi daha da fazlalaştı. Sonradan bu mücevherlerle Konya iç kalesini yaptırdığı rivâyet edilmektedir.

Sadreddîn-i Konevî hazretleri Konya'da binlerce talebeye ders verdi. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sa'îdeddîn-i Fergânî gibi birçok hikmet ve tasavvuf ehli kimseler yetiştirdi. Zamânının en büyük âlimlerindendi. Kelâm ilmindeki yeri eşsizdi. Bu ilimde birçok ince meseleleri açıklığa kavuşturdu. Muhyiddîn-iArabî'nin "Vahdet-i vücûd" hakkında söylediklerini ve yazdıklarını dîne ve akla uygun olarak îzâh etti.

Nasîruddîn-i Tûsî ile hikmete âit bâzı meselelerde mektuplaşmaları oldu ve aralarındaki uzun süren münâzaralardan sonra, Nasîruddîn-i Tûsî aczini îtirâf ederek, onun üstünlüğünü kabûl etti.Sadreddîn-i Konevî'nin hayâtı, zühd ve takvâ içerisinde geçti. Haramlardan çok sakınır, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasından kaçardı. Hiç kimsenin kalbini kırmaz, dünyâ malına aslâ meyletmezdi.

Sultan Alâeddîn zamânında HâceCihân adında Konya'da çok zengin biri vardı. Malının hesâbı bilinmezdi. Bu zenginin oğlu Sara hastalığına tutuldu. Derdine çâre bulunamadı. Zenginin ona çâre için başvurmadığı tabîb kalmadı. Bunun için çok para sarfetti. Lâkin hiçbir çâre bulamadı. HâceCihân'ın yolu bir gün Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin dergâhına uğradı. Derdini ona açıp; "Şu dünyâda bir oğlum vardı. O da sara hastalığına tutuldu. Ne olur bu çâresize bir derman olun." dedi. Bunun üzerine Sadreddîn-i Konevî hazretleri ona oğlunun adını sordu. HâceCihân; "İsmiAlican, vâlidesinin ismi de Hân'dır." dedi.Sadreddîn hazretleri hizmetçiden kâğıt kalem istedi ve Eûzü besmele okuyup; "Bismillahillezî lâ yedurru maasmihî şey'ün fil erdı velâ fis semâî ve hüvessemîul alîm. Eûzü bi kelimâtillah-it-tâmmâti küllihâ min nefsihî ve ikâbihî ve şerri ibâdihî ve min hemezât-iş şeyâtîn." yazdı ve duâlar etti. Hâce Cihân eve gittiğinde oğlunun sara illetinden tamâmen kurtulmuş olduğunu gördü. Allahü teâlâya şükürler etti ve bunun kerâmet olduğunu anlayıp, Sadreddîn-i Konevî hazretlerine karşı sevgisi arttı.

Horasan'dan bir derviş birçok yerler dolaşarak Şam'a gelmiş ve orada Sadreddîn-i Konevî'nin yüksek hal ve kerâmet sâhibi birisi olduğunu işitmişti. Bunun üzerine görmeden ona âşık oldu ve Konya'ya geldi.Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin dergâhına uğradı. Derviş dergâhta misâfir edilip, kendisine her gün nefis yiyecekler ve içecekler ikrâm edildi. Derviş, Konevî hazretlerinin sofrasının böyle zengin olmasına hayret etti. Oraya kim gelirse, sofra hazır olur ve istediği yiyecekler önüne gelirdi. Herkes ihtiyâcı kadar yedikten sonra giderdi. Bu yiyecek ve içeceklerin eksik olduğu bir gün görmedi.

Acem diyârından bir derviş birçok yerler dolaşıp birçok kimseler görüp Konya'ya gelmiş ve Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin dergâhına misâfir olmuştu. Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin mal ve mülkünü, hizmetçilerinin çokluğunu görünce, içinden; "Keşke bu kişinin bu malları kendisine ayak bağı olmasaydı da hak yolda bulunaydı. KeşkeAcem diyârına bir gidip de oradaki evliyâ ile münâsebeti olsaydı. Kendisi için bu ne iyi olurdu." diye geçirdi. Bir zaman sonra bu düşüncesini Sadreddîn-i Konevî hazretlerine açtı ve; "Ey Efendi! Siz bir Acem diyârına gitseniz oradaki âlim ve velîlerle görüşseniz bu dünyâya bağlılığı terk edip cenâb-ı Hakk'a kavuşursunuz." dedi. Sadreddîn-i Konevî hazretleri dervişin bu sözleri üzerine; "Ey derviş! Pekâlâ, bu dediklerini kabûl ettim. Gel gidelim." buyurdu ve birlikte Acem diyârına doğru yola çıktılar. On beş gün kadar yol gittikten sonra derviş, hırkasını Konya'da unuttuğunu hatırlayıp, aklı başından gitti ve yüzü üzerine yere düştü.Sadreddîn-i Konevî hazretleri dervişin yüzüne su serpip ayılttı. Derviş; "Ey arkadaşım! Ben dergâhınızda abdest almak için hırkamı çıkarmıştım. Onu unutmuşum. Şimdi hatırıma geldi de ondan fenâlaştım." dedi. Bunun üzerine Sadreddîn-i Konevî hazretleri ona tebessüm edip; "Ey Acem dervişi! Dünyâ sevgisi bütün günâhların başıdır. Biz bunca mal ve mülkü hizmetçileri geride bıraktık. Lâkin birisi hatırımıza gelmedi. Sen ise iki paralık hırkanı terk ettiğinde aklın başından gitti." buyurdu. Sonra o dervişi yolda bırakıp Konya'ya döndüler.

Sadreddîn-i Konevî hazretleri bir gün, Allahü teâlâya yalvarıp; "Yâ Rabbî! Sana lâyıkı ile ibâdet, kulluk yapamadım ve seni hakkıyla tanıyamadım. Senin lutf ve ihsânına güveniyorum. Cennet'teki makâmımı görmek arzu ediyorum." dedi. O gece bir rüyâ gördü. Rüyâsında kıyâmet kopmuş ve insanlar kabirlerinden kalkıyordu. Bu durumu kendisi şöyle anlatır:

"Beni de Rabbimin huzûruna götürdüler. Allahü teâlâ meleklere emredip; "Alın Cennet'e götürün." buyurdu. Beni alıp Cennet'e götürdüler. Orada türlü türlü köşkler ve bahçeler vardı. Onları seyrettim. Bir bahçe vardı ki, onun meyvesi miskti. O esnâda bir elma mikdârı misk almak istedim ve aldım. İşte o esnâda rüyâdan uyandım. Uyandığımda sağ elimde bir avuç misk duruyordu. O miskin kokusu da her tarafı kaplamıştı. Bu miskin kokusu hocam Şeyh Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin bana hediye ettiği hırka-i şerîfe sirâyet etti." buyurdu. Sadreddîn-i Konevî hazretleri vefât ettiklerinde kefenine bu miskten konulmuştur.

Bir zaman Sadreddîn-i Konevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve KâdıSirâcüddîn ve başka âlim ve sâlih zâtlar Konya'nın Meram Bağlarına gittiler. Mevlânâ hazretleri oradaki bir değirmene girdi ve uzun bir süre kaldı. Kâdı Sirâcüddîn değirmene girdi. Sonra da Sadreddîn-i Konevî hazretleri geldi. Değirmen taşını dinlediler. Sadreddîn-i Konevî hazretleri; "Ben de bu taşın Allahü teâlâyı zikrettiğini, Sübbûhun Kuddûsün, dediğini işittim." buyurdular.

Şems-i Tebrizî hazretleriKonya'ya gelince, Mevlânâ hazretleri devamlı bununla sohbet edip, hiç dışarı çıkmaz oldu. Konya'nın ileri gelen diğer âlimleri buna üzülüp, hep birden şehri terk ederek Denizli'ye gittiler. Bunu duyan Selçuklu Sultânı çok üzüldü. Çünkü âlimleri seven, onları koruyan biriydi. Bir Cumâ günü Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden ricâda bulunup; "Ben âlimler arasındaki şeylere karışamam. Bu iş, pâdişâhların karışacağı bir iş değildir. Ancak Cumâ namazında âlimlerin bulunmaması şânımıza noksanlık verir. Lütfen bunları bulup getirin!" dedi. Sadreddîn-i Konevî hazretleri hemen katırına binerek yola çıktı. Bir anda kendisini Denizli'de buldu. Orada âlimleri bulup; "Cumâ namazı vakti geçmeden Konya'ya dönmemiz lâzımdır. Sultânın kalbini kırmayınız; pâdişâhlar, Allahü teâlânın emrini îfâya memur kişilerdir. Onlara karşı gelmek, onları üzmek hiç uygun değildir. SonraAllahü teâlânın gazâbına uğrarsınız." buyurdu. Daha buna benzer birçok iknâ edici sözler söyledi. Yanında evliyâdan Ahî Evren de vardı. Âlimler iknâ olur gibi oldular. Dediler ki: "Biz teklifinizi kabûl edip gelecek bile olsak, Cumâ vakti Konya'da bulunmamız imkânsızdır." Sadreddîn-i Konevî de; "Siz kabûl edin, Allahü teâlâ müslümanları sevindirenleri mahcûb etmez." buyurdu. "Âlimler teklifi kabûl edip, hemen yola çıktılar. Birkaç günlük yolu bir anda kat edip, Cumâ vaktinden evvel Konya'ya vardılar. Sultan Alâeddîn buna çok memnun oldu. Sadreddîn-i Konevî hazretlerine olan sevgi ve muhabbeti daha da arttı. İslâm âlimlerine dâimâ yardımcı oldu.

Sadreddîn-i Konevî hazretleri anlatır: "Rüyâmda Fahr-i kâinât efendimizi gördüm. YanlarındaEshâb-ı kirâm olduğu halde medreseyi teşrif etmişlerdi. Sofanın ortasına oturdular. Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de oraya gelip, uygun bir yere oturdu. Peygamber efendimiz Mevlânâ'ya çok iltifât ettiler ve hazret-i Ebû Bekr'e dönerek; "Yâ Ebâ Bekr! Ben, Celâleddîn ile, diğer peygamberlerin arasında öğünürüm. Çünkü onun öğrendiği ilim, işlediği amelin feyz ve nûru ile, ümmetimin gözleri aydın olur. O benim oğlumdur." buyurdular. Mevlânâ'yı sağ tarafına oturttular. Peygamber efendimiz bu rüyâ ile talebelerinden Mevlânâ'nın derecesinin yüksekliğine işâret buyurdular. Bu durumu diğer talebelere anlattım ki, onun hatırını gözetip ilminin yüksekliğini anlasınlar."

Bir gün büyük bir ilim meclisi kurulmuş ve Konya'nın büyükleri orada toplanmışlardı. Sadreddîn-i Konevî hazretleri de orada bir seccâde üzerinde oturuyordu. Mevlânâ içeri girince seccâdeye oturmasını teklif etti. Bunun üzerine Mevlânâ; "Sizin seccâdenize oturursam, kıyâmette bunun hesâbını nasıl verebilirim?" dedi. Sadreddîn-i Konevî hazretleri de; "Senin oturmada fayda görmediğin seccâde bize de yaramaz." deyip, seccâdeyi oradan kaldırdı. Mevlânâ, Sadreddîn-iKonevî hazretlerinden önce vefât etti. Vasiyeti üzerine, cenâze namazını Sadreddîn-i Konevî hazretleri kıldırdı.

Ömrünü Allahü teâlânın kullarına hizmet etmekle, ilim ve edep öğretmekle geçiren Sadreddîn-i Konevî hazretleri duâlarında:

"Yâ Rabbî! Kalbimizi senden başka şeye yönelmekten ve senden başkasıyla meşgûl olmaktan temizle. Bizi bizden al, bizim yerimize bizi kendinle doldur. Bizi başkalarına ve şeytana oyuncak yapma. Bize nûr bahşet. Duâlarımızı çabucak, kendi istediğin şekilde kabûl buyur. Sen işitensin. Sen bize yakınsın. Sen duâlara icâbet edensin." buyururdu.

Sadreddîn-i Konevî hazretleri vefât ettiğinde cenâze namazı büyük bir kalabalık tarafından kılındı. Vasiyetine uyularak kabri üzeri kapatılmayıp, açık bırakıldı.

Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin kabrini ziyâret edenler, onun feyzlerinden istifâde ederler. Onu vesîle ederek yapılan duâlar, bi-iznillah kabûl olur. Sıkıntıda kalanlar ondan yardım isteseler, Allahü teâlânın izniyle rûhâniyetleri imdâda yetişir.

1899 senesinde Sultan İkinci Abdülhamîd Hân, şahsî parasıyla, Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin câmiini ve türbesini îmâr ve ihyâ edip canlandırdı.

Türbesine hizmet edenlerden biri rivâyet etti: "Zamânın devlet erkânından yüksek rütbeli bir subay türbeyi ziyârete geldi.Câmide namazı kıldıktan sonra, Sadreddîn-i Konevî'nin nefsini terbiye etmek için yaptırdığı çilehânesini ziyâret etmek istedi. Kapısını açtık. Yalnız bir kişinin namaz kılabileceği büyüklükteki, feyz, bereket, huzûr ve saâdet mekânı olan çilehâneye girdi. Uzun bir secdeden sonra cenâb-ı Hakk'a yalvarmaya başladı. Daha sonra kabr-i şerîfin yanına Sadreddîn-iKonevî'nin huzûruna gelip, Allahü teâlâya, onu vesîle ederek uzun bir duâ etti.Biz de âmin dedik. Duâ bitince bize dönerek; "Bizler, ellerimizdeki silâhlar ve diğer askerî güçlerimizle, memleketimizin görünürdeki bekçileriyiz. Fakat huzûrunda bulunduğumuz Sadreddîn-iKonevî ve onun emsâli olan büyükler, bu memleketin hakîkî kumandanlarıdır. Allahü teâlânın yardımı ve bunların mânevî destekleri olmadıkça, bizim görünürdeki güç ve kuvvetimizin hiçbir tesiri olamaz. Onun için biz, bir memlekete vardığımız zaman, önce o memleketin mânevî kumandanlarını ziyâret ederiz." dedi.

Konevî Câmiine devamlı gelenlerden biri anlatır: "Sadreddîn-i Konevî'yi iki defâ rüyâmda gördüm. İlk gördüğüm gecenin gündüzünde, bir iş yüzünden birçok kimsenin kalblerini kırmış, onları çok üzmüştüm. Rüyâmda heybetli bir şekilde görünüp bana buyurdu ki: "Kimseyi üzme, kimsenin kalbini kırma, kalb kırmaktan çok sakın." Bu ihtar bana çok tesir etti. Bundan sonra kimsenin kalbini kırmamaya, herkesle iyi geçinmeye çalıştım.

İkinci rüyâm da şöyle oldu: İlk rüyâmdan sonra artık devamlı onun kabrinin bulunduğu câmiye gitmeye başladım. Câminin ve türbenin tâmiratı, bakımı ve temizliği ile uğraşıyordum. Bir gece rüyâmda bana güler yüzle görünüp; "Hizmetlerinden memnunum. Allahü teâlâ bu hizmetlerini karşılıksız bırakmaz." buyurdu. Bu ikinci rüyâdan sonra Sadreddîn-i Konevî'ye karşı sevgi ve muhabbetim daha da arttı. Bütün günümü, câmi ve türbenin işleriyle geçirmeye başladım.

Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin Nüsûs, Hukûk, En-Nefehât-ül-İlâhiyye, Mefâtîh-ül-Gayb, Fâtiha Tefsîri, Şerhu Ehâdîs-i Erbaîn gibi eserleri vardır.

FAKR NEDİR?

Bir defâsında Mevlânâ hazretleri Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin dergâhına gitmişti. Karşılıklı durmuşlar, hiç konuşmuyorlardı. Bu sırada Sadreddîn Konevî'nin hizmetini gören dervişlerden olan Hacı Mâruf Kâşifî içeri girdi. Bu hizmetçi defâlarca yaya olarak hacca gitmişti. Pekçok velînin sohbetinde bulunmuştu. İçeri girince, Mevlânâ hazretlerine; "Fakr nedir?" diye bir suâl sordu. Fakat hiç cevap vermedi.Bunun üzerine tekrar; "Fakr nedir?" diye sordu. Yine cevap vermedi. Tekrar tekrar sorunca, Mevlânâ hazretleri kalkıp gitti. Bunun üzerine Sadreddîn-i Konevî huzursuz olup; "Ey pîr-i ham! Neden vakitsiz suâl sorarsın? Sordun cevap verdiler. Tekrar neden sordun?" deyince, derviş; "Ne cevap verdiler?" dedi. "Fakrın târifini yaptı. O; "Allahü teâlâyı tanıyınca, dil tutulur." hadîs-i şerîfi gereğince cevab verdi. Şimdi lâyık olan şudur ki, derviş, şeyhi huzûrunda tam bir teslimiyetle bulunmalıdır..."

SON VASİYET

Sadreddîn-i Konevî hazretleri ömrünün sonlarına doğru şöyle vasiyette bulundu:

"Rabbime hamd eder, Resûlullah efendimize salât ü selâm ederim.

Ben yakînen inanıyorum ki, Cennet ve Cehennem haktır. Amellerin tartılacağı mîzân haktır, doğrudur. Ben bu inançla yaşadım ve bu îmânla vefât ediyorum.

Sevdiklerim ve talebelerim vefâtımın ilk gecesinde Allahü teâlânın beni her türlü azâbdan bağışlaması ve kabûl etmesi niyetiyle, yetmiş bin kelîme-i tevhîd yâni Lâ ilâhe illallah diyerek tevhîd okusunlar.

Defnedildiğim gün kadın, erkek, fakir, kimsesiz ve düşkünlere kör ve kötürüm olanlara bin dirhem sadaka dağıtılmasını vasiyet ediyorum.

Bekâr olanlarınız Şam'a hicret etmeye çalışsın. Çünkü yakında buralarda bir takım fitneler zuhûr edecek ve çoğunuzun rahatı kaçacak ve size söylediğimi hatırlayacaksınız. Ben işimi cenâb-ı Hakk'a havâle ediyor ve O'na bırakıyorum. Dostlarım duâlarında beni hatırlasın ve bana her türlü haklarını helâl etsinler. Benim bıraktığım bilgiler de onlara helâl olsun.

Allahü teâlâdan kendim ve sizin için mağfiret diliyorum. Yâ Rabbî bana mağfiret et. Şüphesiz sen merhâmet edicisin."

(Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin; "Yakında öyle bir fitne kopacak ki, çok kimseler bu zulümden kurtulamayacaktır. Onun için, evlenmeyen kimseler bundan sonra Şam'a gidebilirler." sözleriyle, Moğolların Selçuklu Devletini yıkacaklarını ve çok zulüm edeceklerini işâret etmişlerdir.)

MÂNEVÎ KUMANDAN

Mevlânâ hazretleri, Sadreddîn Konevî'den,
Önce göç etmiş idi, bu dünyâ âleminden.

Cenâze namazını, vasiyet gereğince,
Sadreddîn-i Konevî, kıldırmak isteyince,

Birden bire ağlayıp, kendinden geçti, fakat,
Bu hâlinden hiçbir şey, anlamadı cemâat.

Kendine geldiğinde, kıldırdı namazını,
Sonra suâl ettiler, ona, ağlamasını.

Buyurdu: "Namaz için, geçtiğimde ileri,
Gördüm saf saf dizilen, binlerce melekleri.

Peygamber efendimiz, îmâm olmuş onlara,
Cenâze namazını, kılarlardı o ara."

Sadreddîn Konevî'ydi, ona hoca ve üstad,
Mevlânâ'dan sonra da, o etti Hakk'a vuslat.

Onu vesîle edip, duâ etse bir kişi,
Allah'ın izni ile, hâsıl olur her işi.

O zamanlar orduda, yüksek rütbeli bir zât,
Sadreddîn Konevî'nin, kabrine geldi bizzat.

Ziyâret eyliyerek, duâ etti bir nice,
Sonra da cemâate, hitab etti şöylece:

"Her ne kadar orduda, kumandan isek de biz,
Memleketin zâhirde, olan bekçileriyiz.

Ve lâkin Sadreddîn-i Konevî gibi zevât,
Bu devletin hakîkî, bekçileridir bizzât.

Biz böyle velîlerin, mânevî desteğiyle,
Kuvvetli oluyoruz, Allah'ın izni ile.

Bunun için ilk defâ, bir yere gelince biz,
Önce bu velîleri, ziyârete gideriz,

Her ne kadar kumandan, isek de günümüzde,
Mânevî kumandanlar, onlardır önümüzde."

Bir mümin de bu zâtın, kabrine sık giderdi,
Onun feyz ve nûrundan, istifâde ederdi.

Bir gün haksız olarak, bâzı müslümanları,
İncitip üzmüş idi, bir sebepten onları.

Gördü gece rüyâda, Sadreddîn Konevî'yi,
Buyurdu ki: "Evlâdım, incitme hiç kimseyi.

Bu, Kâbe'yi yıkmaktan, günahtır daha fazla,
Onun için kimsenin, kalbini kırma aslâ."

Öyle tesir etti ki, ona bu bir nasîhat,
İncitmedi kimseyi, ömrü boyunca bu zât.

İstanbul'dan Konya'ya, gitmiş idi biri de,
Lâkin bir sıkıntısı, var idi o günlerde.

Konya'daki dostuna, anlatınca derdini,
Dedi ki: "Ziyâret et,Konevî'nin kabrini.

Onun vesîlesiyle, duâ eyle Rabbine,
Hallolur bu sıkıntın, o zâtın hürmetine."

O da, bu mübâreğin, türbesine giderek,
Duâ etti bu zâtı, vesîle eyleyerek.

Sonra da İstanbul'a, Konya'dan çıktı yola,
Lâkin kısa bir müddet, Bursa'da verdi mola.

Henüz vâsıl olmadan, İstanbul'a bu kişi,
Bursa'dayken bir gece, hâlledildi o işi.

İşin çabukluğuna, kendi de hayret etti,
Dedi ki:"Hakîkaten, serî imiş himmeti."

O, Kur'ân-ı kerîmden, okusa her ne zaman,
Onun dahi rûhuna, gönderir muntazaman.

Sadreddîn-i Konevî, hürmetine İlâhî,
Cümle sıkıntılardan berî kıl bizi dahi.

1) Nefehât-ül-Üns; s.632
2) El-A'lâm; c.6, s.30
3) Miftâh-üs-Se'âde; c.1, s.451, c.2, s.121, 212, 451, 452
4) Tabakât-üş-Şâfiîyye; c.8, s.45
5) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.133
6) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.203
7) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.130
8) Tezkiret-ül-Huffâz; c.4, s.1491
9) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.9, s.43
10) Kâmûs-ül-A'lâm; c.4, s.2944
11) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1137
12) Regâib-ul-Menâkıb, Süleymâniye Kütüphânesi,Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4618
13) Sefînet-ül-Evliyâ; s.68
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.247
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Behlül'e dair bir hikayeGönlü perişan Behlül, Bağdat'ta çocukların elinden bunalmıştı. Sürekli ona taş atıyorlar, her yandan üstüne saldırıyorlardı. Derken yerden küçük bir taş alıp onlara verdi ve dedi ki:
"Böyle küçük taşlar atın bari! Büyük taşlarla beni to*pal etmeyin. Attığınız taşlardan ayağım yaralanırsa otu*rarak namaz kılmak zorunda kalırım."


Nihayet bir taş, onu adamakıllı yaraladı. Canı yandı, gönlü alt üst oldu. O taşlar yüzünden daralan gönlünden öyle kanlar aktı ki, taşın gönlü bile onun derdinden kan kesildi. Behlül çocuklardan kurtulmak için perişan bir halde topallayarak Basra'ya gitti. Geceleyin Basra'ya ulaştı. Uyumak için bir yere gitti. Fakat orada biri öldü*rülmüş, kanlara, topraklara bulanmış, yatıyordu. Bunu farketmedi, adamın yanına yattı, uyudu. Uykuda bütün elbisesi kanlara battı.
Ertesi gün insanlar gelip, ölü adamla elbisesi kanIa*ra bulanmış Behlül'ü görünce bu işi Behlül'ün yaptığına hükmettiler.
Ona,
"A köpek! Nerelisin sen, nereden geldin? Seni tanı*mıyoruz" dedi.
Behlül,
"Bağdatlıyım. Oradan kalkıp buraya geldim. Bu ada*mın yanında yattım, dinlendim. Fakat onun öldürülmüş olduğunu ancak tan yeri atıp alem ışıyınca farkettim" dedi.
Behlül'e,
"Bağdat'tan kalktın, kan dökmek için ta Basra'ya gel*din ha!" dediler.
Ve ellerini kuvvetlice bağlayıp onu merhametsiz zin*dancıya teslim ettiler. Behlül içinden,
"Ey gönül! Haydi bakalım, şimdi ne yapacaksın? Ço*cukların taşlarından kaçtın, ama burada kendi kanına girdin. Bağdat'ta o taşlara razı olsaydın Basra'da can korkusuna düşmezdin" diyordu.
Nihayet durumu padişaha haber verdiler ve Behlül'ün öldürülmesi emredildi. Onu tutup darağacına go*türdüler. Zalim cellat, merdiveni dayadı, Behlül’ü çıkar*dı. Boynuna ipi geçirmek üzereydi ki Behlül, başını go*ğe kaldırıp, dudaklarını oynatmaya, gizlice bir şeyler söylemeye başladı. Tam bu sırada bir yandan dürüst bir adam fırladı.

"Durun! O suçsuzdur, adamı ben öldürdüm. Benim öldürülmem gerek. Bu kadar ağır bir yükü taşıyamaya*cağım. Bir boyuna, iki kan fazla!" diye bağırdı.
Her ikisini de padişahın huzuruna götürdüler. Padi*şahın veziri de oradaydı. işin tuhaf tarafı Basra padişahı, uzun zamandan beri Behlül'ü görmek ıstıyordu. Fakat onu hiç görmemişti.
Vezir, Behlül'ü görünce tanıdı. Çünkü onu önceden görmüş, konuşmuştu. Padişaha dedi ki: .
"Padişahım! Gözünüz aydın! Behlül'ü arıyordudunuz ya, işte size Behlül."
Padişah neşesinden yerinden sıçradı. Başını, yüzünü öptü.Yüzlerce ikramlarda bulunarak yanına oturttu.
Huzurdaki hizmetçiler padişaha, katılle maktülün durumunu, sonrada Behlül’ün hikayesini anlattılar.
Padişah,
"Derhal o adamın kanını dökün!" dedi.
Behlül padişaha,
"Ey padişah! Gönlümün yanışına hürmetin varsa sakın onun kanını dökme! Onun kanını dökersen hiçbir fayda elde edemezsin. Zira o, doğrulukla kalkıp, benim için kendisini feda etti. Benim için canıyla oynadı. Nasıl olur da o adamın kanını dökersin?" dedi.
Bunun üzerine padişah, öldürülen adamın yakınları*nı çağırdı ve onlara,

"Diyet istemeniz gerek! Dilerseniz onu öldürebilirsi*niz, ama bu iyi olmaz. Farzedin ki bu işi o yapmadı, ben yaptım. Doğrusu o asidir, ama siz muti olarak telakki edin! Zira ona Behlül şefaat ediyor" dedi.
Nihayet onları altınla razı ediverdiler. Bütün düşman*larını hoşnut eylediler. Padişah, o adama,
"Nasıl oldu da insanların arasından çıkıp, canından geçtin ve korkmadan suçunu söyleyiverdin?" diye sor*du.
"Benzerini daha önce hiçbir yerde görmediğim bir ej*derha gördüm. Ağzını açmış, ateş püskürtmekteydi. Mermer bile onun korkusundan yarı canlı bir hale gelmişti. Bana, 'Kalk, doğruyu söyle! Yoksa işin bitiktir. Şimdi kanını emer, içine girer, yerleşirim. Ebedi bir azap içinde kalırsın. Bu alemde hiç kimse feryadına yetişemez, dedi. Onun korkusundan yerimden fırlayıp suçumu söyleyip, kurtuldum."
Bunun üzenine padişah, Behlül’e,

“Peki ya sen? Darağacına çekileceğin vakit ne söylüyordun?" dedi.
Behlül dedi ki:

"Helak olmak üzere bulunduğumu anladım, candan elimi yudum. Başımı kaldırıp, 'Ya rabbi!' dedim. 'Bu za*vallıdan ne istersin? . Bunları başıma üşüştüren sen*sin. Beni şu anda ağlatıp sızlatarak öldürürlerse kan di*yetimi onlardan değil, senden isterim. O bir avuç pej*mürde kişiden ne alabilirim ki? Ben ancak seni tanırım, senden başka kimsem yok. İşim gücüm seninle. İçine düştüğüm haller, senin hükmünle olmakta.' Ben bunları gizlice söylerken bu adam kalktı, bağırdı. Ve, beni dara*ğacından indirdiler. Perde ardından böylesi bir iş zuhur etti işte. Uğradığım mihnet, beni önce perişan bir hale soktu, kanlı katil yaptı, ama sonunda bana yüzlerce can vererek lütuflarda bulundu."
Ey oğul! Önünde muradına erişememek, mahrumi*yete uğramak bile olsa bu yolda yüzlerce can vererek O'na gitmek gerek.
Fakat sen ağyarı gördükçe bütün hayrın ve şerrin O'ndan geldiğini sanmaktasın
 

out of whack

© ◄ Ayarsız..! ►
Forum Administrator
Allah Razı Olsun sultan_mehmet sen tek başına KF ordusu gibisin.Ramazan ayı ile ilgili çalışmaların takdire şayan, Rabbim ebeden razı olsun inşaAllah.:gül2:
 
Üst