22-HAC:
1-2- "Kıyamet gününün sarsıntısı, büyük bir şeydir..." (Zilzâl Sûresi'nin tefsirine bkz.)
Meâl-i Şerifi
3-4- 3- İnsanlardan bazıları Allah hakkında bir bilgisi olmadığı halde tartışır da her azılı şeytanın ardına düşer.
4- (O şeytanki) hakkında şöyle hüküm verilmiştir: Şüphesiz kim onu dost edinirse, o muhakkak onu saptırır ve doğruca cehennem azabına götürür.
Meâl-i Şerifi
5- Ey insanlar ! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz, (bilin ki) ne olduğunuzu size açıklamak için şüphesiz biz sizi topraktan, sonra nutfeden (spermadan) sonra bir alekadan (embriodan) sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en fena zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman, harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir.
6- İşte bunlar gösteriyor ki, Allah şüphesiz haktır. Şüphesiz ölüleri o diriltir ve o her şeye kadirdir.
7- Kıyamet ise şüphesiz gelecek ve muhakkak ki Allah bütün kabirlerde olan kimseleri tekrar diriltecektir.
5- Ey İnsanlar! Eğer diriliş konusunda şüphede iseniz, ölülerin diriltilmesi meselesi hakkında şüphe ediyorsanız, etmeyin. Çünkü bu konuda şüpheye mahal yoktur. Çünkü o, gerek nefislerinizde ve gerek çevrenizde sürekli varlığının delillerini gördüğünüz bir gerçektir. Her şeyden önce nefsinize, kendi vücudunuza bakın. Şüphesiz biz sizi önce bir topraktan yarattık. (Hıcr, 15/26. âyetin tefsirine bkz.). Ölüyü diriltmek, hayatı olmayan bir şeye hayat vermek demek olduğuna göre, cansız topraktan bir canlıyı yaratmak, bir ölüyü diriltmekten daha fazla bir gücün olmasını gerektirdiğinde hiç şüphe yoktur. Sonra sizi bir nutfeden, bir meniden, daha doğrusu menideki tohumdan, "sonra bir alekadan", yani erkeğin spermasının kadının yumurtacığını aşıladıktan sonra bir kan pıhtısı şeklinde görünen bir maddeden, sonra yapısı belli belirsiz bir çiğnemlik bir et parçasından yarattık. Sizi o kan pıhtısından meydana gelmiş, yaratılışı kısmen belirmiş kısmen de belirmemiş bir çiğnemlik etten yarattık. ki size bunu açıklayıp bildirelim diye. Yani şüpheye düşmemeniz için, size kudretimizin varlığını gösteren delilleri açıklayıp ortaya koymak istedik.
Bir tekamül zinciri içerisinde her biri kendisine mahsus bir hayat şeklini ifade eden, her mertebesinde bir çeşit diriltme olayını içeren şu tedric kanunu içerisinde meydana gelen yaradılışın merhalelerini göz önünde bulunduran ve üzerinde ciddi düşünen bir kimse, o yaratıcı kudretin ölüleri tekrar diriltebileceği hususunda nasıl şüphe edebilir? Yaradılışın bu merhalelerinde sonsuz kudretin varlığını gösteren delillerden başka, ayrıca Allah'ın irade ve arzusunu gösteren delillerden de gaflet edilmemelidir. Çünkü:
Bununla beraber dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Rahimlerde ki bazı yavrular zamanından önce düştüğü halde, diğer bazıları ise ezelde takdir edilmiş bir gebelik müddeti kadar orada duruyor. Demek ki yüce yaratıcı dilediğine hayat veriyor. Ve sizden kiminiz vefat ettirilir; ergenlik çağına geldikten sonra veya daha önce, yahut tam o sırada ruhu kabz olunur. Kiminiz de ömrün en rezil (hayatın en fena) dönemine kadar bırakılır. Gerisin geri kuvvetten düşürülüp kocaltılarak pek düşkün bir hale getirilir. Ta ki bir hayli ilim öğrenip bilgi sahibi olduktan sonra, yeniden hiçbir şey bilmez duruma gelsin. Ki bu şekilde insanoğlu çocukluk dönemindeki acizlik, güçsüzlük, bilgisizlik ve anlayışsızlığa doğru dönerek yapısının ilk harcı olan toprak unsuruna yaklaşmış olur. İşte enfüste (insanın kendi vucudunda) meydana gelen bütün bu değişiklikler, her dilediğini yapmaya kadir olan yüce yaratıcının, öldükten sonra insanı tekrar diriltebilecek bir güç ve iradeye sahip olduğunu gösteren apaçık delilerdir.
Âfâka (insanın dış dünyasına) gelince:
Ey insan yeryüzünü yanmış kül olmuş görürsün. Bu ihtar gerçi ilk bakışta yazın güneşin harareti karşısında yeryüzünün, toprağın kupkuru kesildiği durumunu gösterir. Ancak bunu bir benzetme sanatı içerisinde değerlendirmekten ziyade, bir gerçeğin tam ifadesi olarak anlamak daha uygundur. Çünkü böyle bir anlayış maksadı güzel bir şekilde göstereceği gibi, çağımızın bu konudaki bilimsel teorilerine de uygun düşecektir. Buna göre yerküresi vaktiyle yanar bir ateş kütlesi olduğundan zamanla sönmüş olan toprak, esas itibariyle yanıp sönmüş bir ateşin kül halinde iken katılaşıp tortulaşmasından ibarettir ki, hayatın son derece zıttıdır. Böyle iken üzerine suyu indirdiğimiz vakit, o yanmış olan toprak harekete geçmekte, yani atomları ve elementleri bir canlanma gücünü ortaya koyarak canlılığın en açık bir belirtisi olan bir sarsıntı ile harekete geçmekte ve koparıp gelişmekte her güzel çiftten bitkiler bitirmektedir. Bunların bu şekilde olmasının sebebi nedir?
6-7- O, yukarıda belirtilen insanın yaratılışındaki değişik merhalenin olması, toprağın harekete geçmesi ve bitki bitirmesi gibi olayların meydana gelmesinin asıl nedeni Allah'ın hak olduğunu, varlığının gerçek ve değişmez olduğunu ve ölüleri O'nun dirilteceğini ve O'nun gerçekten her şeye kâdir olduğunu ve gerçekten o saatin, sarsıntısı korkunç bir şey olan o dehşetli vakit, dünyalıların dünyasını başlarına yıkacak olan kıyametin geleceğini göstermek içindir. Bunda şüphe yoktur. Yani bu konuda hiçbir şüpheye yer yoktur. Ve şüphesiz Allah kabirlerde yatanları tekrar diriltecektir.
Meâl-i Şerifi
8- İnsanlardan kimi de vardır ki ne bir bilgiye, ne bir delile, ne de aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.
9- Allah yolundan şaşırtmak (saptırmak) için büyüklük taslayarak (tartışır). Dünyada ona bir rezillik vardır. Kıyamet gününde ise ona cehennem azabını tattıracağız
10 -Ona "Bunlar, senin ellerinle kazandığın günahlar sebebiyledir" denir. Şüphesiz Allah kullarına zulmeden değildir.
11- İnsanlardan kimi de Allah'a bir yar kenarındaymış gibi ibadet eder, eğer kendisine bir iyilik gelirse ona gönlü yatışır ve eğer başına bir bela gelirse yüzüstü dönüverir. Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.
12- Allah'ı bırakır da kendine ne zarar, ne menfaat veremeyecek şeylere yalvarır. İşte derin sapıklık budur.
13- Herhalde o, zararı faydasından daha yakın olana yalvarıyor. Yalvardığı şey ne kötü yardımcı ve ne kötü yoldaştır.
8-10- "İnsanlardan kimi de vardır ki Allah hakkında tartışır." Bu âyet, Nadr b. Haris ve Ebu Cehil gibi İslâm'a karşı şeytanca mücadele verenlerin ileri gelenleri hakkındadır. Yukarıda geçen bunun benzeri (22/3) âyet de böylelerin arkasına düşüp onları taklit edenler hakkındadır. "Bilgisizce" yani (Allah hakkındaki tartışmaları) herhangi kesin bir bilgiye dayanmaksızın sırf hissî ve bir zanna kapılarak yapılmaktadır.
11-13- İnsanlardan kimi de vardır ki, bir yarın kenardaymış gibi Allah'a ibadet eder; gönülden, içten gelerek değil de, bir kenardan, belli bir maksat için dindarlık eder veya dil ucu ile müslüman olur. Eğer kendisine bir iyilik gelirse yatışır, tatmin olur. Ve eğer başına bir bela gelirse yüzü üzerine dönüverir, kıçını çevirir. Bir rivayete göre bu âyetin iniş sebebi, müellefetü'l-kulûb'dan Uyeyne b. Bedr, Akra b. Habis ve Abbas b. Mirdas'ın kendi aralarında anlaşıp "Muhammed'in dinine gireriz; eğer bize bir iyilik gelirse onun hak olduğunu kabul ederiz, yoksa onun doğru olmadığına hükmederiz" şeklindeki sözleridir.
Meâl-i Şerifi
14- Şüphe yok ki Allah, iman edip salih amelleri işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere koyacak. Şüphesiz Allah dilediğini yapar.
15- Allah'ın ona (peygambere) dünyada ve ahirette yardım etmeyeceğini sanan kimse hemen yukarıya bir ip uzatsın, sonra (kendini intihar edip) boğsun da baksın bu hilesi kendisini öfkelendiren şeyi giderecek mi?
16- İşte biz onu (Kur'ân'ı) böylece, apaçık âyetler olarak indirdik. Şüphesiz Allah dilediğini doğru yola eriştirir.
14-15- Kimki ona, yani peygamber'e Allah'ın dünya ve ahirette kesinlikle yardım etmeyeceğini zannediyorsa, hemen yukarıya bir ip uzatsın. Sonra kendini boğup nefesini keserek intihar etsin de baksın, Çünkü onu böyle bir zanna iten, onun Hz. Peygambere olan kin ve kıskançlığıdır, dünya ve ahirette Allah'ın ona yardım edip işlerinde muvaffak kılmasını görmek istememesidir. Halbuki Allah'ın Peygambere dünya ve ahirette Allah'ın ona yardım edip işlerinde muvaffak kılmasını görmek istememesidir. Halbuki Allah'ın Peygambere dünya ve ahiret yardımı o derece kesin ve şüphesizdir ki, onu istemeyenin hakkı, kahrından kendi kendini boğmaktır. O halde Peygamberin ve dolayısıyla dinin zafere ulaşmasını istemeyen kimse, onu dünyada görmek istemediğine göre, intihar etsin de ahiretten bir baksın bu hilesi, kin beslediği şeyi kesin giderecek mi? Din galip gelmesin diye kurduğu tuzak, çevirdiği oyun, gerçekleşmesi kesin olan Allah'ın dinine olan yardımına sanki mani mi olacak? Hayır, Allah'ın peygamberine söz verdiği yardım dünyada ve ahirette şüphesiz tahakkuk edecektir.
16- Ve işte böyle, Ey Muhammed! biz her türlü şek ve şüpheden uzak bir kesinlikte, biz o, Kur'ân'ı birçok açık belgelerden ibaret olan âyetler halinde indirdik. Şüphesiz Allah, dilediğini doğru yola iletir.
Meâl-i Şerifi
17- Şüphesiz o iman edenler, yahudi olanlar, sabiîler (yıldıza tapanlar), hıristiyanlar, ateşe tapanlar ve (Allah'a) eş koşanlar (yok mu?) Allah, kıyamet günü bunların arasını şüphesiz ayıracaktır. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla görüp bilendir.
18- Görmedin mi, göklerdeki kimseler, yerdeki kimseler, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar, bütün hayvanlar ve insanlardan birçoğu hep Allah'a secde ediyor. Birçoğunun üzerine de azab hak olmuştur. Allah kimi hor ve hakir kılarsa artık ona ikram edecek yoktur. Şüphesiz Allah dilediği şeyi yapar.
17- Şüphesiz o iman edenler, Allah'ın indirdiği apaçık âyetlerine, ve bunlara iman etmenin bir gereği olarak, Allah'ın birliği ve Hz. Muhammed'in peygamberliği gibi iman edilmesi gereken temel esaslara inananlar yahudi olanlar sabiîler (yıldıza tapanlar), (Maide, 5/69. âyetin tefsirine bkz. Ancak burada "Sabiîn" sözcüğünün, "Bakara sûresinde olduğu gibi, "yahudiler" ile "hıristiyanlar" sözcükleri arasında mansub olarak zikredilmiş olması, bir de mecusi ve müşriklere karşılık ayrıca kullanılması, ona burada özel bir anlam kazandırır. Bunu da gözden kaçırmamak gerekir). ve ateşe tapanlar (Allah'a) eş koşanlar, birden çok ilâh edinenler.
Görülüyor ki, bu âyette altı tane dinden söz edilmiş, ancak bunlardan yalnız birincisi iman sahibi olarak gösterilmiştir. Demek ki, geri kalan beşi küfür ehlidir. Sonra bu beşten yalnız sonuncusunda şirk açıkça belirtilmiştir. Oysa diğerlerinde de şirk yok değildir. Örneğin mecusilerin ateşe tapmaları bilinen bir gerçektir. Şu halde buradaki "şirk koşanlar" ifadesi tahsisden sonra, genelleme olarak "ve diğer müşrikler" demek olabilirse de, burada açıklanan şirkten maksat hiçbir yönüyle ne doğrudan ve ne de dolaylı bir şekilde herhangi bir tevhid iddiasının karıştırılmadığı bir şirk olması, karşıt olarak ifade ediliş tarzına daha uygundur. Çünkü hıristiyanlar, üç, birdir diye tevhid iddiasında bulundukları gibi, mecusiler ve bu cümleden olarak zerdüştiler de bir mabuda inandıklarını iddia etmektedirler. Bu suretle cümlesi, sırf sineviyyet (ikilemi) iddia eden maneviyye (Mani dinine inananlar) ile, birden çok ilâhın varlığını kabul eden putlara tapan müşrikleri göstermiş oluyor. Dolayısıyla "sabiîler" den maksat da hıristiyanlar gibi açıkça es koşmayı iddia etmeyenlerdir.
Bütün bunlar, "Kıyamet günü şüphesiz Allah, onların aralarını ayırır."
18-Ey muhatab görmedin mi?, kalb gözüyle görüp anlamadın mı veya haberin yok mu? Gerçekte Allah'a hep şunlar secde ediyor; yani emir ve iradesine boyun eğiyorlar. (Ra'd, 13/2, âyetin tefsirine bkz.) Göklerdekiler ve yerdekiler, yukarılarda ve aşağıda her kim ve her ne varsa, melekler, nefisler, canlı ve cansız her şey. Bu cümleden olarak güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve bütün canlılar ve insanlardan birçoğu, yani insanlara gelince hepsi değil, çoğuda değil, bir kısmı; karşı taraftan daha çok değilse de yine de bir yekün teşkil eden bir kısmı secde ediyor. Gerçi yüce Allah'ın etkin hükümranlığına bütün insanlar da ister istemez boyun eğer. Bu yönüyle "yerde bulunan kimseler" in genelinde onlar da vardır. Fakat serbest iradeleriyle isteyerek Allah'ın emirlerine boyun eğen ve O'na itaat secdesi eden, insanların ancak bir kısmıdır ki, müminlerdir. Bunun içindir ki, bazı tefsirciler bu itaat secdesinin anlamını ortaya koyup göstermek için işte bu "insanlardan birçoğu" kaydını atıf cümlesi kabilinden olmak üzere "insanlardan birçoğu secde eder" takdirinde olduğunu söylemişlerdir. Birçoğunun da üzerine azab hak olmuştur. Çünkü onlar Allah'ın emrine karşı küfür ve isyan ile dikbaşlılık edip itaat secdesini yerine getirmeye yanaşmamışlardır ki bunlar, şeytanlar ve şeytanlara uyan insanlardır.
Meâl-i Şerifi
19- Şu ikisi Rableri hakkında tartışmaya girmiş iki hasımdır. O'nu inkar edenler için ateşten elbiseleri biçilmiştir. Başlarının üstünden kaynar su dökülür.
20- Bununla karınlarındaki ve derileri eritilir.
21- Bir de bunlara demirden kamçılar vardır.
22- Uğradıkları gamdan (dolayı) oradan ne zaman çıkmak isteseler, her defasında oraya geri çevrilirler: "Yakıcı azabı tadın" denir.
23- Şüphesiz Allah iman edip yararlı iş işleyenleri, altından ırmaklar akan cennetlere koyacak, orada altın bilezikler ve inciler takınacaklar. Oradaki elbiseleri de ipektendir.
24- Hem sözün güzelini işitecek duruma ulaştırılmışlar, hem de övülmeye layık (olan Allah'ın) yoluna eriştirilmişlerdir.
19-24- Bu ikisi, insanlardan secde eden kısım ile secde etmeyen kısım, müminlerle kâfirler iki hasımdırlar ki kendilerinin Rabbi (olan Allah) hakkında tartışmaktadırlar. Rableri hakkında birbirlerine karşı dava açtıkları mahkemede duruşma halindedirler. Biraz önce söylendiği gibi yüce Allah, kıyamet gününde aralarını ayıracaktır. Gerçek olanı ortaya koyup münakaşalarını sona erdirecek ve herbirinin hakkını verecektir. Şöyle ki: Kâfir olanlar için ateşten elbiseler biçilmiştir. Tepelerinin üstünden o kaynar su dökülecek...
İbnü Abbas'tan yapılan rivayete göre işbu den itibaren üç veya dört âyet, Medine'de nazil olmuştur. Ebu Zer (r.a) den yapılan bir rivayette de Bedir savaşı günü Hz. Hamza, Hz. Ali ve Hz. Ubeyde b. el-Haris (r.anhüm) üçünün Kureyş'ten Rebia'nın oğulları Utbe ve Şeybe, bir de Utbe'nin oğlu Velid ile yaptıkları çarpışmaları hususunda inmiştir.
Genel olarak kâfir için yapılan uyarılarla, müminler için verilen müjdelerden sonra, birtakım kâfirleri korkutmak ve İslâmın beş şartından biri olan hacca teşvik etmek için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
25- Şüphesiz inkâr edenlere, Allah'ın yolundan, yerli ve yolcu bütün insanlar için eşit kılınan Mescid-i Haram'dan alıkoyanlara ve orada zulümle yanlış yola saptırmak isteyene can yakıcı bir azab tattırırız.
26- Bir zamanlar Kâbe'nin yerini İbrahim'e şu şekilde hazırlamıştık: Sakın bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada (kıyama) duranlar, ruku edenler ve secdeye varanlar için evimi tertemiz et.
27- İnsanları hacca çağır; yürüyerek veya incelmiş binekler üstünde (uzak yollardan) her derin vadiyi aşarak sana gelsinler.
28- Ta ki kendilerine ait birtakım menfaatlere şahid olsunlar; Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O'nun adını ansınlar. Siz de onlardan yiyin, yoksulu, fakiri de doyurun.
29- Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Kâbeyi tavaf etsinler.
30- Emir budur, Allah'ın yasaklarına kim saygı gösterirse, bu, kendisi için Rabbinin katında şüphesiz hayırdır. Size bildirilegelenden başka bütün hayvanlar helal kılınmıştır. O halde o pis putlardan kaçının ve yalan sözden sakının.
31- Allah için, O'na eş koşmayan, O'nun birliğine inanmış kimseler olun. Allah'a ortak koşan kimse, gökten düşüp de kuşların kaptığı veya rüzgarın bir uçuruma sürüklediği şeye benzer.
32- Bu böyledir; kim Allah'ın nişanelerine, kurbanlıklarına saygı gösterirse, şüphesiz o kalblerin takvasındandır.
33- Sizin için onlarda belli bir süreye kadar bir takım faydalar vardır. Sonra bunlar Beyt-i atik (kâbe) de son bulurlar.
34- Her ümmet için Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerine O'nun adını ansınlar diye bir mabed yapmışızdır. Hepinizin ilâhı bir tek ilâhtır. Onun için yalnız O'na teslim olan müslümanlar olun. (Ey Muhammed!) Allah'a itaat eden alçak gönüllüleri müjdele.
35- Ki Allah anıldığı vakit onların kalpleri titrer. Onlar başlarına gelene sabreden, namaz kılan kimselerdir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.
36- Kurbanlık deve ve sığırları Allah'ın size olan nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Ön ayaklarının biri bağlı halde keserken üzerlerine Allah'ın adını anın. Yanları yere yaslandığı vakit de onlardan yiyin, kanaat edip istemeyene de, isteyene de yedirin. Böylece onları sizin buyruğunuza verdik ki, şükredesiniz.
37- Elbette onların etleri ve kanları Allah'a ulaşmayacaktır. Ancak O'na sizin takvanız erecektir. Onları bu şekilde sizin buyruğunuza verdi ki, size yolunu gösterdiğinden dolayı, Allah'ı tekbir ile yüceltesiniz. (Ey Muhammed!) Vazifelerini güzelce yapan iyilik sevenleri müjdele.
25- Şüphesiz inkâr edenler, Allah'ın yolundan ve Mescid-i Haram'dan insanları alıkoyanlar. Bu âyetin Hudeybiye senesi Kureyş müşriklerinin Hz. Peygamber ve ashabını Mescid-i Haram'ı ziyaret etmekten menettikleri zaman nazil olduğu rivayet edilmiştir. (Bakara, 2/96. âyetin tefsirine bkz.) Öyle bir mesciddenki biz onu insanlar için mukîm ve misafiri eşit olmak üzere, gerek Mekkeli ve gerek taşralı bütün insanlar için mescit kıldık. Kim orada zulümle, haksızlıkla doğru yoldan saptırmak isterse ona can yakıcı bir azab tattırırız. Bu âyetin zahirine göre Mekke'de fiile dönüşmeyen, yalnızca kötü bir niyet bile Allah katında sorumluluk gerektirir.
26- Hani bir zaman İbrahim'e, Kâbe'nin yerini hazırlamıştık. Yani Kâbe'nin yapılmasını temin etmek üzere, her şeyden önce yerini hazırlamış, gerek orada ibadet etmek ve gerek barınmak için faydalanabileceği bir sığınak yapmıştık. Şöyle diye ki bana hiçbir şeyi ortak koşma ve Beyt'in binasını yaparken bana ihlastan başka bir gaye besleme, her şeyi sırf benim rızam için ve samimi bir kulluk görevi olarak yap. Ve işte Beytullah (Allah'ın evi) adı ona bu anlamda verilmiştir ki, Allah için ibadete mahsus hane demektir. Evimi, tavaf edenler, kıyama duranlar, rükû edenler ve secdeye varanlar için tertemiz et. Buradaki temizlik, hem maddî, hem de manevî anlamdadır. Böyle olunca "Şeytan işi pislik" (Mâide, 5/90) olan put ve dikili taşlardan temizlemek de bunun içindedir. Yani Kâbe'nin içini, dışını gerek gözle görülen maddî ve gerek manevî pisliklerden arındırıp pek temiz tut, dolaşanlar ve duranlar, tavaf eden ve namaz kılanlar tertemiz ibadet etsinler.
27- Ve insanlar içinde haccı ilan et. Hasan-ı Basrî gibi bazıları bu emirlerin Hz. Peygamber'e hitap olduğunu söylemişlerdir. Çünkü âyetteki "tertemiz" emri, buna daha uygundur. Buna göre Hz. Peygamber'e ve ümmetine haccın farz oluşu bu âyetlerin inişlerinden itibaren başlamış olur. Fakat açık olan Hz. İbrahim'e olan hitabların hatırlatılmasıdır. Bu durumda Hz. Peygamber ve ümmeti hakkında haccın farz kılınması söz konusu olmayıp, sadece güzel bir şey olduğuna dair teşvik ifade edebilir. Bunun için haccın farz oluşunu kesin olarak ifade eden delil "Yoluna gücü yeten her kimsenin o evi Kâbe'yi hacc etmesi, insanlar üzerinde Allah'ın hakkıdır, farzdır. " (Al-i İmran, 3/97) âyeti olmuştur. Sana yaya olarak ve derin derin vadilerden, uzak yollardan binekler üzerinde, arık arık develer üzerinde gelsinler.
28- Ta ki kendilerine ait birçok menfaatlere şahid olsunlar. Haccın hikmetleri olan bu menfaatler, Mâide Sûresi'nde "Rablerinden bol nimet ve rıza taleb edenler" (Mâide, 5/2), "Allah hürmetli ve Kâbe'yi, insanların faydası için ortaya koydu" (Mâide, 5/77) buyurulduğu ve İbnü Abbas'tan da rivayet olunduğu üzere hem dünya, hem de ahiretle ilgilidir. Ahiretle ilgili menfaat Allah'ın bağışlaması ve rızası gibi şeylerdir. Dünyadaki menfaatlere gelince bunlar da, Allah'ın insanlara olan nişanelerini görmekle irfan, ahlâk, ticaret ve sosyal hayatla ilgili birtakım faydalardır. Bu menfaatlere hazır olsunlar. Ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O'nun adını ansınlar. Yani diyerek Allah için kurban kessinler. "Behîmetü'l-en'am" deve, sığır, koyun, keçidir. (Mâide, 5/1 ve En'âm, 6/143-144. âyetlerin tefsirine bkz.)
Hacc âyetlerinde "sayılı günler" teşrik günleridir. (Bakara, 2/203. âyetin tefsirine bkz.) "Belirli günler" ise zilhicce ayının ilk on günü veya kurban günleridir. Çünkü zilhiccenin ilk on gününden sonra hacc vakti, arafe ve kurban bayramı olduğundan dolayı, halkın bunları bilmeye istek ve arzusu vardır. Bunun için o günler, halkın arasında malumdur. Bu sebeple İmam-ı Azam Ebu Hanife ve İmam Şâfiî bu malum, belirli günlerin zilhiccenin ilk on günü olduğunu söylemişlerdir ki, Mücahid'in, Ata'nın, Katade'nin, Hasan'ın görüşleri ve Said b. Cübeyr'in, İbnü Abbas'tan rivayetidir. Buna göre şu "belirli günler"in kurbana zarf olması, kurban bayramı günü olan onuncu gün itibariyle demektir. Oysa kurban, bayramın yalnız birinci günü değil, ikinci ve üçüncü günleri de kesilebildiğinden bu üç gün "kurban günleri" olarak bilinir. Şu halde kurbanların kesim günleri olan "belirli günler" i kurban günleri olarak tefsir etmek lazım gelir. Bunun için İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed "belirli günler"den maksadın "kurban günleri" olduğunu söylemişlerdir ki, tercih edilen görüş de budur. "Ondan yiyiniz." Görülüyor ki, burada gıyabdan (üçüncü şahıstan) hitaba (ikinci şahısa) iltifat sanatı vardır ki, bununla hitap peygamber ve ümmetine çevrilmiştir. Şüphe yok ki, Hz. İbrahim zamanında kesilen kurbanlardan Hz. Muhammed'in ümmetinin yemesi ve yedirmesi düşünülemez. Şu halde buradaki "fâ"nın, bir icaz-ı hazif (mânâya zararı olmaksızın lafzî veya aklî bir karinenin delaletiyle cümleyi tamamlayanlardan bazılarının cümleden atıldığını) ifade eden "fâ"nın, fasîha (açıklama cümlesinin başında gelen "fâ") olduğu anlaşılır. Buna göre mânâ şöyle olur: Şimdi ey Muhammed ve ümmeti! Siz de o günlerde kurbanlarınız üzerine Allah'ın adını anın, onlardan yiyin ve muhtaç olan yoksula da yedirin. Yeme emri, mübahlık, yedirme emri ise vaciblik ifade eder. Yani kurban bayramı kurbanından sahibinin yemesi caizdir. Bir miktarını fakirlere vermesi ise vacibdir. Mendûp olan, kurbanın üçte birini kendisi ile ailesi, üçte birini dostlar, üçte birini de yoksul olanlar için ayırmaktır. Ancak aşağıda söz konusu yapılacak olan adak kurbanlarından sahibinin yemesi caiz olmaz.
29- Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Hac ibadetlerini yerine getirdikten sonra tırnaklarını kesmek, bıyığını ve sakalını düzeltmek, koltuklarını yolmak, başını ve kasığını tıraş etmek gibi temizlenmekle ilgili ihtiyaçlarını yerine getirsinler. Ve adaklarını yerine getirsinler ve Beyt-i Atîk'i, yani Kâbe'yi tekrar tekrar dolaşıp tavaf etsinler. Bir tavaf yedi şavf, bir şavf bir dolaşımdır. Yedi şavfın dördü farz, üçü vacibdir. Tefsircilerin çoğu demişlerdir ki, buradaki tavaftan kastedilen, haccın rükünlerinden olan ifaza tavafı, diğer adıyla ziyaret tavafıdır ki, hac ile ilgili yasakların kalkmasının tamamı bununladır. Bu tavaf yapılmadan ihramdan çıkılmaz. Kirlerin giderilmesi konusu da bununla olur. "Vâv" tertibe delalet etmediği için bunun, kirlerin giderilmesinden sonra yapılması gerekmez. Fakat bunların bir sıralamaya göre söz konusu edilmiş olmaları, bu tavafın kirlerin giderilmesinden sonra olması, ilk akla geldiği ve ziyaret tavafı, ihram ve vakfe gibi hac anlamının içinde bulunduğu için, bazıları bunun Sader denilen veda tavafı olduğunu söylemişlerdir ki, o âfâkî (Mekke'nin dışından gelen) için vaciptir. Bunun tam karşıtı ise kudûm tavafıdır ki, ilk vardığı vakit yapılır. Bu üç tavaftan başka her zaman arzu edildiği kadar nafile tavaflar yapılabilir.
Kâbe'ye Beyt-i Atîk denilmesinin sebebine gelince: Bunda bir kaç mânâ vardır:
1- Atîk dilimizde de meşhur olduğu gibi kadim mânâsına gelir, önceki zamandan kalma demektir. Gerçi biz bazen bu anlamda "eski" tâbirini de kullanırız, fakat eski daha çok "Halak" yani köhne ve harab anlamını ifade eder. Oysa Atîk ve kadîm köhne demek değildir. Antika demektir. "Şüphesiz insanlar için ilk kurulan ev (mabed) Mekke'de âlemlere mübarek olan (Kâbe)dir." (Al-i İmran, 3/96) âyetinin ifadesince Kâbe'ye yeryüzünde mevcut olan mabedlerin ilki olması itibariyle "atîk" adı verilmiştir. Bu görüş Hasan-ı Basrî ye aittir.
2- Atîk, İsrâ Sûresi'nin son kısmında (17/111. âyetin tefsirinde) belirtildiği üzere, "ıtak" gibi yepyeni ve değerli olma anlamına gelir ki, birinci görüşteki ifade edilen mânânın gereğidir.
Bu anlamda Beyt-i Atîk, şerefli ve saygı değer ev demektir. Nitekim ona Beytü'l-Haram (hürmetli ev) da denilir. Bu görüş Sâid b. Cübeyr'den nakledilmiştir.
3- Atîk, özgür ve hür olmak anlamına gelir. Hürmetli Kâbe de zalim despotların sataşmalarından kurtulduğu için ona bu isim verilmiştir. Bu mânâ bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber'den de rivayet edilmiştir. Buyurmuş ki: "Yani yüce Allah Kâbe'ye "el-Atîk" adını verdi. Çünkü onu despotların şerrinden korumuştur. Hiçbir zaman bir zorba ona galebe edemedi." Bu hadisi, Buharî, tarihinde; İbnü Cerir, Taberânî ve daha başkaları, İbnü Zübeyr'den rivayet etmişlerdir. Tirmizî, "hasendir" demiş, Hakim ise "salih" demiştir. İbnü Ebî Necih ile Katâde de bu anlamda tefsir etmişlerdir. Gerçekten bir zamanlar "Tübba'" (Yemen hükümdarı) Kâbe'yi yıkmak istemiş, felç olmuş ve bu işten vazgeçmesi için yapılan tavsiyelere uyunca da iyileşmişti. Bunun üzerine Kâbe'ye olan saygısını göstermek için ona bir örtü yaptırmıştı ki, ilk Kâbe örtüsüdür. Sonraları Ebrehe de fil vakası ile perişan olmuştu. Gerçi Haccac yıktı, fakat onun maksadı Kâbe'yi yıkmak değil, İbnü Zübeyr'i çıkarmaktı, sonra tekrar yaptı. Karmatîler'in Hacer-i Esved'i bir kaç sene alıp götürmüş olmaları da bu kabilden olsa gerektir. Ahir zamanda Habeş tarafından yıkılıp taşlarının denize atılacağına dâir rivayet edilen bir hadisin içeriği ise, sahih olduğuna göre kıyamet alâmetlerindendir.
Mücahid, kimsenin mülkü olmadığından dolayı, hurrü'l-asıl (temelden özgür) anlamını ifade etmesi için, kendisine "Atîk" adının verildiğini söylemiştir. Bazılarıda Atîk, Mu'tik (özgürlüğe kavuşturan) anlamındadır demişler ki, hacc edenler boyunlarını günahlardan kurtarırlar demektir. Şimdi bu açıklamalardan anlaşılan şudur ki, "Beyt-i Atîk" ünvanının, bütün bu mânâları içine alacak şekilde bir tercemesinin yapılmasının mümkün olamayacağına göre, onun olduğu gibi korunması gerekir.
1-2- "Kıyamet gününün sarsıntısı, büyük bir şeydir..." (Zilzâl Sûresi'nin tefsirine bkz.)
Meâl-i Şerifi
3-4- 3- İnsanlardan bazıları Allah hakkında bir bilgisi olmadığı halde tartışır da her azılı şeytanın ardına düşer.
4- (O şeytanki) hakkında şöyle hüküm verilmiştir: Şüphesiz kim onu dost edinirse, o muhakkak onu saptırır ve doğruca cehennem azabına götürür.
Meâl-i Şerifi
5- Ey insanlar ! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz, (bilin ki) ne olduğunuzu size açıklamak için şüphesiz biz sizi topraktan, sonra nutfeden (spermadan) sonra bir alekadan (embriodan) sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en fena zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman, harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir.
6- İşte bunlar gösteriyor ki, Allah şüphesiz haktır. Şüphesiz ölüleri o diriltir ve o her şeye kadirdir.
7- Kıyamet ise şüphesiz gelecek ve muhakkak ki Allah bütün kabirlerde olan kimseleri tekrar diriltecektir.
5- Ey İnsanlar! Eğer diriliş konusunda şüphede iseniz, ölülerin diriltilmesi meselesi hakkında şüphe ediyorsanız, etmeyin. Çünkü bu konuda şüpheye mahal yoktur. Çünkü o, gerek nefislerinizde ve gerek çevrenizde sürekli varlığının delillerini gördüğünüz bir gerçektir. Her şeyden önce nefsinize, kendi vücudunuza bakın. Şüphesiz biz sizi önce bir topraktan yarattık. (Hıcr, 15/26. âyetin tefsirine bkz.). Ölüyü diriltmek, hayatı olmayan bir şeye hayat vermek demek olduğuna göre, cansız topraktan bir canlıyı yaratmak, bir ölüyü diriltmekten daha fazla bir gücün olmasını gerektirdiğinde hiç şüphe yoktur. Sonra sizi bir nutfeden, bir meniden, daha doğrusu menideki tohumdan, "sonra bir alekadan", yani erkeğin spermasının kadının yumurtacığını aşıladıktan sonra bir kan pıhtısı şeklinde görünen bir maddeden, sonra yapısı belli belirsiz bir çiğnemlik bir et parçasından yarattık. Sizi o kan pıhtısından meydana gelmiş, yaratılışı kısmen belirmiş kısmen de belirmemiş bir çiğnemlik etten yarattık. ki size bunu açıklayıp bildirelim diye. Yani şüpheye düşmemeniz için, size kudretimizin varlığını gösteren delilleri açıklayıp ortaya koymak istedik.
Bir tekamül zinciri içerisinde her biri kendisine mahsus bir hayat şeklini ifade eden, her mertebesinde bir çeşit diriltme olayını içeren şu tedric kanunu içerisinde meydana gelen yaradılışın merhalelerini göz önünde bulunduran ve üzerinde ciddi düşünen bir kimse, o yaratıcı kudretin ölüleri tekrar diriltebileceği hususunda nasıl şüphe edebilir? Yaradılışın bu merhalelerinde sonsuz kudretin varlığını gösteren delillerden başka, ayrıca Allah'ın irade ve arzusunu gösteren delillerden de gaflet edilmemelidir. Çünkü:
Bununla beraber dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Rahimlerde ki bazı yavrular zamanından önce düştüğü halde, diğer bazıları ise ezelde takdir edilmiş bir gebelik müddeti kadar orada duruyor. Demek ki yüce yaratıcı dilediğine hayat veriyor. Ve sizden kiminiz vefat ettirilir; ergenlik çağına geldikten sonra veya daha önce, yahut tam o sırada ruhu kabz olunur. Kiminiz de ömrün en rezil (hayatın en fena) dönemine kadar bırakılır. Gerisin geri kuvvetten düşürülüp kocaltılarak pek düşkün bir hale getirilir. Ta ki bir hayli ilim öğrenip bilgi sahibi olduktan sonra, yeniden hiçbir şey bilmez duruma gelsin. Ki bu şekilde insanoğlu çocukluk dönemindeki acizlik, güçsüzlük, bilgisizlik ve anlayışsızlığa doğru dönerek yapısının ilk harcı olan toprak unsuruna yaklaşmış olur. İşte enfüste (insanın kendi vucudunda) meydana gelen bütün bu değişiklikler, her dilediğini yapmaya kadir olan yüce yaratıcının, öldükten sonra insanı tekrar diriltebilecek bir güç ve iradeye sahip olduğunu gösteren apaçık delilerdir.
Âfâka (insanın dış dünyasına) gelince:
Ey insan yeryüzünü yanmış kül olmuş görürsün. Bu ihtar gerçi ilk bakışta yazın güneşin harareti karşısında yeryüzünün, toprağın kupkuru kesildiği durumunu gösterir. Ancak bunu bir benzetme sanatı içerisinde değerlendirmekten ziyade, bir gerçeğin tam ifadesi olarak anlamak daha uygundur. Çünkü böyle bir anlayış maksadı güzel bir şekilde göstereceği gibi, çağımızın bu konudaki bilimsel teorilerine de uygun düşecektir. Buna göre yerküresi vaktiyle yanar bir ateş kütlesi olduğundan zamanla sönmüş olan toprak, esas itibariyle yanıp sönmüş bir ateşin kül halinde iken katılaşıp tortulaşmasından ibarettir ki, hayatın son derece zıttıdır. Böyle iken üzerine suyu indirdiğimiz vakit, o yanmış olan toprak harekete geçmekte, yani atomları ve elementleri bir canlanma gücünü ortaya koyarak canlılığın en açık bir belirtisi olan bir sarsıntı ile harekete geçmekte ve koparıp gelişmekte her güzel çiftten bitkiler bitirmektedir. Bunların bu şekilde olmasının sebebi nedir?
6-7- O, yukarıda belirtilen insanın yaratılışındaki değişik merhalenin olması, toprağın harekete geçmesi ve bitki bitirmesi gibi olayların meydana gelmesinin asıl nedeni Allah'ın hak olduğunu, varlığının gerçek ve değişmez olduğunu ve ölüleri O'nun dirilteceğini ve O'nun gerçekten her şeye kâdir olduğunu ve gerçekten o saatin, sarsıntısı korkunç bir şey olan o dehşetli vakit, dünyalıların dünyasını başlarına yıkacak olan kıyametin geleceğini göstermek içindir. Bunda şüphe yoktur. Yani bu konuda hiçbir şüpheye yer yoktur. Ve şüphesiz Allah kabirlerde yatanları tekrar diriltecektir.
Meâl-i Şerifi
8- İnsanlardan kimi de vardır ki ne bir bilgiye, ne bir delile, ne de aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.
9- Allah yolundan şaşırtmak (saptırmak) için büyüklük taslayarak (tartışır). Dünyada ona bir rezillik vardır. Kıyamet gününde ise ona cehennem azabını tattıracağız
10 -Ona "Bunlar, senin ellerinle kazandığın günahlar sebebiyledir" denir. Şüphesiz Allah kullarına zulmeden değildir.
11- İnsanlardan kimi de Allah'a bir yar kenarındaymış gibi ibadet eder, eğer kendisine bir iyilik gelirse ona gönlü yatışır ve eğer başına bir bela gelirse yüzüstü dönüverir. Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.
12- Allah'ı bırakır da kendine ne zarar, ne menfaat veremeyecek şeylere yalvarır. İşte derin sapıklık budur.
13- Herhalde o, zararı faydasından daha yakın olana yalvarıyor. Yalvardığı şey ne kötü yardımcı ve ne kötü yoldaştır.
8-10- "İnsanlardan kimi de vardır ki Allah hakkında tartışır." Bu âyet, Nadr b. Haris ve Ebu Cehil gibi İslâm'a karşı şeytanca mücadele verenlerin ileri gelenleri hakkındadır. Yukarıda geçen bunun benzeri (22/3) âyet de böylelerin arkasına düşüp onları taklit edenler hakkındadır. "Bilgisizce" yani (Allah hakkındaki tartışmaları) herhangi kesin bir bilgiye dayanmaksızın sırf hissî ve bir zanna kapılarak yapılmaktadır.
11-13- İnsanlardan kimi de vardır ki, bir yarın kenardaymış gibi Allah'a ibadet eder; gönülden, içten gelerek değil de, bir kenardan, belli bir maksat için dindarlık eder veya dil ucu ile müslüman olur. Eğer kendisine bir iyilik gelirse yatışır, tatmin olur. Ve eğer başına bir bela gelirse yüzü üzerine dönüverir, kıçını çevirir. Bir rivayete göre bu âyetin iniş sebebi, müellefetü'l-kulûb'dan Uyeyne b. Bedr, Akra b. Habis ve Abbas b. Mirdas'ın kendi aralarında anlaşıp "Muhammed'in dinine gireriz; eğer bize bir iyilik gelirse onun hak olduğunu kabul ederiz, yoksa onun doğru olmadığına hükmederiz" şeklindeki sözleridir.
Meâl-i Şerifi
14- Şüphe yok ki Allah, iman edip salih amelleri işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere koyacak. Şüphesiz Allah dilediğini yapar.
15- Allah'ın ona (peygambere) dünyada ve ahirette yardım etmeyeceğini sanan kimse hemen yukarıya bir ip uzatsın, sonra (kendini intihar edip) boğsun da baksın bu hilesi kendisini öfkelendiren şeyi giderecek mi?
16- İşte biz onu (Kur'ân'ı) böylece, apaçık âyetler olarak indirdik. Şüphesiz Allah dilediğini doğru yola eriştirir.
14-15- Kimki ona, yani peygamber'e Allah'ın dünya ve ahirette kesinlikle yardım etmeyeceğini zannediyorsa, hemen yukarıya bir ip uzatsın. Sonra kendini boğup nefesini keserek intihar etsin de baksın, Çünkü onu böyle bir zanna iten, onun Hz. Peygambere olan kin ve kıskançlığıdır, dünya ve ahirette Allah'ın ona yardım edip işlerinde muvaffak kılmasını görmek istememesidir. Halbuki Allah'ın Peygambere dünya ve ahirette Allah'ın ona yardım edip işlerinde muvaffak kılmasını görmek istememesidir. Halbuki Allah'ın Peygambere dünya ve ahiret yardımı o derece kesin ve şüphesizdir ki, onu istemeyenin hakkı, kahrından kendi kendini boğmaktır. O halde Peygamberin ve dolayısıyla dinin zafere ulaşmasını istemeyen kimse, onu dünyada görmek istemediğine göre, intihar etsin de ahiretten bir baksın bu hilesi, kin beslediği şeyi kesin giderecek mi? Din galip gelmesin diye kurduğu tuzak, çevirdiği oyun, gerçekleşmesi kesin olan Allah'ın dinine olan yardımına sanki mani mi olacak? Hayır, Allah'ın peygamberine söz verdiği yardım dünyada ve ahirette şüphesiz tahakkuk edecektir.
16- Ve işte böyle, Ey Muhammed! biz her türlü şek ve şüpheden uzak bir kesinlikte, biz o, Kur'ân'ı birçok açık belgelerden ibaret olan âyetler halinde indirdik. Şüphesiz Allah, dilediğini doğru yola iletir.
Meâl-i Şerifi
17- Şüphesiz o iman edenler, yahudi olanlar, sabiîler (yıldıza tapanlar), hıristiyanlar, ateşe tapanlar ve (Allah'a) eş koşanlar (yok mu?) Allah, kıyamet günü bunların arasını şüphesiz ayıracaktır. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla görüp bilendir.
18- Görmedin mi, göklerdeki kimseler, yerdeki kimseler, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar, bütün hayvanlar ve insanlardan birçoğu hep Allah'a secde ediyor. Birçoğunun üzerine de azab hak olmuştur. Allah kimi hor ve hakir kılarsa artık ona ikram edecek yoktur. Şüphesiz Allah dilediği şeyi yapar.
17- Şüphesiz o iman edenler, Allah'ın indirdiği apaçık âyetlerine, ve bunlara iman etmenin bir gereği olarak, Allah'ın birliği ve Hz. Muhammed'in peygamberliği gibi iman edilmesi gereken temel esaslara inananlar yahudi olanlar sabiîler (yıldıza tapanlar), (Maide, 5/69. âyetin tefsirine bkz. Ancak burada "Sabiîn" sözcüğünün, "Bakara sûresinde olduğu gibi, "yahudiler" ile "hıristiyanlar" sözcükleri arasında mansub olarak zikredilmiş olması, bir de mecusi ve müşriklere karşılık ayrıca kullanılması, ona burada özel bir anlam kazandırır. Bunu da gözden kaçırmamak gerekir). ve ateşe tapanlar (Allah'a) eş koşanlar, birden çok ilâh edinenler.
Görülüyor ki, bu âyette altı tane dinden söz edilmiş, ancak bunlardan yalnız birincisi iman sahibi olarak gösterilmiştir. Demek ki, geri kalan beşi küfür ehlidir. Sonra bu beşten yalnız sonuncusunda şirk açıkça belirtilmiştir. Oysa diğerlerinde de şirk yok değildir. Örneğin mecusilerin ateşe tapmaları bilinen bir gerçektir. Şu halde buradaki "şirk koşanlar" ifadesi tahsisden sonra, genelleme olarak "ve diğer müşrikler" demek olabilirse de, burada açıklanan şirkten maksat hiçbir yönüyle ne doğrudan ve ne de dolaylı bir şekilde herhangi bir tevhid iddiasının karıştırılmadığı bir şirk olması, karşıt olarak ifade ediliş tarzına daha uygundur. Çünkü hıristiyanlar, üç, birdir diye tevhid iddiasında bulundukları gibi, mecusiler ve bu cümleden olarak zerdüştiler de bir mabuda inandıklarını iddia etmektedirler. Bu suretle cümlesi, sırf sineviyyet (ikilemi) iddia eden maneviyye (Mani dinine inananlar) ile, birden çok ilâhın varlığını kabul eden putlara tapan müşrikleri göstermiş oluyor. Dolayısıyla "sabiîler" den maksat da hıristiyanlar gibi açıkça es koşmayı iddia etmeyenlerdir.
Bütün bunlar, "Kıyamet günü şüphesiz Allah, onların aralarını ayırır."
18-Ey muhatab görmedin mi?, kalb gözüyle görüp anlamadın mı veya haberin yok mu? Gerçekte Allah'a hep şunlar secde ediyor; yani emir ve iradesine boyun eğiyorlar. (Ra'd, 13/2, âyetin tefsirine bkz.) Göklerdekiler ve yerdekiler, yukarılarda ve aşağıda her kim ve her ne varsa, melekler, nefisler, canlı ve cansız her şey. Bu cümleden olarak güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve bütün canlılar ve insanlardan birçoğu, yani insanlara gelince hepsi değil, çoğuda değil, bir kısmı; karşı taraftan daha çok değilse de yine de bir yekün teşkil eden bir kısmı secde ediyor. Gerçi yüce Allah'ın etkin hükümranlığına bütün insanlar da ister istemez boyun eğer. Bu yönüyle "yerde bulunan kimseler" in genelinde onlar da vardır. Fakat serbest iradeleriyle isteyerek Allah'ın emirlerine boyun eğen ve O'na itaat secdesi eden, insanların ancak bir kısmıdır ki, müminlerdir. Bunun içindir ki, bazı tefsirciler bu itaat secdesinin anlamını ortaya koyup göstermek için işte bu "insanlardan birçoğu" kaydını atıf cümlesi kabilinden olmak üzere "insanlardan birçoğu secde eder" takdirinde olduğunu söylemişlerdir. Birçoğunun da üzerine azab hak olmuştur. Çünkü onlar Allah'ın emrine karşı küfür ve isyan ile dikbaşlılık edip itaat secdesini yerine getirmeye yanaşmamışlardır ki bunlar, şeytanlar ve şeytanlara uyan insanlardır.
Meâl-i Şerifi
19- Şu ikisi Rableri hakkında tartışmaya girmiş iki hasımdır. O'nu inkar edenler için ateşten elbiseleri biçilmiştir. Başlarının üstünden kaynar su dökülür.
20- Bununla karınlarındaki ve derileri eritilir.
21- Bir de bunlara demirden kamçılar vardır.
22- Uğradıkları gamdan (dolayı) oradan ne zaman çıkmak isteseler, her defasında oraya geri çevrilirler: "Yakıcı azabı tadın" denir.
23- Şüphesiz Allah iman edip yararlı iş işleyenleri, altından ırmaklar akan cennetlere koyacak, orada altın bilezikler ve inciler takınacaklar. Oradaki elbiseleri de ipektendir.
24- Hem sözün güzelini işitecek duruma ulaştırılmışlar, hem de övülmeye layık (olan Allah'ın) yoluna eriştirilmişlerdir.
19-24- Bu ikisi, insanlardan secde eden kısım ile secde etmeyen kısım, müminlerle kâfirler iki hasımdırlar ki kendilerinin Rabbi (olan Allah) hakkında tartışmaktadırlar. Rableri hakkında birbirlerine karşı dava açtıkları mahkemede duruşma halindedirler. Biraz önce söylendiği gibi yüce Allah, kıyamet gününde aralarını ayıracaktır. Gerçek olanı ortaya koyup münakaşalarını sona erdirecek ve herbirinin hakkını verecektir. Şöyle ki: Kâfir olanlar için ateşten elbiseler biçilmiştir. Tepelerinin üstünden o kaynar su dökülecek...
İbnü Abbas'tan yapılan rivayete göre işbu den itibaren üç veya dört âyet, Medine'de nazil olmuştur. Ebu Zer (r.a) den yapılan bir rivayette de Bedir savaşı günü Hz. Hamza, Hz. Ali ve Hz. Ubeyde b. el-Haris (r.anhüm) üçünün Kureyş'ten Rebia'nın oğulları Utbe ve Şeybe, bir de Utbe'nin oğlu Velid ile yaptıkları çarpışmaları hususunda inmiştir.
Genel olarak kâfir için yapılan uyarılarla, müminler için verilen müjdelerden sonra, birtakım kâfirleri korkutmak ve İslâmın beş şartından biri olan hacca teşvik etmek için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
25- Şüphesiz inkâr edenlere, Allah'ın yolundan, yerli ve yolcu bütün insanlar için eşit kılınan Mescid-i Haram'dan alıkoyanlara ve orada zulümle yanlış yola saptırmak isteyene can yakıcı bir azab tattırırız.
26- Bir zamanlar Kâbe'nin yerini İbrahim'e şu şekilde hazırlamıştık: Sakın bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada (kıyama) duranlar, ruku edenler ve secdeye varanlar için evimi tertemiz et.
27- İnsanları hacca çağır; yürüyerek veya incelmiş binekler üstünde (uzak yollardan) her derin vadiyi aşarak sana gelsinler.
28- Ta ki kendilerine ait birtakım menfaatlere şahid olsunlar; Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O'nun adını ansınlar. Siz de onlardan yiyin, yoksulu, fakiri de doyurun.
29- Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Kâbeyi tavaf etsinler.
30- Emir budur, Allah'ın yasaklarına kim saygı gösterirse, bu, kendisi için Rabbinin katında şüphesiz hayırdır. Size bildirilegelenden başka bütün hayvanlar helal kılınmıştır. O halde o pis putlardan kaçının ve yalan sözden sakının.
31- Allah için, O'na eş koşmayan, O'nun birliğine inanmış kimseler olun. Allah'a ortak koşan kimse, gökten düşüp de kuşların kaptığı veya rüzgarın bir uçuruma sürüklediği şeye benzer.
32- Bu böyledir; kim Allah'ın nişanelerine, kurbanlıklarına saygı gösterirse, şüphesiz o kalblerin takvasındandır.
33- Sizin için onlarda belli bir süreye kadar bir takım faydalar vardır. Sonra bunlar Beyt-i atik (kâbe) de son bulurlar.
34- Her ümmet için Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerine O'nun adını ansınlar diye bir mabed yapmışızdır. Hepinizin ilâhı bir tek ilâhtır. Onun için yalnız O'na teslim olan müslümanlar olun. (Ey Muhammed!) Allah'a itaat eden alçak gönüllüleri müjdele.
35- Ki Allah anıldığı vakit onların kalpleri titrer. Onlar başlarına gelene sabreden, namaz kılan kimselerdir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.
36- Kurbanlık deve ve sığırları Allah'ın size olan nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Ön ayaklarının biri bağlı halde keserken üzerlerine Allah'ın adını anın. Yanları yere yaslandığı vakit de onlardan yiyin, kanaat edip istemeyene de, isteyene de yedirin. Böylece onları sizin buyruğunuza verdik ki, şükredesiniz.
37- Elbette onların etleri ve kanları Allah'a ulaşmayacaktır. Ancak O'na sizin takvanız erecektir. Onları bu şekilde sizin buyruğunuza verdi ki, size yolunu gösterdiğinden dolayı, Allah'ı tekbir ile yüceltesiniz. (Ey Muhammed!) Vazifelerini güzelce yapan iyilik sevenleri müjdele.
25- Şüphesiz inkâr edenler, Allah'ın yolundan ve Mescid-i Haram'dan insanları alıkoyanlar. Bu âyetin Hudeybiye senesi Kureyş müşriklerinin Hz. Peygamber ve ashabını Mescid-i Haram'ı ziyaret etmekten menettikleri zaman nazil olduğu rivayet edilmiştir. (Bakara, 2/96. âyetin tefsirine bkz.) Öyle bir mesciddenki biz onu insanlar için mukîm ve misafiri eşit olmak üzere, gerek Mekkeli ve gerek taşralı bütün insanlar için mescit kıldık. Kim orada zulümle, haksızlıkla doğru yoldan saptırmak isterse ona can yakıcı bir azab tattırırız. Bu âyetin zahirine göre Mekke'de fiile dönüşmeyen, yalnızca kötü bir niyet bile Allah katında sorumluluk gerektirir.
26- Hani bir zaman İbrahim'e, Kâbe'nin yerini hazırlamıştık. Yani Kâbe'nin yapılmasını temin etmek üzere, her şeyden önce yerini hazırlamış, gerek orada ibadet etmek ve gerek barınmak için faydalanabileceği bir sığınak yapmıştık. Şöyle diye ki bana hiçbir şeyi ortak koşma ve Beyt'in binasını yaparken bana ihlastan başka bir gaye besleme, her şeyi sırf benim rızam için ve samimi bir kulluk görevi olarak yap. Ve işte Beytullah (Allah'ın evi) adı ona bu anlamda verilmiştir ki, Allah için ibadete mahsus hane demektir. Evimi, tavaf edenler, kıyama duranlar, rükû edenler ve secdeye varanlar için tertemiz et. Buradaki temizlik, hem maddî, hem de manevî anlamdadır. Böyle olunca "Şeytan işi pislik" (Mâide, 5/90) olan put ve dikili taşlardan temizlemek de bunun içindedir. Yani Kâbe'nin içini, dışını gerek gözle görülen maddî ve gerek manevî pisliklerden arındırıp pek temiz tut, dolaşanlar ve duranlar, tavaf eden ve namaz kılanlar tertemiz ibadet etsinler.
27- Ve insanlar içinde haccı ilan et. Hasan-ı Basrî gibi bazıları bu emirlerin Hz. Peygamber'e hitap olduğunu söylemişlerdir. Çünkü âyetteki "tertemiz" emri, buna daha uygundur. Buna göre Hz. Peygamber'e ve ümmetine haccın farz oluşu bu âyetlerin inişlerinden itibaren başlamış olur. Fakat açık olan Hz. İbrahim'e olan hitabların hatırlatılmasıdır. Bu durumda Hz. Peygamber ve ümmeti hakkında haccın farz kılınması söz konusu olmayıp, sadece güzel bir şey olduğuna dair teşvik ifade edebilir. Bunun için haccın farz oluşunu kesin olarak ifade eden delil "Yoluna gücü yeten her kimsenin o evi Kâbe'yi hacc etmesi, insanlar üzerinde Allah'ın hakkıdır, farzdır. " (Al-i İmran, 3/97) âyeti olmuştur. Sana yaya olarak ve derin derin vadilerden, uzak yollardan binekler üzerinde, arık arık develer üzerinde gelsinler.
28- Ta ki kendilerine ait birçok menfaatlere şahid olsunlar. Haccın hikmetleri olan bu menfaatler, Mâide Sûresi'nde "Rablerinden bol nimet ve rıza taleb edenler" (Mâide, 5/2), "Allah hürmetli ve Kâbe'yi, insanların faydası için ortaya koydu" (Mâide, 5/77) buyurulduğu ve İbnü Abbas'tan da rivayet olunduğu üzere hem dünya, hem de ahiretle ilgilidir. Ahiretle ilgili menfaat Allah'ın bağışlaması ve rızası gibi şeylerdir. Dünyadaki menfaatlere gelince bunlar da, Allah'ın insanlara olan nişanelerini görmekle irfan, ahlâk, ticaret ve sosyal hayatla ilgili birtakım faydalardır. Bu menfaatlere hazır olsunlar. Ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O'nun adını ansınlar. Yani diyerek Allah için kurban kessinler. "Behîmetü'l-en'am" deve, sığır, koyun, keçidir. (Mâide, 5/1 ve En'âm, 6/143-144. âyetlerin tefsirine bkz.)
Hacc âyetlerinde "sayılı günler" teşrik günleridir. (Bakara, 2/203. âyetin tefsirine bkz.) "Belirli günler" ise zilhicce ayının ilk on günü veya kurban günleridir. Çünkü zilhiccenin ilk on gününden sonra hacc vakti, arafe ve kurban bayramı olduğundan dolayı, halkın bunları bilmeye istek ve arzusu vardır. Bunun için o günler, halkın arasında malumdur. Bu sebeple İmam-ı Azam Ebu Hanife ve İmam Şâfiî bu malum, belirli günlerin zilhiccenin ilk on günü olduğunu söylemişlerdir ki, Mücahid'in, Ata'nın, Katade'nin, Hasan'ın görüşleri ve Said b. Cübeyr'in, İbnü Abbas'tan rivayetidir. Buna göre şu "belirli günler"in kurbana zarf olması, kurban bayramı günü olan onuncu gün itibariyle demektir. Oysa kurban, bayramın yalnız birinci günü değil, ikinci ve üçüncü günleri de kesilebildiğinden bu üç gün "kurban günleri" olarak bilinir. Şu halde kurbanların kesim günleri olan "belirli günler" i kurban günleri olarak tefsir etmek lazım gelir. Bunun için İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed "belirli günler"den maksadın "kurban günleri" olduğunu söylemişlerdir ki, tercih edilen görüş de budur. "Ondan yiyiniz." Görülüyor ki, burada gıyabdan (üçüncü şahıstan) hitaba (ikinci şahısa) iltifat sanatı vardır ki, bununla hitap peygamber ve ümmetine çevrilmiştir. Şüphe yok ki, Hz. İbrahim zamanında kesilen kurbanlardan Hz. Muhammed'in ümmetinin yemesi ve yedirmesi düşünülemez. Şu halde buradaki "fâ"nın, bir icaz-ı hazif (mânâya zararı olmaksızın lafzî veya aklî bir karinenin delaletiyle cümleyi tamamlayanlardan bazılarının cümleden atıldığını) ifade eden "fâ"nın, fasîha (açıklama cümlesinin başında gelen "fâ") olduğu anlaşılır. Buna göre mânâ şöyle olur: Şimdi ey Muhammed ve ümmeti! Siz de o günlerde kurbanlarınız üzerine Allah'ın adını anın, onlardan yiyin ve muhtaç olan yoksula da yedirin. Yeme emri, mübahlık, yedirme emri ise vaciblik ifade eder. Yani kurban bayramı kurbanından sahibinin yemesi caizdir. Bir miktarını fakirlere vermesi ise vacibdir. Mendûp olan, kurbanın üçte birini kendisi ile ailesi, üçte birini dostlar, üçte birini de yoksul olanlar için ayırmaktır. Ancak aşağıda söz konusu yapılacak olan adak kurbanlarından sahibinin yemesi caiz olmaz.
29- Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Hac ibadetlerini yerine getirdikten sonra tırnaklarını kesmek, bıyığını ve sakalını düzeltmek, koltuklarını yolmak, başını ve kasığını tıraş etmek gibi temizlenmekle ilgili ihtiyaçlarını yerine getirsinler. Ve adaklarını yerine getirsinler ve Beyt-i Atîk'i, yani Kâbe'yi tekrar tekrar dolaşıp tavaf etsinler. Bir tavaf yedi şavf, bir şavf bir dolaşımdır. Yedi şavfın dördü farz, üçü vacibdir. Tefsircilerin çoğu demişlerdir ki, buradaki tavaftan kastedilen, haccın rükünlerinden olan ifaza tavafı, diğer adıyla ziyaret tavafıdır ki, hac ile ilgili yasakların kalkmasının tamamı bununladır. Bu tavaf yapılmadan ihramdan çıkılmaz. Kirlerin giderilmesi konusu da bununla olur. "Vâv" tertibe delalet etmediği için bunun, kirlerin giderilmesinden sonra yapılması gerekmez. Fakat bunların bir sıralamaya göre söz konusu edilmiş olmaları, bu tavafın kirlerin giderilmesinden sonra olması, ilk akla geldiği ve ziyaret tavafı, ihram ve vakfe gibi hac anlamının içinde bulunduğu için, bazıları bunun Sader denilen veda tavafı olduğunu söylemişlerdir ki, o âfâkî (Mekke'nin dışından gelen) için vaciptir. Bunun tam karşıtı ise kudûm tavafıdır ki, ilk vardığı vakit yapılır. Bu üç tavaftan başka her zaman arzu edildiği kadar nafile tavaflar yapılabilir.
Kâbe'ye Beyt-i Atîk denilmesinin sebebine gelince: Bunda bir kaç mânâ vardır:
1- Atîk dilimizde de meşhur olduğu gibi kadim mânâsına gelir, önceki zamandan kalma demektir. Gerçi biz bazen bu anlamda "eski" tâbirini de kullanırız, fakat eski daha çok "Halak" yani köhne ve harab anlamını ifade eder. Oysa Atîk ve kadîm köhne demek değildir. Antika demektir. "Şüphesiz insanlar için ilk kurulan ev (mabed) Mekke'de âlemlere mübarek olan (Kâbe)dir." (Al-i İmran, 3/96) âyetinin ifadesince Kâbe'ye yeryüzünde mevcut olan mabedlerin ilki olması itibariyle "atîk" adı verilmiştir. Bu görüş Hasan-ı Basrî ye aittir.
2- Atîk, İsrâ Sûresi'nin son kısmında (17/111. âyetin tefsirinde) belirtildiği üzere, "ıtak" gibi yepyeni ve değerli olma anlamına gelir ki, birinci görüşteki ifade edilen mânânın gereğidir.
Bu anlamda Beyt-i Atîk, şerefli ve saygı değer ev demektir. Nitekim ona Beytü'l-Haram (hürmetli ev) da denilir. Bu görüş Sâid b. Cübeyr'den nakledilmiştir.
3- Atîk, özgür ve hür olmak anlamına gelir. Hürmetli Kâbe de zalim despotların sataşmalarından kurtulduğu için ona bu isim verilmiştir. Bu mânâ bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber'den de rivayet edilmiştir. Buyurmuş ki: "Yani yüce Allah Kâbe'ye "el-Atîk" adını verdi. Çünkü onu despotların şerrinden korumuştur. Hiçbir zaman bir zorba ona galebe edemedi." Bu hadisi, Buharî, tarihinde; İbnü Cerir, Taberânî ve daha başkaları, İbnü Zübeyr'den rivayet etmişlerdir. Tirmizî, "hasendir" demiş, Hakim ise "salih" demiştir. İbnü Ebî Necih ile Katâde de bu anlamda tefsir etmişlerdir. Gerçekten bir zamanlar "Tübba'" (Yemen hükümdarı) Kâbe'yi yıkmak istemiş, felç olmuş ve bu işten vazgeçmesi için yapılan tavsiyelere uyunca da iyileşmişti. Bunun üzerine Kâbe'ye olan saygısını göstermek için ona bir örtü yaptırmıştı ki, ilk Kâbe örtüsüdür. Sonraları Ebrehe de fil vakası ile perişan olmuştu. Gerçi Haccac yıktı, fakat onun maksadı Kâbe'yi yıkmak değil, İbnü Zübeyr'i çıkarmaktı, sonra tekrar yaptı. Karmatîler'in Hacer-i Esved'i bir kaç sene alıp götürmüş olmaları da bu kabilden olsa gerektir. Ahir zamanda Habeş tarafından yıkılıp taşlarının denize atılacağına dâir rivayet edilen bir hadisin içeriği ise, sahih olduğuna göre kıyamet alâmetlerindendir.
Mücahid, kimsenin mülkü olmadığından dolayı, hurrü'l-asıl (temelden özgür) anlamını ifade etmesi için, kendisine "Atîk" adının verildiğini söylemiştir. Bazılarıda Atîk, Mu'tik (özgürlüğe kavuşturan) anlamındadır demişler ki, hacc edenler boyunlarını günahlardan kurtarırlar demektir. Şimdi bu açıklamalardan anlaşılan şudur ki, "Beyt-i Atîk" ünvanının, bütün bu mânâları içine alacak şekilde bir tercemesinin yapılmasının mümkün olamayacağına göre, onun olduğu gibi korunması gerekir.