Vahdet-i vücud

ömr-ü diyar

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
Yönetici
Tasavvufta, varlığın birliğini savunan öğreti. Muhyiddin İbn Arabî tarafından sistemleştirilen öğreti, sadece Allah'ın varlığının zorunluluğu temeli üzerine kuruludur. Benimseyen mutasavvıflarca tevhidin en yüksek yorumu sayılan öğreti, diğer bazı mutasavvıflar tarafından fenâ makamında kalmanın ortaya çıkardığı bir yanılgı olarak nitelenir.

Vahdet-i vücut ve Vahdet-i şühut nedir?

Cenab-ı Hakka varan yollar çoktur. Bunların bir kısmı diğerlerine nisbeten daha kısa ve daha parlaktır. Fakat, hiç şüphe yok ki, bu yolların arasında Cenab-ı Hakka varan en kısa ve en parlak yol, Resul-i Ekrem Efendimizin çizmiş olduğu nurlu yoldur. Hatta tarikatlar arasında da, Resulullahın sünnetini esas alan tarikatların daha parlak, daha muhteşem olduklarını ifade eden Bediüzzaman, doğru bir yolu takip etmek hususunda sünnet-i se-niyyenin önemine şu ifadeleriyle işaret etmektedir:

"Sünnet-i seniyyenin mes'eleleri, hattâ küçük âdabları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıble nâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum."1

Manevî yolların takibinde meydana gelen bütün tereddütler sünnet-i seniyye ile gider, insan bu sayede ruhî bir huzur ve sükûnet hisseder. Tarikatların takip ettiği tasavvufî yollar da Resulullahın sünnetine uymaları nisbetinde doğru ve hak olur. Kıymet kazanmaları ise, sünnet-i seniyyeye uymalarına ve uygun hareket etmelerine bağlıdır. Nitekim İmam Rabbani bu hakikati açık bir şekilde ifade etmektedir.2

İşte, tasavvuf ehlinin bir kısmı "la mevcûde illâ Hû" yani "Allah'tan başka varlık yoktur", diğer bir kısmı da "la nıeşhûde illâ Hû", "Allah'tan başka müşahede edilen bir varlık yoktur" şeklinde vecizeleşen görüşleri de bu ölçü içerisinde mütalâa edilmelidir. Her iki görüşün mensuplarının, varlıkları tamamen inkâr ettikleri söylenemez. Ancak varlıkları hayal hükmünde kabul ederler. Varlıkların Allah'ın varlığı karşısındaki mevcudiyeti çok sönük olduğundan, böyle derler. Mümkinata, yani Allah'ın yarattıklarına, varlık değerini vermek istemezler. Hattâ İbni Arabi, Allah'tan başka bütün varlıkların mümkün olduğunu ve bu mümkün varlıkların var oluşlarının ise mevhum olduğunu söylemektedir. Böylece varlıkları bir gölge olarak görmektedir.3

İşte, "la mevcûde illâ Hû" ile ifade edilen bu meslek Bediüzzaman'ın ifadesiyle "cadde-i kübrâ" değildir. "Evet, cadde-i kübrâ, Sahabe ve Tabiîn ve Asfîyamn caddesidir. (Eşyanın hakikatları sabittir) cümlesi onların kaide-i külliyeleridir."4 Dolayısıyla varlıkların sabit hakikatları vardır. Hayal ve vehim değildiler.

"La meşhûde illâ Hû" diyen meslek ise, tam huzuru kazanmak için varlıkların varlığını tamamen inkâr etmez, fakat üzerine bir perde çeker, görmek istemez. Çünkü onların manevî huzura mâni olduğuna inanır. Bunların birinci kısımdan farkları, varlıkları yok olarak kabul etmemeleridir. Vardır, ama perde olduğuna inandıkları için görmek istemezler.

Halbuki, Kur'ân-ı Kerimin ve sünnet-i seniyyenin, herkesin girebileceği en geniş caddesi, varlıkları inkâr etmek veya unutmak değil; onları Cenab-ı Hakkın isimlerinin tecelli yerleri olarak görmek, her varlıkta İlâhî mührü okumak, hakikî Tevhide varmaktır. Kur'ân-ı Kerimin varlıklarda tefekkürü emreden âyetleri de bu yolu açıkça göstermektedir.
"La mevcûde illâ Hû" ile "La meşhûde illâ Hû" diyenlerin arasındaki farka işaret için yukarıdaki ifadelere ek olarak İmamı Rabbanî'nin verdiği misali de ilâve etmek isteriz. Ona göre, birinci grup, Allah'ın zâtından başka bir varlığı bilmez. İkinci grup ise Allah'tan başka bir varlığı bildiği halde görmez. Bediüzzaman'm tabiriyle "nisyan (unutmak) perdesini üstüne çeker." Her iki mesleğin de tevhid görüşlerini kâfi görmeyen İmam Rabbanî bunu şöyle bir misalle açıklamaktadır:

"Meselâ, bir kimse güneşin varlığına ilmen bir yakınlık peyda etse, bu yakınlık diğer yıldızların o anda kabul edilmesini gerektirmez. Fakat güneşe bakan bir insan yıldızları göremez. Çünkü o anda onda güneşi görme isteğinin dışında bir arzu yoktur. Bütün buna rağmen, bu insan mutlaka bilir ki, yıldızlar madum (yok olmuş) değildir. Güneşin parlak ışığından dolayı görünmezler. İşte bu sırada bir kimse yıldızların varlığını inkâr ederse hata etmiş olur."5

İmamı Rabbanî, bu ifadelerinden sonra, varlıkları iıvkâr etmenin sünnet-i seniyyeye uygun olmadığını ve bunda mahzur bulunduğunu açıklamaktadır. Fakat sadece "Bir"i görmenin bir tehlike arzetmeyeceğini ifade eder. Ona göre, Hallac-ı Mansur da "Ene'1-Hak" derken, "Ben değilim, Haktır" mânâsını kastetmektedir. Bu ifade, bütün varlık âlemini unutup yalnızca Allah'ın varlığında fâni oluşu dile getirmektedir.

1. Lem'alar, 45.
2. a.g.e.
3. Tasavvuf ve tarikatlar, 125.
4. Mektubat, 76.
5. Tasavvuf ve Tarikatlar, 158.

Mehmed Paksu
 
Üst