Unsuru’l-belagât nasıl bir ortamda yazıldı?

YİĞİDO

Üye
Kademeli
Unsuru’l-belagât nasıl bir ortamda yazıldı?
29 Temmuz 2011 Cuma 06:51
Bir araştırmacının, bir edebî eseri, bir yazar ya da şairi veya edebi bir anlayışı nesnel bir tutumla yorumlayarak bir yere oturtması oldukça güçtür. Kaldı ki edebi bir anlayışı yorumlamanın en belirgin yolu dönemin zihniyetini kavramak, yazar ya da şairini iyi tanımaktan geçer. Klasik Edebiyatımız, aralarında hiçbir bağ bulunmadığı düşünülen iki edebiyatın, Arap ve Fars edebiyatlarının kuvvetli etkisi altında teşekkül etmiştir. Şüphesiz ki eski edebiyatın oluşmasında Türklerin Müslümanlaşma tarihinin büyük etkisi vardır. Türkler tarih içinde üç farklı medeniyette yaşamışlar bunun neticesi olarak da üç ana edebi dönem ortaya çıkmıştır.

İslamiyet öncesi dönemde gerçekleşen SÖZLÜ edebiyatta kavmi unsurlar hâkimdir. 10. Yüzyıldan itibaren Türkler fasıla fasıla Müslümanlaşmaya başlamıştır ki bu dönem DİNİ dönem olarak adlandırılır. Bu dönemin baskın zihniyeti İslam Dinidir. Batılılaşma hareketlerinin kökeni 18. yüzyıla kadar dayanır. Batı dünyası ile münasebetimiz bu yüzyılın sonuna kadar oldukça zayıf sayılabilecek seviyededir. Fikir ve sanat alanında da Batının büyük tesiri hissedilmez. Rönesans hareketinin getirdiği yeni durumdan hayli bir zaman uzak kalınmış; Batı medeniyeti ile Osmanlı Medeniyeti arasındaki fark açılmaya başlamıştır.

Bu hengâmda matbaanın icadından kısa bir süre sonra matbaanın bizde de kullanılır hale gelmesi dikkat çekicidir. Askeri ve siyasi hayatta çeşitli değişiklikler gerçekleşmeye başlamıştır. Yeniçeri Ocağının ilga edilmesi, yeni bir ordunun kurulması, Sarayın Avrupa’ya göre tanzim edilmesi, Avrupa’ya öğrencilerin gönderilmesi, kıyafet değişiklikleri, devletin bünyesindeki değişiklikler, II. Mahmut’un Garplılaşma adı altında tarif edilen çalışmaları, Islahat Hareketleri ve adeta bir Batılılaşma manifestosu olan Tanzimat Fermanı’nın ilanı Batı Medeniyeti ile aramızda bir kan bağı oluşmasına sebep olmuştur. Fikir ve sanat alanındaki etkileşim bu dönemde hız kazanmıştır. Artık, dışarıdan bir şeyler ithal etmek kaçınılmazdır. Var olanın çağın “huruşan”ına göre yeni bir şekil alması beklenen bir durumdur. Kilise kaynaklı Skolâstik Düşüncenin terk edilmesi ve Reform ve Rönesans Hareketleri, bilimin merkeze alması, Aydınlanma Çağı ve Sanayi İnkılâbı Avrupa’nın zenginleşmesine ve güçlenmesine sebep olmuştur.

Osmanlı’da durum farklılık arz etmekteydi. Devlet, 17. Yüzyıla kadar dünyanın en büyük devletlerinden biriydi. İçtimai düzen, medeniyet anlayışı, askeri düzen ve fikir hayatı merkezi otorite çevresinde gelişmekteydi. Tasavvuf kendini edebiyatta ve sanatta da hissediliyordu. Bir merkezleşme eğilimi her yanda hâkimdi. Tüm kelimeler bir mana etrafında toplanıyor, farklı farklı kapılar hep aynı manaya, aynı yere çıkıyordu. Bu da Klasik edebiyata bir zenginlik katmaktaydı. Redif ve kafiye şiiri toplayan temel unsurlardı. Kültürün asıl mekanizması insandı ve tüm kapılar insana, ama mutlak varlığı arayan ve bu yolda yücelmesi gereken insana çıkıyordu. Bu insan mutlak varlığın bir yansımasıydı ve onu yücelten üzerindeki tecellilerdi.


Çok tanrıcılık gibi entrikayı doğuran bir zeminden uzak olunduğu için tenkit mekanizması görece olarak zayıftı. İman ve teslimiyet hamuruna şüphe katışmamış; roman v.b türler henüz deveran etmeye başlamamıştı. Kaynağı oldukça zengin olan Eski edebiyatın artık kendini tekrar eden bir yapıya dönüşmesi, Nazireciliğin çok fazla revaç bulması, değişimi zorunlu kılan bir atmosferin habercisiydi.

19. yüzyıl hem siyasi hem de edebiyat dünyasında “yeni” sulara açınılan bir zamandır. Artık ihtimallere açık ve ihtimaller bakımından da zengin bir döneme girilmiştir. Bunalımlar Çağı, mutlak varlık arayışındaki insanı içine kapanmaya, kendi içinde arayışlara ve değişime zorlamaktadır. Ferdiyetçilik yaygınlaşmaya başlamış, insan artık sanatın merkezinde kendini arama, kendini görme ve kendinden bahsetme tavrına bürünmüştür. Kişi artık içtimai hayatın müeyyidelerini kendi ruhunda eskisi kadar kuvvetli hissetmemektedir. Eski düzenin hissiyat ve estetik anlayışının çözülmesi hengâmında yeni düzenin anakarası yükselmeye başlamıştır.

Sanat ve Fikir hayatı içtimai hayatın bir yerde dilidir. İçtimai hayatta meydana gelen devinimler sanat ve fikir adamlarının takibine ve etkileşimine her zaman açık olmuştur. Bir tarafta gelişen ve büyüyen yaldızlı görünümüyle Batının fikir ve sanat anlayışı diğer tarafta “yeni” olana duyulan büyük iştah Tanzimat ve sonrası edebiyat çalışmalarına kapı aralamıştır… Anlaşılacağı üzere Tanzimat yenileşme isteğinin bir bakıma başlangıcı bir bakıma sonucudur. Tanzimat’la birlikte edebiyatımıza yeni türler girmiştir. Gazete bunların deveranını mümkün kılan en önemli unsurdur. Tanzimat bir “gazete edebiyatı”dır. Şinasi makalelerle, şiirleriyle, Fransızcadan şiir tercümeleriyle edebi ve içtimai tenkidin kapılarını açmış; bunları gazete vasıtasıyla duyurmuş, dilde sadeleşme hareketini başlatmıştır.

Şinasi’yi Namık Kemal, Ziya Paşa ve diğerleri takip edecektir. Bu üç isim adeta Tanzimat’ı bir okul haline getirmiş, toplum için sanat felsefesiyle hareket etmişlerdir. Tiyatro ve roman denemeleri yapmışlar gazete etrafında seslerini duyurmaya çalışmışlar, şiirde yeni konuları eskiye bağlı kalarak anlatmışlardır. Bu durumu hem Namık Kemal’in hem de Ziya Paşa’nın şiirlerinde görmek mümkündür:

“Civanmerdan-ı milletle hazer gavgadan ey bidad;
Erir şemşir-i zulmün ateş-i hûn-i hamiyetten” diyen Namık Kemal, yahut:

“Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm” diyen Ziya Paşa cesurca bir tenkit yaparken gazel nazım türünü kullanır.


Ne var ki bu dönemde bu üç ismin takipçisi gibi görünen fakat onlardan bazı keskin çizgilerle ayrılan Abdülhak Hamit Tarhan, Recaizade Mahmut Ekrem ve Sami Paşazade Sezai birinci kuşağın sanatı halk için, sade bir lisan ile hürriyet için, içtimai hayat için, siyaset için kullanmalarından rahatsız olmuşlardır. Onlar için sanat ancak sanat için yapılmalıdır. Bu ikinci nesil mümkün olduğu kadar sanatı siyasetten ve ideolojiden uzak tutmaya çalışmıştır. Kendi aralarında edebi tartışmalar yapsalar da bu tartışmalar ideoloji boyutuna hiçbir zaman ulaşmamıştır. Yeni neslin halefleriyle en temel ortaklıkları ise Avrupai bir sanat anlayışını yerleştirmek hedefidir.

Bu konuda en etkili ismin Abdülhak Hamit Tarhan olduğu söylenebilir. Şiir de hem içerik hem de şekil bakımından değişiklikler yapmaya, eski şiir geleneğinin önce şekil özelliklerini yıkmaya çalışmış; kuralsız nazım şekilleri ile Avrupa’dan alınan nazım şekillerini sıklıkla kullanmıştır. Romantizm akımının önemli bir takipçisi olmuştur. Modern diyebileceğimiz şiir anlayışı onunla başlamıştır. Hamit, Divan Şiiri’ni hakikate dayanmaması sebebiyle eleştirmiş ve asıl şiirin kendi nesliyle doğduğunu iddia etmiştir. Kafiyeli şiirler yazmış, kendine has usuller geliştirmiştir. Hamit’in varlık hakkında düşünürken içinden çıkamadığı durumlarda şiirlerinde Yaratana ağır haykırışlarda bulunduğu, Yaratanın büyüklüğü karşısında sakinleştiği şiirleri vardır. Özellikle Makber şiirinde:
Bi-faide gördü çok defalar
Bigane bulundu aşnalar
Ben neyleyim büyükse devran
Taksiri nedir küçükse insan
Kâr etmedi verdiğim devalar
Geçti yere ettiğim dualar
Gördük seni ey hakim-i mutlak
Ey hastalara veren şifalar
Sen Halikımızsın ettik iman
Bir sende bulur bu ye’s payan
Sen varken olur mu ahret yok
Yo, şüphe ki sende mağfiret çok…” diyen Hamit ölüm karşısındaki çaresizliği ifade etmiştir. Gelenekçi insan doğumla ölümün hikmetini negatif bir tarzda sorgulamazken; Hamit gibi modernist insan tiplerinin bu konuda kafasında çelişkiler vardır. Bu çelişkiler Makber şiirinde gün ışığına çıkar. Şiir boyunca isyan belirtilerini fazlasıyla ortaya koyan şairde; şiirin sonunda ebedi bir sakinlik görülür.


Türk Edebiyatına yenilikler getirme çabası elbette Tanzimatla sınırlı kalmamıştır. 1896-1901 yılları arasında yayın hayatında bulunan Servet-i Fünun Dergisi etrafında toplanan sanatçıların ki bunlar içinde en önemli isim Tevfik Fikret’tir. Oluşturduğu bir grup yeni yepyeni ama yine Avrupai bir sanat anlayışını benimsemiştir. Ülkenin siyasi ortamı karışık ve arayışlar devam etmektedir. Tahtta II. Abdülhamit vardır. Abdülhamit halkın kendisinden ne istediğini bilir lakin güveneceği bir ekibi yoktur. Sadrazamlığa Genç Osmanlıların desteklediği Mithat Paşa getirilir. Yeni Anayasa çalışmaları, meclisin açılıp kapanması, azınlıklar arasında yayılan milliyetçilik duyguları, Abdülhamit’in tüm karşı çıkmalarına rağmen alınan savaş kararı ülkenin içinde bulunduğu durumun göstergesidir. Milliyetçilik duygusu Tanzimat döneminde Türk aydınlar arasında da yaygındır. Lakin bu fikrin devletin parçalanmasına kapı aralayacağı düşüncesi ile aydınlar dini ve etnik ayrılıkları reddederek, Osmanlıcılık fikri etrafında birleşmişlerdir. Bu Osmanlıcılık fikrine ise Müslüman Türklerden başka inanan da yoktur.

93 Harbi, Sırp, Ermeni, Bulgar ve Rumların Müslüman Türklere yaptığı zulüm Osmanlıcılık fikrine gölge düşürür. Batı devletlerinin desteği ile Abdülhamit aleyhine gazetelerde propagandalar başlar. 1889 da gizlice İttihat ve Terakki Cemiyeti kurulur. Tanzimatla başlayan ecnebi müdahaleleri bu dönemde hız kazanır. Abdülhamit’e “yasakçı” yaftasının yapıştırılacağı kararlar bu dönemden sonra alınır. Ne var ki Padişah artık batı kaynaklı fikirlerin yurt içinde yayılmasına izin vermez. Basına sıkı bir sansür uygular. Padişah batılı devletlerin Genç Osmanlılar üzerinde oynadıkları oyunu bozmak ister, onlara rahat davranır ama fikirlerinden taviz vermez. Osmanlılar arasında artık milli şuurun korunamayacağını anlayan padişah Müslüman halkı birbirine bağlayan dini şuura güvenmektedir. Bu siyasi ve içtimai ortamdan Servet-i Fünun sanatçıları da etkilenir. Toplumsal ve siyasi konulardan uzak durarak ferdi konulara eğilirler.

Edebiyat-ı Cedide dediğimiz bu grup Fransız edebiyatına birebir bağlı kalır. Sanat sanat içindir ilkesine bağlı kalmışlar ve realizm ile natüralizmden, şiirde de parnasizm akımlarından etkilenmişlerdir. Yaş ortalamaları çok genç olan bu kuşak küçük yaştan itibaren Fransızca öğrenmekte dolayısıyla Fransız zevk ve estetik anlayışını çok kolay benimsemektedir. Fransız Edebiyatı anlatım ve biçim özelliklerinden etkilenmişler bu durum onların günlük yaşantısına da sirayet etmiş, giyim kuşamları bile değişmiştir. Bu kuşak eski sanat anlayışını tamamen reddetmiştir. Doğu kültürü ve estetik anlayışına tamamen yabancı kalmış hatta tanımaya bile çalışmamıştır. Doğu yaşam biçiminden keskin bir şekilde uzak kalmışlardır. Abdülhamit’in önlemlerini ağır bulmuşlar içlerine kapanarak bunalım edebiyatı oluşturmuşlardır. Bu dönem sanatçıları ağır sanatlı süslü bir dil kullanmayı tercih etmişler hatta lügatlerden yeni kelimelerle yazmışlardır.

Şiirin söz dizimini değiştirmişler yeni nazım şekilleri denemişler hatta kendileri yeni nazım şekilleri oluşturmuşlardır. Uzun cümle kurma geleneğini yıkmış eksiltili cümle yapısını yerleştirmişlerdir. Eski ile tek bağları aruz ölçüsüdür ama aruz ölçüsünün de kalıplarını kırmışlardır. Kulak için kafiye ilkesini benimsemişler ve çekimli fiillerle isimleri kafiyelendirmişlerdir. Hayal ve gerçek çatışmasını şiire taşırlar ve tabiat şiirde en önemli unsur olarak yerini alır. Tabloya dayalı betimlemeler yaparak tablo altına şiir yazma geleneğini başlatmışlar ve bunalımlarından ötürü ferdi konuların dışına çıkamamışlardır. Bu dönemin en hâkim olgusu ise batıcılıktır. Osmanlıcılığı benimseyen Tanzimat kuşağından bile eski bir ideolojidir batıcılık ve bu yeni edebiyat anlayışı ile yavaş yavaş oturtulmaya başlanmıştır.

Edebi ve fikri eserler cemiyet hayatını etkilendikleri kadar etkilerler de düşüncesi ile değerlendirdiğimiz yeni edebiyat, nerden bakılsa sadece Anadolu da bile 700 yıllık saltanatlı bir mazisi olan Divan Edebiyatını küçük görüyordu. Böyle sağlam ve köklü bir edebiyatın yaşama gücünü öyle bir hamlede yok etmek mümkün değildi. Ama bu ihtişamlı bir o kadar da estetik zevke sahip, büyük Türk şairlerinin üzerinde asırlarca zevkle ve başarıyla işledikleri eski edebiyat gelenekleri çoktan eleştirilmeye hatta yok sayılmaya başlanmıştı.

Özet olarak Servet-i Fünun Edebiyatı Fransız şiirini örnek almış, Divan Edebiyatı geleneğini yıkmış, Türk Edebiyatında önemli bir değişime ön ayak olmuşlardır. Romantizm, Parnasizm ve Sembolizmin etkisindedir. Bu edebiyatın baş aktörü ise Tevfik Fikret’tir. Onun şiirlerinde daha önce görülmeyen iç ve dış yenilikler biçim ve kafiye özgülüğü, ustalıklı bir aruz görülür. Türk edebiyatında insan teknik ve bilim-fen sevgisi Tevfik Fikret’le başlar.
Bir ömr-i muhayyel...Hani gülbünler içinde
Bir kuşcağızın ömr-i bahârîsî kadar hoş;
Bir ömr-i muhayyel...Hani göllerde,yeşil,boş
Göllerde,o sâfiyet-i vecd-âver içinde
Bir dalgacığın ömrü kadar zaîl ü muğfel
Bir ömr-i muhayyel…

Bir gün yapacak fen şu kara toprağı altın,
Bilim gücüyle olacak ne olacaksa... İnandım.

(Tefvik Fikret)

Tanzimat’tan sonraki edebiyatımızda bizi öz benliğimizden uzaklaştıran bir batılılaşma görülür. Bu bilinçsiz batı hayranlığı bize öz kişiliğimizi hatırlatan Yahya Kemal’e kadar sürer. Tanzimat şiirindeki yalınlık ve fikre dayalı üslup bu dönemde yerini mecaz istiare gibi sanatlara bırakır. Bu dönem edebiyatçıları genellikle gerçeklerden kaçan derin bir melankoli ve bunalım yüklü kötümserlikle doğa ve hayalden medet umarlar.

II. Abdülhamit tarafından kapatılan Servet-i Fünun dergisi 1901 tarihinde tekrar açıldığında edebi kimliğini tamamen yitirmiş bilimsel ve güncel konulardan bahseden bir magazin dergisi halini almıştır. Ve Servet-i Fünün topluluğunun dağılmasına zemin hazırlamıştır. 1890’dan itibaren hızla büyüyen ittihat ve Terakki Cemiyeti İstanbul’da Abdülhamit yönetimine karşı gösteriler düzenlemiş ve çeşitli baskılarda bulunmaya başlamıştır. Bu durum II. Meşrutiyetin ilanı ve Kanun-i Esasi’nin yürürlüğe girmesi ile sonuçlanmıştır. 1909 31Mart Vakası ile Abdülhamit tahttan indirilir.

Bundan sonra basın üzerindeki baskılar kalkmaya başlar. II. Meşrutiyet ile gelen göreceli özgürlük sayesinde ülkede her türlü fikir serbestçe tartışılabilir hale gelmiştir. Dolayısıyla canlı ve hareketli bir edebiyat hayatı da başlamıştır. Çeşitli edebi dergilerde yazan Ahmet Haşim, Tahsin Nahit, Ali Canip, Fuat Köprülü, Yakup Kadri, Refik Halit gibi gençler bir araya gelerek bir edebi beyanname düzenlemişler, bir bildiri sunmuşlardır ki bu beyannameye Fecr-i Ati Beyannamesidir. Servet-i Fünun’u yeterince Batılı bulmayan Fecr-i Aticiler daha ileri bir batı anlayışını edebiyata getirmek istemişlerdir. Lakin onların çizgisinden pek de öteye geçememişler dil ve anlatım olarak onlara bağlı kalmışlar her biri yalnız kendi duyuşuna, kendi beğenilerine, kendi hislerine göre bir güzellik ve estetik anlayış yaratma çabasına girmişlerdir. Bir edebi anlayış ve topluluk olmaktan çok birbirine bağlı bir arkadaş grubu olarak kalmışlardır. Sembolizm ve İzlenimcilik şiirlerinin baş karakteristiği olmuştur. Görüneni değil görünenin kişide uyandırdığı izlenimi anlatmayı esas almışlardır. Servet-i Fünun’la aynı nitelikleri taşıyan bu grup batı edebiyatını daha yakından izlemiş, kendinden önceki edebiyat anlayışı ile aynı malzemeleri kullanmıştır.

Sanat şahsi ve muhteremdir diyen bu grup kulak kafiyesini esas kabul etmiş, serbest müstezat nazım türünü daha da genişletmiştir.
Osmanlı Devleti’nin son döneminde askeri, siyasi ve içtimai alanda yaşanan gelişmeler ile yine bu dönemdeki sanat ve fikir akımları başka bir edebiyat akımının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu bağlamda özellikle Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık 1911’den itibaren de Türkçülük akımlarını iyi bilmek gerekir.

İslamcılık

İslamiyet’i Müslüman olan ülkeler arasında hâkim kılmak ve İslam dünyasını birleştirmek için oluşturulan dini, siyasi, içtimai bir akımdır. Batılı güçlerin İslam dünyasına özellikle askeri ve ekonomik alanlardaki meydan okuyuşunun hız kazandığı 19. Yüzyılda Müslüman aydınların aradığı kurtuluş reçetelerinden biri olarak ortaya çıkmıştır. İslamcı anlayışta İslam dinin tüm ilerlemelerin anahtarı olduğu kuralları doğru uygulanırsa gelişmiş milletlerin seviyesine ulaşılabileceği düşüncesi hâkimdir. Bu ideoloji 1908 den sonra daha da gelişerek edebiyat alanında, Mehmet Akif ile en kuvvetli temsilcisini yetiştirdi. Said Halim Paşa, Eşref Edip, Şemseddin Günaltay, Hacı Zihni Efendi gibi isimler de bu akımdan etkilenmişlerdir.

Osmanlıcılık

Osmanlı bünyesi altındaki toplumların (Türk, Arap, Yunan, Ermeni v.b) din ve mezhebe bakılmaksızın eşit yurttaşlık haklarına sahip olmasını savunan siyasi görüştür.Özellikle Tanzimat döneminde Osmanlı içindeki değişik etnik grupların batı devletlerinin desteğini alarak bağımsız olma düşüncelerini yok etmek için ortaya konmuştur.’Osmanlıcılık fikri geçmişte kullanıldığı gibi kullanılırsa başarılı olunabilir ‘düşüncesi ile hareket edilmiştir. Tanzimat ın ilanıyla Osmanlı devletinin resmi görüşü haline gelmiş ne var ki 20.yüzyılın ilk çeyreğinde milliyetçilik akıma karşı fazla direnememiştir. Namık Kemal, Ziya Paşa, Abdülhak Hamit gibi edebiyatçılar bu akımı destekler.

Batıcılık

Batının bilim ve tekniğini, yönetim biçimini v.b alarak ülkenin gelişmesini kalkınmasını sağlamak için ortaya atılmış bir görüştür. Bu akım batının her alanda Osmanlının önüne geçmesi, Osmanlı Devleti’nin tek kurtuluş yolunun bu yüzyılın fikir ve ihtiyaçlarına uygun medeni bir millet ve devlet haline gelmesi gerektiği düşüncesinden doğmuştur. “Avrupa’nın seviyesine ancak Avrupalıların gittiği yoldan gitmek gerekir” fikri hâkimdir. Batılılaşmanın en sıkı taraftarı Tevfik Fikret, Abdullah Cevdet, Kılıçzade Hakkı’dır.

Türkçülük

Osmanlı bayrağı altında bilinçsiz bir şekilde yaşayan Türkleri milli bir duygu ile bilinçlendirmek milliyetini idrak ettirmek amacını taşıyan siyasi bir akımdır. Bu akımın başarılı olmasında en önemli etken; Balkan savaşından sonra Osmanlıcılık akımının başarısız olması boşluğu dolduracak, milleti bir arada tutacak yeni ve farklı bir fikre ihtiyaç duyulmasıdır. ‘Türklüğün milleti ayakta tutabilecek tek güç olduğu ‘ düşüncesi temel düşüncedir. Ahmet Vefik Paşa, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Şemseddin Sami, Mehmet Emin Yurdakul akımın önemli temsilcileridir.
 
Üst