: Tasavvuf Hayatimizin Neresinde (

FERASETLİ

KF Ailesinden
Özel Üye
Din, camiyle, mescidle, cemaatle sınırlı değil.
Yalnızca namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek de değil.
Din, hayatın tamamıdır. Yerken, içerken, yürürken, konuşurken… hayatın her alanındadır.
Her an yol üzerinde olmak, dosdoğru


Dinin kalbî hükümlerini konu alan Tasavvuf da hep onunla beraberdir.
Yani dinin, doğruluğun, kulluğun olduğu her yerde…
Esas meseleye geçmeden önce muhtemel bir yanlış anlamanın önünüalmak için küçük bir girizgâh yapalım: Yazımızın başlığını nedenyukarıda gördüğünüz gibi attık da, mesela “İslâm Hayatımızın Neresinde”demedik?
Şurası açık ki, müslüman olarak yerine getirmekle mükellef olduğumuzamellerin bir zahirî, bir de batınî yönü vardır. Mesela namazı elealalım. Hadis alimleri, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in “Benim nasılnamaz kıldığımı görüyorsanız, siz de öyle kılın” (Buharî) emridoğrultusunda namazla ilgili bütün hususları nakletmişlerdir.
Fıkıh alimleri, rivayetlerde nakledilen hususlara dayanarak, namazkılan için farz, vacib, sünnet, müstehab, mekruh… olan şeyleriaçıklamışlardır. Bunlara riayet edildiği zaman namaz zahiren kılınmış,namaz borcu zimmetten düşürülmüş olur.
İbadet görünürde tamam ama…
Ancak bir de namaz kılan kimsenin riayet etmesi gereken batınîhususlar vardır ki, bunları da Tasavvuf ehli, yine Kur’an ve Sünnet’edayanarak izah ve beyan etmişlerdir. Kur’an’da “Namazlarını huşu içindekılan müminler felâha ermiştir” (Müminûn, 1-2) buyurulmuştur. Namazızahiren farz, vacip, sünnet… lerine riayet ederek kılmak başka, namazda“huşu içinde olmak” başkadır.
Kalbini huşua alıştırmamış kimseler için esasen namazda huşulu olmakmümkün değildir. Hayatının diğer alanlarında huşua yabancı kalmış birkimsenin, kalbini huşua alıştırması, dolayısıyla namazda da huşuluolması imkânsızdır. Huşu’un arzu edilen seviyede gerçekleşmesi içinonunla yakından ilişkili diğer hususlara bakmak ve konuyu onlarlabütünlük teşkil edecek şekilde ele almak gerekir. Bunu da Tasavvuf ehliyapar.
Mesela İmam-ı Gazzâlî k.s. meşhur İhyâ’sında namazın zahirî şart verükünlerini zikrettikten sonra, “namazın batınî şartları”nın beyanıiçin özel bir bölüm açmış, huşu ve huzur-u kalp gibi meselelerizikrederek sayfalarca bunların izahını yapmıştır ki, burada yerveremeyeceğimiz kadar uzun olduğu için aslından okunması gerekir (İhyâ,1/165 vd.).
İşte yazının başlığını niçin bu şekilde attığımızın izahı buradadır.Tasavvuf temelde “kalp” ile ilgilenir; kalbî hastalıkların tedavisiniamaçlar; her bir hastalığın diğerleriyle ilişkisini dikkatimize sunar.İstikamet, amelde kemal ve imanda yakîn hep kalpte olup biten hususlarolduğuna göre, Tasavvuf’tan bahsettiğimizde bunları kasdetmiş oluyoruz.
O halde Tasavvuf’un hayatımıza etkisi ne kadar yaygın ve derin ise,müslüman birey olarak, “komşu” olarak, “eş” olarak, “ebeveyn” olarak,“işçi” veya “işveren” olarak… kıymetimizin de o kadar olduğunurahatlıkla söyleyebiliriz.
Barışı olmayan cenk
Kur’an’da Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e hitaben “Sana yakîn(ölüm) gelene kadar Rabbine ibadete devam et.” (Hicr, 99)buyurulmuştur. Elbette bu, sadece O’na değil, O’nun yüce şahsında bütünÜmmet’e yönelik olan ve nefes aldığımız sürece uymamız gereken birilâhî talimattır.
Buradan bir sonuca daha ulaşıyoruz: Nefsin arzu ve ihtiraslarının,şeytanın hile ve desiselerinin hayatımızın sadece belli alanlarındakendisini gösterdiğini söyleyemeyeceğimize göre, bu iki düşmanlamücadelemizin hayatın her alanında sürdürülmesi gerekmektedir.
Cüneyd-i Bağdâdî k.s. Hazretleri’nin, “barışı olmayan manevî bircenktir” şeklindeki tarifini esas aldığımızda, Tasavvuf’un, hayatın heralanında her an var olması gereken bir “mücahede” olduğu gerçeğini dahabir yakından idrak ediyoruz. Yaşadığımız sürece ne nefsin arzu, ihtirasve taleplerinin sonu gelecek, ne de bizim bunları dizginlemek içingöstereceğimiz azim ve irade son bulacaktır!
Eşrefoğlu Rûmî k.s. Hazretleri, başka birçok Tasavvuf büyüğündebenzerini görebileceğimiz bir tasnifle, insanda nefs-i emmaredenkaynaklanan hastalıkları 7 başlık halinde tespit eder: Hırs, haset,şehvet, gadap (kızgınlık), cimrilik, kin ve kibir.
Bu hastalıkların ortak yanı nedir diye baktığımızda görürüz ki,bunların her biri, kişinin kendisiyle sınırlı kalmayan, başka insanlarave topluma da şu veya bu şekilde etki eden bir özelliğe sahiptir. Zirabunların her biri toplumsal ilişkilerimizde ortaya çıkan arızalardır.Öyleyse kalbimizin “kalb-i selîm” vasfına ulaşabilmesi için -ki Kur’an,o gün sadece Rabbine “kalb-i selîm” ile gelenin kurtuluşa ereceğini(Şu’arâ, 89) haber vermektedir- kalbin bu hastalıklardan arındırılmasızaruretiyle yüzleşmek durumundayız.
Temizlemek mi, kirletmek mi?
Kur’an’ın, “Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar”(Ankebût, 45) buyurduğunu, dolayısıyla hakkıyla kılınmış bir namazındavranışlarımıza etkisi olduğunu burada mutlak surette dikkatealmalıyız.
Namazın da diğer ibadetlerin de hayatımızda beklenen etkiyiyapabilmesi için “hakkı verilerek” eda edilmiş olması gerekir.Kasdettiğimiz, Kur’an ve Sünnet’in bizden istediği, temel ibadetlerlebaşlayıp nafilelerle devam eden ve kemal bulan “genel arınma”durumunun, adeta bir “seferberlik” gibi hayatımızın her sahasınıkuşatacak biçimde genel ve kesintisiz olarak sürdürülmesidir.
İnsan davranışları bir bütündür. “Karakter” dediğimiz şeyi oluşturanda işte bu bütünlüktür. Söz gelimi bir insan hayatını hırsızlık yaparakkazanıyorsa, onun, normal yaşantısında insanlara merhametli davranması,hak-hukuk gözetmesi, dürüst ve samimi olması… mümkün değildir. Yani okimsenin “temiz” olması kabil değildir.
Hint diyarının son dönemde yaşamış büyük meşayihinden,“Hakîmu’l-Ümme” (Ümmet’in Hikmetlisi) diye anılan Eşref Ali et-Tehânevîk.s. bu meseleyi şöyle bir misalle açıklıyor:
“Kirli aynayı halis, saf su ile yıkarız; pırıl pırıl olur vebakanlar temizliğinden hayrete düşerler. Fakat ayna, idrarla yıkanacakolursa, üzerine bulaşmış olan (kaba) pislikler yine gider ve yüzüşüphesiz temiz gibi olur. Olur ama, gerçek anlamda temiz ve pak olmuşsayılmaz. Bakanların hayretini mucip olmaz ve onları saf (net) olarakgöstermez. Çünkü ayna henüz pistir. Bunun için insanlar onu kirligörür, beğenmez, ondan ikrah eder. Öyleyse yaşayışı İslâm hükümleri ileçatışan herhangi bir kimse için ALLAH’ın rahmetine sığınmak, ahirettefelâha nail olmak mümkün değildir…” (Abdülbârî en-Nedvî, Tasavvuf veHayat, 30)
Bazı yerleri kirli bırakmak
Bu misalin konumuzla bağlantısı şu noktadadır: Tasavvufî disiplinehayatının bazı alanlarında riayet etmeyen insan, o alanları kirli yahutkirlenmeye maruz bırakmış demektir. Efendimiz s.a.v.’in beyanıylaÜmmet-i MUHAMMED s.a.v.’e dahil olan her bir ferdi “iman kardeşi”olarak sevmedikçe bir kimsenin gerçek anlamda mümin olması mümkündeğilken, mesela grup-hizip taassubuna kapılarak başkalarını hakirgörmek, çeşitli şekillerde itham etmek, başkalarının malına, canınaonuruna, haysiyetine gölge düşürecek bir davranışta bulunmak müminin,hele Tasavvuf ehlinin yapacağı iş değildir!
Böyle bir vartaya düşmüş kimsenin, hayatının bu yönü kirlenmişdemektir. Bu durumdaki kimsenin “tevbe-i nasuh”ta bulunup davranışınıdüzeltmediği sürece, nefs aynasını böyle hatalı bir tutumun kirlettiğisuyla yıkaması, aslında aynayı kirletmek değil midir?
Bu misali her sahaya teşmil edebiliriz. Aile fertlerimizle,komşularımızla, işçi/işverenimizle münasebetlerimizde, işyerimizde veticaretimizde, giyim-kuşamımızda ve davranışlarımızda… kirlibıraktığımız bir alan, hayatımızın diğer alanlarını ve daha da önemlisiibadetlerimizi mutlak surette şu veya bu biçimde olumsuz etkileyecektir.
Birbirinden türeyen hastalıklar
Bu noktaya Efendimiz s.a.v. “Ateşin odunu yakıp kül ettiği gibihaset (kıskançlık) de sevapları yer bitirir.” (Ebû Dâvûd) buyurmaksuretiyle dikkatimizi çekmiştir. Bir kimsede bulunan tek kötü hasletin,onun iyi taraflarına nasıl olumsuz etki yaptığını ve tedavi edilmediğitakdirde ne türlü başka arızalara yol açabileceğini veciz bir şekildeanlatan bu rivayetten şöyle bir ders çıkarmak mümkündür:
Haset öyle bir hastalıktır ki, bir kimsenin kalbine yerleştiği zamaninsanlara karşı samimiyet, amellerde ihlâs, kazaya rıza, teslimiyet vetevekkül bırakmaz. Zira başkalarının elindekini kıskanan bir insanın,müminde mutlaka bulunması lazım gelen bu hususiyetleri muhafaza etmesimümkün değildir. Hasedin daha işin başında kişinin kalbî ve ruhîhayatında yaptığı tahribat bu kadar iken, ilerleyen safhalarda bakınneler olacaktır:
Haset hırsı körükler ve insanı daima başkalarının önünde/üstündeolmaya zorlar. Bu onun tabiatında vardır. Bu durumdaki bir insanın,benliğini kaplamış olan ihtiras ve aşırı arzu ile hayatı bir “yarış”olarak görmesi son derece normaldir. Böyle bir ruh hali yaşayan insanınkendisini hep başkalarını geride bırakmaya şartlandırması, bu yoldaönüne çıkan engelleri her türlü yöntemi kullanarak aşmaya çalışması,zayıfı ezmesi, düşkünü horlaması, insanlara yukarılardan bakmasıkaçınılmazdır. İşte hasetten kaynaklanan bir dizi arıza daha!..
Böyle bir ahvaldeki kişi, bir de bazı geçici/zahirî başarılar eldeetmişse, işte o zaman hastalıklar daha da çeşitlenir ve yayılır. Eldeettiği bu başarılara aldanan kişiyi bu sefer de “kibir” ve “gurur”dediğimiz iki hastalık beklemektedir. “Ben yaptım”, “ben başardım”hastalığının bir adım ötesi ise -ALLAH korusun- “küçük dağlar benim”anlayışıdır ki, işte kişinin amellerinin eriyip gittiği, buharlaşıpuçtuğu nokta burasıdır.
Hayatı “hayırda yarış” olarak görmek
Modern hayat tarzının telkinleri, yukarıda da zikrettiğimiz gibiinsana, hayatı bir “yarış” olarak tanıtır. Bu hayat tarzında insan,aynı işi yaptığı diğer insanları -gerekirse ayaklarına çelme takarak-geride bırakmak, zirveye tırmanmak ve orayı kimselerle paylaşmamakzorundadır!
Talebeyse okulda, iş adamıysa iş hayatında, tüccarsa ticarette… hep“en önde” olmak, modern hayatın insana telkin ettiği bir mecburiyetolarak belirmektedir. Tüketimi kamçılamak için olmadık usullerleevlerin içine giren, kalplere ve beyinlere sirayet eden reklamlarınnefsi kamçılayan etkisiyle, giyim-kuşamda, meskende, eşyada, arabada…kısacası “tüketim”de kimseden geri kalmamak, hatta “en fazlasını”yapmak modern insan için temel hedeftir.
Paçasını böyle bir hayat tarzının akıntısına kaptırmış insan içinTasavvuf ne anlatır? Yahut Tasavvuf’u ibadetler, evrad u ezkâr gibihayatın belli alanlarına hapsederek iş, okul, aile… hayatında modernbir tarzı benimsemek, harcarken ve tüketirken modernizmin zebunu olmuşinsan gibi davranmak Tasavvufî hayatla ne ölçüde bağdaşır?
Hayatı temelde “sadelik”, “samimiyet” ve “hayırda yarış” olarakgören ve fedakârlık, diğergâmlık, îsâr, ihlas… gibi hasletlerledonattığı insanı “insan-ı kâmil” olmaya doğru yücelten Tasavvuf ilemodern hayatın telkinlerinin taban tabana zıt olduğu son derece açık.
Tasavvuf, bireysel arınma ve kurtuluşla sınırlı bir gayreti değil,bununla birlikte başkalarının arınmasına ve kurtulmasına da çaba sarfetmeyi, bu yolda gönüllü olarak “hizmet ehli” olmayı hedef gösterir.Hatta bunu bir “görev” bilinciyle ve samimiyetle yapmayı öngörür ve bunoktada gururu, başa kakmayı ve gösterişi, riyayı… kesin bir tavırlazemmeder…saygilarimla
Hayatı “hayırda yarış” temeline oturtan Tasavvuf için başkalarına enfazla hayırlı olan kimse en hayırlı insandır. Bunun “Mümin, insanlaraülfet eden, kendisine de ülfet edilen kimsedir. Başkalarına ülfetetmeyen ve kendisine de ülfet edilmeyen insanda hayır yoktur.İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır” (Taberânî,el-Mu’cemu’l-Evsat, 6/638, Münâvî, Feydu’l-Kadîr, 6/253) şeklindekihadis üzerine temellenmiş bir anlayış olduğuna dikkat edilmelidir.
Dolayısıyla insanı, ruhunu ve kalbini kirleterek maddeye bağımlıhale getiren modern hayat tarzının tek alternatifi Tasavvuf’tur. ÇünküTasavvuf’un temel hedefi, ruhî ve kalbî hayatı müstakim kılıp, ruhtemizliğini ve kalp safiyetini hayatın bütün alanlarına yaymaktır demekyanlış olmayacaktır.
Efendimiz s.a.v.’in bu noktadaki uyarısını bir kere dahahatırlamanın yeridir: “Bedende bir et parçası vardır ki, o salih olduğuzaman bütün beden salâh bulur; o fesad bulduğu zaman bütün beden fesadagider. Dikkat edin! O, kalptir.” (Buharî , Müslim)


[
 
Üst