Son Nefes

  • Konuyu başlatan AhDe_VeFaLi
  • Başlangıç tarihi
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
A

AhDe_VeFaLi

Ziyaretçi
Son Nefes -1-

Cenâb-ı Hak, bekâ sıfatını bu âlemde yalnız kendisine tahsis buyurmuştur. Bu yüzden, onun yüce zâtından başka her varlık fânîdir. Nitekim âyet-i kerîmede:
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ
“Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir.” (er-Rahmân, 26) buyrulmuştur.
Bunun tecellîsi de:
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ
“Her can, ölümü tadacaktır…” (el-Enbiyâ, 35) beyânı üzere ölüm iledir.
Bu itibarla bilhassa insanın her dâim bu gerçeği tefekkür ile yaşaması zarûrîdir. Bunun için bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
وَجَاءتْ سَكْرَةُ الْمَوْتِ بِالْحَقِّ ذَلِكَ مَا كُنتَ مِنْهُ تَحِيدُ
“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.” (Kâf, 19)
İnsan ki, bu fânî dünyaya bir imtihan için gönderilmiştir. Dolayısıyla onun en büyük gâyesi, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanıp Dâru’s-selâm’a, yâni selâm ve saâdet evi olan cennete nâil olmaya çalışmak olmalıdır. Bunun da yolu:
يَوْمَ لَا يَنفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
“O gün ne mal fayda verir, ne evlâd! Ancak kalb-i selîm ile gelenler müstesnâ!” (eş-Şuarâ, 88-89) hakîkatinin muhtevâsına girebilmektir.
Bu ise, nefs terbiyesi ile mümkündür. Nefs terbiyesinin özü de, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tam teslimiyet, bağlılık ve itaattir. Yâni yirmi üç senelik nebevî hayattan, daha doğrusu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönül iklîminden hisse alabilmektir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i Cebrâil -aleyhisselâm- vâsıtasıyla Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbine indirmiştir. Dolayısıyla Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bütün ibâdet, söz, davranış ve muâmelâtı, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri mâhiyetindedir. Bu hakîkatler çerçevesinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalb âleminden lâyıkıyla nasip almak için, onu candan, maldan, ehl ü ıyâlden, velhâsıl her şeyden daha çok sevmek şarttır. Bu muhabbet kulu, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle yoğurur. Yâni ona muhabbet, Allâh’a muhabbet, Allâh’a muhabbet de ona muhabbettir. İşte vuslat için gönlün, bu kıvâma ulaşması zarûrîdir.
Bütün bunlar, son nefese hazırlığın en güzel adımlarıdır. Nasıl ki bardağa düşen son damla, önceki damlalara göre farklı bir iş görüp bardağın taşmasına sebep oluyorsa, nefeslerimiz de böyledir. Yâni son nefesimiz, evvelki nefeslerimize göre bir netice hâsıl eder. Onun için, son nefese hazırlık, şu an alıp verdiğimiz nefesleri nasıl kullandığımıza bağlıdır. Ömrünü Allâh ve Rasûlullâh aşkı ile geçiren ve bu istikâmette amel-i sâlihlerle süsleyen has kullar, son demlerinde kelime-i şehâdet ile huzûr içerisinde göçerler. Yâni Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu müjdesine nâil olurlar:
“Bir kimse son nefeste (hâlis bir kalb ile) kelime-i tevhîd getirirse, cennete girer…” (Hâkim, Müstedrek, I, 503)
Yâni bir ömür kelime-i tevhîd ikliminde yaşayanlar, son demde onunla Hakk’a yolculuk ederler. Çünkü onlar, vakitlice kelime-i tevhîddeki «lâ» ile bütün fânî, izâfî ve nefsânî takıntıları ve putları gönülden silip atmışlar ve «illâ» ile kalbe yalnız Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetini doldurmuşlardır.
Bilinmelidir ki şu kâinât, kudret eliyle kurulmuş, binbir nakışla tezyîn edilmiş fânî bir ikâmetgâhtır. Kâinâtta hiçbir şey gâyesiz yaratılmamıştır. İnsanoğlu için dünya hayâtının gâyesi, âhiret saâdetini elde edebilmektir. Bu sebeple Rabb’imiz, biz kullarını şöyle îkaz buyuruyor:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ إِلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ
“Ey îmân edenler! Allâh’a karşı, O’nun azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ üzere olun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)
Her hayat sâhibinin başından mutlakâ geçecek olan ölüm, fânî hayâta büyük vedâ ânı ve her canlının şahsına münhasır yaşayacağı husûsî bir kıyâmettir.
Şunu unutmamak gerekir ki, insanoğlu aslında her gece ve gündüz, farkında olarak veya olmaksızın, sayısız ölüm sebepleri ile karşı karşıyadır. Ölüm, insanı her an pusuda beklemektedir. Hazret-i Mevlânâ Mesnevî’sinde şöyle buyurur:
“Aslında her an, canının bir cüz’ü ölüm hâlindedir. Her an, can verme zamanıdır ve her an, ömrün tükenmektedir.”
Gerçekten hergün şu fânî hayattan bir gün daha uzaklaşırken kabre bir adım daha yaklaşmıyor muyuz? Hergün ömür takvimimizden bir sayfa kopmakta değil midir?
Hayâtın bir ırmak misâli akışı karşısında insanın gâfil olmaması için yine Hazret-i Mevlânâ şu îkâzda bulunur:
“Ey insan! Aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki hâlini ve bir binânın günün birinde harâbe hâline geleceğini düşün de aynadaki yalana aldanma!..”
Son nefesimiz, binbir hikmet çerçevesinde bir sırr-ı ilâhîdir. Yâni istikbâlimize dâir bildiğimiz en kat’î gerçek olan ölüm vâkıasının, ne zaman gerçekleşeceği, ilâhî takdîre bağlıdır. Hakîkaten insanoğlu ömrü boyunca sayısız kere ölümle yüzyüze gelmektedir. Yaşanan hastalıklar, beklenmeyen sürprizler, meydana gelen felâketler, hayatta her an mevcud olan, fakat insanın gaflet ve acziyeti sebebiyle çoğu kez habersiz olduğu nice hayatî tehlikeler, ölümle insan arasında ne ince bir perde bulunduğunu göstermiyor mu? O hâlde insanoğlu yukarıda zikredilen âyet-i kerîmelerin muhtevâsına hergün sayısız defa dâhil olmakta ve bir bakıma âhirette verilmeyecek olan mühlet ve fırsatı, bu dünyada tekrar tekrar almış olmaktadır. Buna rağmen insan, büyük bir teyakkuz içinde bulunması gerekirken, maalesef binbir gaflet içinde ömür takviminden yaprakların birer-ikişer düşüşünü, ekseriyetle hissiz bir şekilde seyrediyor. Tıpkı üzerinden akıp giden yağmur damlalarından nasip alamayan kayalar gibi…
Aslında bizler, doğduğumuz günden beri her gün bir parça ölüyoruz, farkında olmadan her gün ölüme doğru yol almaktayız. Zaman şeridinden düşen her ânın bizi hakîkat sabahına yaklaştırmakta olduğunu, âyet-i kerîme ne güzel ifâde eder:
وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِ أَفَلَا يَعْقِلُونَ
“Kime uzun ömür verirsek, biz onun yaratılışını (gençliğini ve güzelliğini) bozar, onu beli bükük hâle getiririz. O kimseler bunu idrâk etmez mi? (Yolculuk ne tarafa?) (Yâsîn, 68)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den önce yaşayıp da O’nun geleceğini haber veren Kus bin Sâide adlı sâlih bir kul, âdeta yukarıdaki âyet-i kerîmeyi îzâh edercesine Ukaz Panayırı’nda yaptığı bir konuşmasında insana âit kudret akışlarını, bu fânî hayâtın mâcerâ ve manzarasını ne güzel sergiler:
“Ey insanlar!
Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz ve ibret alınız!
Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur. Yağmur yağar, otlar biter. Çocuklar doğar ve ana-babaların yerlerini alır. Sonra hepsi de mahvolur gider. Vukuâtın ardı arkası kesilmez. Hepsi birbirini takip eder…”
Bizler de, Hakk’ın lutfettiği sayılı nefesleri harcayarak, son nefesi verdiğimiz gün, dünya ve içindeki bütün bağlantılarımızla ya vedâlaşarak ya da vedâlaşamadan ölümle buluşacağız. Fakat Hakk’ın sâdık ve âşık kulları için bu buluşma, belki de ölüm değil, mes’ûd bir diriliş olacak, bir şeb-i arûs hâlinde tahakkuk edecektir. Onun için:
“Ölmeden evvel ölünüz.” sırrına ermek gerekir.
Bu sırrı Hazret-i Mevlânâ:
“Dirilmek için ölünüz!..” sözüyle ifâde eder.
Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu gibi:
“İnsanlar uykudadır. Ölümle uyanırlar…”
Bu itibarla nefsanî duygularımıza ve dünyevî isteklerimize mağlup olmayıp, asıl yaşayışın, hayvânî rûh ile değil, bize Cenâb-ı Hak tarafından üfürülen ilâhî rûh ile olduğunu bilmeliyiz.
Dolayısıyla en fecî ölüm, Hak’tan gâfil olmak, O’nun rızâsını kaybetmektir… Onun için bir mü’min, nasıl yaşayıp nasıl ölmesi îcâb ettiğini idrâk etmeli ve îmândan ihsâna ulaşabilmenin eğitimine girmelidir. Zîrâ peygamberlerin dışında hiç kimsenin ne hâl üzere öleceği ve ne şekilde dirileceği hususunda bir teminâtı bulunmamaktadır. Hâl böyleyken, Yusuf -aleyhisselâm-’ın Cenâb-ı Hakk’a:
ِ تَوَفَّنِي مُسْلِمًا وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ
“…(Yâ Rabbî!) Benim canımı Müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle.” (Yûsuf, 101) diye ilticâ etmesi, bizler için pek derin bir mânâ taşımaktadır.
Bu bakımdan her kul, havf ve recâ yâni korku ve ümid duyguları arasında bir kalbî kıvâma sâhip olmak mecbûriyetindedir. Dolayısıyla bu hâlet-i rûhiyenin sağlayacağı teyakkuz ve rikkat-i kalbiye ile, ömrünü dâimâ, son nefesini îmân ile verebilme endişesi ile geçirmelidir.
Âhiretteki hâlimizin ne olacağına dâir ilk ve net işâret, son nefesteki hâlimizde ortaya çıkmaktadır. Son nefesinde ebedî kurtuluşa erme mücâdelesi veren îmân kahramanları ve nâil oldukları mükâfâtlar, hidâyet rehberimiz olan Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere birer ibret levhası hâlinde sergilenmektedir:
Nitekim Firavun’un sihirbazları, Hazret-i Mûsâ’nın gösterdiği açık bir mûcize karşısında:
“–Âlemlerin Rabb’ine, Mûsâ ve Hârûn’un Rabb’ine îmân ettik!” diyerek derhal secdeye kapanmış, îmân nîmetiyle şereflenmişlerdi.
Lâkin ahmak Firavun, öfkelenmiş ve sâhip olduğu saltanat ve gücüyle sanki vicdanlara da hükmedebilirmiş gibi onları tehdîd etmişti:
“–Ben size izin vermeden ona îmân ettiniz ha! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!..” demişti.
Sihirbazlar ise büyük bir îmân vecdi içinde:
“–Senin zulmün bize bir zarar veremez! Senin zararın dünyaya âittir. Âhiret saâdeti ise, ebedîdir!” diyerek îmân celâdetiyle tavır koymuşlardı.
Ne ibretlidir ki bu çetin zulüm karşısında bile onlar, zulümden kurtulabilme derdine değil, son nefeste bir îmân zaafı göstermeksizin müslüman olarak can verebilmenin endişesine düşerek Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ ettiler:
رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ
“…Rabb’imiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A’raf, 126)
Nihâyet nâil oldukları hidâyetin bedelini, kol ve bacaklarının çapraz kesilmesi şeklinde ödeyerek şehîd ve velî olma şerefiyle Cenâb-ı Hakk’a kavuştular.
Zâlimler, Ashâb-ı Uhdûd’u da, Allâh’a îmân etmelerini suç sayarak, içi ateş dolu hendeklere atıyorlardı. O sâdık mü’minler ise, bu zulme rağmen inançlarından vazgeçmediler ve dâvâları uğruna korkusuzca ölüme giderek îmânlarının bedelini Hak Teâlâ’ya yüksek bir îmân vecdi içinde ödediler. Zîrâ Allâh’tan hakkıyla korkanlar, başka hiçbir şey karşısında korku duymazlar.
Ashâb-ı Karye’den Habîb-i Neccâr, îmânı ve irşâdı dolayısıyla taşlanarak katledilmişti. Fakat bu dünyaya âit pancurların kapandığı son nefesinde, gideceği âleme âit pencereler açılıp nâil olacağı ilâhî lutuflar kendisine gösterilince o, kavminin gafletine acıyarak:
“…Keşke kavmim bunu bilseydi!” (Yâsîn, 26) dedi. Zîrâ kendisine, fânî âlemdeki taşlanmasının karşılığında sonsuz bir saâdet bahşedilmişti.
Yine Îsevîliğin ilk yayıldığı dönemlerde Romalılar, Yunanlılar ve putperestlerle birleşip o günkü ehl-i îmânı arenalarda arslanlara parçalatıyorlardı. O mü’minlerse, arslanların dişleri arasında hayatta kalmanın değil, bilâkis îmânlarını kurtarmanın mücâdelesini veriyorlardı. Çünkü onlar, bu ağır zulme sabredip Allâh indindeki yüce mükâfâtı tercîh etmişlerdi…
Hiç şüphesiz bütün bu güzel hâller, bir ömür Allâh ile beraber olma şuurunda yaşayabilmenin lutufkâr neticeleridir. Bu bakımdan Allâh ile beraber olabilmek, kulluğun en yüce bir zirvesi ve zarûretidir.
Rivâyete nazaran bir vâiz kürsüde kıyamet ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz, sohbetinin sonuna doğru Cenâb-ı Hakk’ın kabirde soracağı suallerden bahisle:
“İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını mülkünü nerede harcadın, sorulacak! İbâdetlerin ne durumda, sorulacak! Haram-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!.. Bunlar sorulacak; şunlar da sorulacak!..” diye uzun uzadıya birçok husus saydı.
Bu kadar teferruata rağmen meselenin özüne dikkat çekilmemesi üzerine Şiblî Hazretleri, vâize şöyle seslendi:
“Ey vâiz efendi! Allâh Teâlâ o kadar çok suâl sormaz. O sorar ki: Ey kulum! Ben seninleydim, sen kiminleydin!..”
O hâlde en büyük düstur, Hak ile beraber olabilmek ve nefesleri zâyî etmemek. Şu kelâm-ı kibârda bu hâl ne güzel ifâde edilmiştir:
Zâyî olmuş, anladık;
Sensiz geçen saatimiz…
Bu düstûra dâvet sadedinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın iki omuzunu tutmuş ve şöyle buyurmuştur:
“Dünyada sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol!..” (Buhârî, Rikak, 3)
Bu hissiyatla İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- da, sohbetlerinde dâimâ şu nasihatte bulunurdu:
“Akşama ulaştığında sabahı gözetme, sabaha kavuştuğunda da akşamı bekleme. Sağlıklı anlarında hastalık zamanın için, hayâtın boyunca da ölümün için tedbir al.” (Buhârî, Rikak, 3)
Hayâtın bir yaz yağmuru gibi akışını ifâde eden bu cümleler, bizi gerçek hayâta istikâmetlendirmektedir. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bunu bir duâsında şöyle ifâde buyurur:
“Allâh’ım! Gerçek hayat sadece âhiret hayâtıdır.” (Buhârî, Rikak, 1)
Bu sırrı en güzel bir şekilde idrâk eden ashâb-ı kirâmın hayâtı, sayısız fazîlet, hikmet ve ibretlerle doludur:
Müşriklere esir düşüp öldürülmek üzere bulunan Hubeyb -radıyallâhu anh-’ın şehîd edilmeden evvel tek arzusu vardı ki o da; “Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet dolu bir selâm gönderebilmek”ti… Gözlerini mahzun bir şekilde semâya kaldırdı ve:
“–Allâhım! Burada selâmımı Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ulaştıracak kimse yok. O’na selâmımı Sen ulaştır!..” diye ilticâ etti.
O sırada ashâbıyla Medîne-i Münevvere’de oturmakta olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Onun üzerine de selâm olsun!” mânâsında, “ve aleyhisselâm” buyurdular.
Bunu duyan ashâb-ı kirâm hayretle:
“–Yâ Rasûlallâh! Kimin selâmına karşılık verdiniz?” diye sorunca:
“–Kardeşiniz Hubeyb’in selâmına.” buyurdu.1
Ayrıca Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Hubeyb’i «şehidlerin ulusu» diye tavsif etmiş ve:
“O, cennette benim komşumdur!” buyurmuştur.
Bu aşk ve şevke bir başka misâl:
Uhud Harbi nihâyetinde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şehid ve yaralıların kontrol edilmesini emir buyurmuşlardı. Husûsiyle âkıbetini merâk ettiği bir sahâbî vardı: “Sa’d bin Rebî -radıyallâhu anh-.”
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu bulup ne durumda olduğunu öğrenmesi için ashâbından birini harb meydanına gönderdi. Sahâbî, Sa’d -radıyallâhu anh-’ı ne kadar aradıysa da bulamadı, ne kadar seslendiyse de cevap alamadı. Nihâyet son bir ümidle:
“–Ey Sa’d! Beni Rasûlullâh gönderdi. Allâh Rasûlü, senin diriler arasında mı, yoksa şehidler arasında mı bulunduğunu kendisine haber vermemi emretti.” diye yaralı ve şehidlerin bulunduğu tarafa doğru seslendi.
O sırada son anlarını yaşayan ve cevap verecek mecâli kalmamış olan Sa’d -radıyallâhu anh-, kendisini Allâh Rasûlü’nün merak ettiği haberini duyunca bütün gücünü toplayarak, ancak cılız bir inilti hâlinde:
“–Ben, artık ölüler arasındayım!” diyebildi.
Belli ki artık öteleri seyrediyordu…
Sahâbî, Sa’d -radıyallâhu anh-’ın yanına koştu. Onu, vücûdu kılıç darbeleriyle delik-deşik olmuş, âdeta kalbura dönmüş bir vaziyette buldu. Ve ondan ancak kısık bir sesle ve fısıltı hâlinde şu müthiş sözleri işitti:
“–Vallâhi, gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Peygamber Efendimiz’i düşmanlardan korumaz da, O’na bir musîbet erişmesine fırsat verirseniz, sizin için Allâh katında ileri sürülebilecek hiçbir mâzeret yoktur!”2
Sa’d bin Rebî -radıyallâhu anh-’ın, ümmete âdeta bir vasiyet mâhiyetindeki bu sözleri, aynı zamanda fânî hayâta vedâ sözleri oldu.
Hazret-i Huzeyfe’nin anlattığı şu hâdise de, ashâbın son nefeste bile sergilediği ulvî ahlâk ve fazîleti aksettirmesi bakımından ne kadar câlib-i dikkattir:
Yermuk Muhârebesi’nde idik. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan Müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de bin bir güçlükle kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihâyet aradığımı buldum. Fakat ne çâre, bir kan gölü içinde yatan amcamın oğlu, göz işâretleriyle dahî zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek:
“–Su istiyor musun?” dedim.
Belli ki istiyordu, çünkü dudakları harâretten âdeta kavrulmuştu. Fakat cevap verecek mecâli yoktu. Sanki göz işâreti ile de muzdarip hâlini îmâ ediyordu.
Ben kırbanın ağzını açıp suyu kendisine doğru uzatırken biraz ötedeki yaralıların arasından İkrime’nin sesi duyuldu:
“–Su! Su!.. Ne olur bir tek damla olsun su!..”
Amcamın oğlu Hâris, bu feryâdı duyar duymaz, kendisinden vazgeçerek kaş ve göz işâretiyle suyu hemen İkrime’ye götürmemi istedi.
Kızgın kumların üzerinde yatan şehidlerin aralarından koşa koşa İkrime’ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime, tam elini kırbaya uzatırken Iyaş’ın iniltisi duyuldu:
“–Ne olur bir damla su verin! Allâh rızâsı için bir damla su!..”
Bu feryâdı duyan İkrime, elini hemen geri çekerek suyu Iyaş’a götürmemi işâret etti. Hâris gibi o da içmedi.
Ben kırbayı alarak şehidlerin arasında dolaşa dolaşa Iyaş’a yetiştiğim zaman kendisinin son sözlerini işitiyordum. Diyordu ki:
“–İlâhî! Îmân dâvâsı uğruna canımızı fedâ etmekten asla çekinmedik. Artık bizden şehâdet rütbesini esirgeme. Hatâlarımızı affeyle!”
Belli ki, Iyaş artık şehâdet şerbetini içiyordu. Benim getirdiğim suyu gördü, fakat vakit kalmamıştı… Başladığı kelime-i şehâdeti ancak bitirebildi.
Derhal geri döndüm, koşa koşa İkrime’nin yanına geldim; kırbayı uzatırken bir de ne göreyim; İkrime de şehid olmuş!
Bâri amcamın oğlu Hâris’e yetişeyim dedim.
Koşa koşa ona gittim. Ne çâre ki, o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula rûhunu teslîm eylemişti… Ne yazık ki kırba, dolu olarak üç şehidin ortasında kaldı.3
Huzeyfe -radıyallâhu anh- o andaki hâlet-i rûhiyesini şöyle anlatır:
“–Hayâtımda birçok hâdiseyle karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırıp heyecanlandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde, bunların birbirlerine karşı bu derecedeki diğergâm, fedâkâr ve şefkatli hâlleri, (yâni son nefeslerini de hayatlarındaki gibi fazîlet içerisinde vermeleri ve «ancak müslüman olarak ölünüz» âyet-i kerîmesinin şuuru ile hayâta vedâ edebilmeleri) gıpta ile seyredip hayran olduğum büyük bir îmân celâdeti olarak hâfızamda derin izler bıraktı…”
Cenâb-ı Hak, cümlemizin son nefeslerini hüsn-i hâtime ile neticelendirsin. Bu fânî dünyadaki son nefesimizi, ebedî vuslatımızın ilk nefesi eylesin!..
Âmîn!..

Osman Nûri TOPBAŞ //Son Nefes kitabından 1. bölüm devamı gelecek inşaAllah.Faydalı olması duası ile...
 

out of whack

© ◄ Ayarsız..! ►
Forum Administrator
Son nefes; buğusuz, berrak bir ayna gibidir. İnsan kendisini en doğru şekilde son nefesinde tanır. O anda güzellikleri ve çirkinlikleriyle bütün bir ömrü, kalp gözünün önünde sergilenir. O an, gözlere ve kulaklara hiçbir itiraz ve gaflet perdesi de inemez. Bilâkis bütün perdeler kalkar ve her türlü îtiraf; aklı ve vicdanı derin bir pişmanlık iklimine sokar. Bu sebeple insanoğlu için ölüm ânından daha ibretli bir manzara yoktur.

Osman Nûri TOPBAŞ

Allah razı olsun konunun bütünlüğünü bozuyorsa bu mesaj silinebilir inşaAllah.
 
A

AhDe_VeFaLi

Ziyaretçi
Son Nefes -2-

Güzel bir kul olarak bu fânî âleme vedâ edebilmek için sayılı olan nefesleri son nefese hazırlamak zarûrîdir. Yâni mes’ud bir âhiret hayâtı için amel-i sâlihlerle müzeyyen, güzel, feyizli, huzurlu ve istikâmet üzere bir dünya hayâtı elzemdir. Zîrâ hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:
“Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr Şerhu’l-Câmii’s-Sağîr, V, 663)
Bunun sayısız misâlleri vardır. İbret ve hikmet dolu bu misâllerden bir tanesi şöyledir:
Adapazarı’nda bir müezzin efendi, muhterem pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-’un bir ziyaret sohbetine, öğle namazındaki vazifesini ikmâl ettikten sonra gelmekte iken, bindiği bisikletle kendisine yanan yeşil ışıkta yolun diğer tarafına geçmektedir. Bu esnâda çok hızlı gelen ve ona yanmakta olan kırmızı ışıkta duramayan bir başka araç, çok sür’atli olarak müezzin efendiye çarpar. Çarpmanın şiddetinden ötürü müezzin efendi havalanıp yere düşerken son nefesinde bu dünyaya âit son ifâde olarak hem çarpan şoför hem de yol kenarındakiler tarafından da duyulmuş olan şu cümleyi sesli ve iştiyaklı bir edâ ile haykırır:
“Sana geliyorum Rabb’im!..”
İşte bütün mesele, ömrü, son deminde sürûr ve huzurla Allâh’a götürebilmek, yâni herkesin korkulu rüyâsı olan o demde sevinç duyarak: «Rabb’im, sana geliyorum!..» diyebilmektir… Cenâb-ı Hak, cümlemize bu bahtiyarlığı nasîb eylesin! Âmîn!..
Eskilerin ifâdesiyle bu hâl:
«Su testisi su yolunda kırılır…» darb-ı meselinin pek mânidar bir tezâhürüdür. Yâni gönüller, yaşarken en çok ne ile meşgul olmuşlar ise, ölürken de onunla meşgul olmaktadırlar.
Elbette bunun istisnâları da vardır. Yâni bir kul, son nefesini îmân ile verebilmek için her ne kadar sâlih amellerle dolu bir hayat sürmeliyse de buna güvenerek Allâh’ın rahmetine nâil olacağına kesin gözüyle bakmamalıdır. Bunun zıddına bir kul da düştüğü günahlara ve süflî hayâta bakarak Allâh’ın rahmetinden ümîdini kesmemelidir. Zîrâ son nefesin ne şekilde olacağı, ilâhî bir sırdır.
Yüce kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm’de, son nefesinde îmânlarını kurtarma mücâdelesi veren sâlih kullar birer örnek şahsiyet olarak sergilendiği gibi, bunun zıddına sâlih bir ömür sürerken nefsâniyetlerine râm olarak sonradan küfre dûçâr olmuş bir şekilde ölenlerin hazîn âkıbetleri de, birer ibret levhası hâlinde sergilenmektedir.
Nitekim, sâhip oldukları ilmi, irfân ile tezyîn edemeyip nefsini arındıramayan İblis, Kârun, Bel’am bin Baura ve sahâbî iken dünya tamâlarına aldanan Sâlebe, bunların en bâriz misâlleridir.
Mâlum olduğu üzere İblis, önceleri Hak katında yüksek bir mevkî sâhibi idi. Ancak kibrinin neticesi olarak Cenâb-ı Hakk’ın emrinin kudret, azamet ve haşmetini göremeyip kendisinin Hazret-i Âdem’den üstün olduğu iddiâsına kalkıştı. Kendisinde bir varlık ve şeref vehmetmesi, onu Rabb’inin emrine muhâlefet etmeye kadar sürükledi. Netîcede kibir ve inadının zebûnu olarak ebediyyen perişan oldu.
Kârun da, önceleri fakir ve sâlih bir zât idi. Tevrât’ı Hazret-i Mûsâ’dan sonra en iyi o tefsir ederdi. Hazret-i Mûsâ’nın duâsı berekâtıyla kendisine simyâ ilmi bahşedilmişti. Fakat sonraları nefsinin ve şeytanın desîselerine kapılarak kalbi dünyaya meyletti. Hazînelerinin anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşıyacak derecede idi. Buna aldanarak şımarıkça bir zenginliğin girdabında boğuldu. Fakat Hazret-i Mûsâ, ona zekâtını vermesini emredince o:
“–Malıma göz mü diktin? Bunları ben kendim kazandım.” deme cür’et ve küstahlığına düştü. Malı onu şımartıp helâkine sebep oldu.
Derken Kârun, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârun’un mânevî derecelerini kıskanmaya başladı. Hazret-i Mûsâ’ya nâmus iftirâsı atacak kadar hasedinde ileri gitti ve bunun netîcesinde de böbürlendiği hazîneleriyle birlikte yerin dibine geçerek helâk oldu.
Mülkün sâhibi olan Cenâb-ı Hakk’ı unutarak; mal, mülk ve mevkî gibi tuzakları olan dünyaya gönül vermek, gafletlerin en acısıdır.
Bel’am bin Baura da, Allâh Teâlâ’nın kendisine ism-i âzamı öğrettiği, kerâmet sâhibi sâlih bir kuldu. Bu zât, İsrâiloğulları içinde âlim ve velî biri olarak tanınıyordu. Fakat sonradan hevâsına, nefsânî arzularına meyletmesi netîcesinde, o mânevî hâlini kaybetti, hattâ îmânsız olarak öldü. Bu hâdise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilmiştir:
“Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin hâdisesini anlat. Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu (ahmaklık ve şaşkınlığa dûçâr oldu). Onun hâli, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir…” (el-A’râf, 175-176)
Güzel bir kulluk hayâtı yaşarken dünyaya aldanarak ebedî saâdetini ebedî bir sefâletle değişme bedbahtlığına düşenlere dâir, asr-ı saâdetten bir misâl de Sâlebe’nin hâlidir. Sâlebe, önceleri mescidden ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetlerinden ayrılmazken, mal-mülk sâhibi olup dünya sevgisi gönlünde yer edince, zamanla cemaati terk etmiş, farz olan zekatını bile vermekten imtinâ ederek hazîn bir âkıbete dûçâr olmuştur. Sonradan Allâh Rasûlü’nün sözünü tutmamaktan dolayı pişmân olmuşsa da faydasız bir çırpınış içinde can verirken kulaklarında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“–Yâ Sâlebe, şükrünü edâ edebileceğin az mal, şükrünü edâ edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır.” ifâdeleri çınlıyordu.4
Tasavvuf târihinin büyük şahsiyetlerinden Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin şu hâli de pek ibretlidir:
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin genç yaşta beli bükülmüştü. Sebebini soranlara şöyle derdi:
“–Kendisinden ilim tahsil ettiğim bir hocam vardı. Vefâtı esnâsında ona telkînde bulunduğum hâlde kelîme-i tevhîdi getiremedi. Bu hâli görmek, benim belimi büktü.”
Görüldüğü üzere, âkıbet meçhuldür. Firavun’un sihirbazları misâli, dalâlet üzere yaşayıp âhir ömürlerinde hidâyete erenler olduğu gibi, Kârun ve Bel’am bin Baura misâli, hidâyet üzere yürüyüp, sonunda defterini hüsranla kapatmış olanlar da mevcuddur. Dolayısıyla bir kul, hangi mânevî makam, mertebe ve üstünlükte olursa olsun, nefs ve şeytan, dâimâ pusuda beklemekte ve fırsatını bulur bulmaz ayakları sırât-ı müstakîm’den kaydırabilmektedir. Zîrâ şeytan, Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiği üzere Cenâb-ı Hakk’a:
“–Sırât-ı müstakîm üzerinde oturacağım ve kullarını azdıracağım!..”5 dedi ve tekrar diriliş gününe kadar kendisine mühlet verilmesini istedi. İmtihan dolayısıyla da bu mühlet kendisine verildi.
Bu tasalluttan ancak ihlâslı kulların istisnâ tutulduğunu da şeytan şöyle îtiraf etti:
“–İhlâsını koruduğun kulların müstesnâ!..”6
Peygamberlerin dışında hiçbir kul, îmân hususunda ayak kayması tehlikesinden kesin olarak selâmette değildir. Bu sebeple her bir mü’min, kendisine lutfedilmiş olan ömür nîmetini lâyıkıyla değerlendirmeye gayret etmelidir. Ölümün soğuk ürpertilerinden kurtulmanın yegâne çâresi, ancak sâlihâne bir ömür yaşamaya gayret etmektir. Çünkü ölüme hazırlıklı olanlar, ölümden korku duymak yerine onu ebedî bir vuslat vesîlesi olarak telakkî ederler. Bunlar, “ölümü güzelleştirebilme”nin huzûruna ermiş mes’ud kullardır. Fakat gâfilâne bir hayat yaşayarak âhiretini mahvedenler ise, ölümün korkunç ve karanlık girdabı karşısında soğuk ürpertiler duymaktan kurtulamazlar. Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:
“Oğul, herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allâh’a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere, ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.”
“Ey ölümden korkup kaçan can! İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen aslında ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun.”
“Çünkü ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun, ölümün çehresi değil, kendi çirkin yüzündür. Senin rûhun bir ağaca benzer. Ölüm ise o ağacın yaprağıdır. Her yaprak ağacın cinsine göredir…”
İşte bir kul, bu dünya hayâtında benliğini aşar ve rûhunda meknûz olan melekî sıfatlar istikâmetinde merhaleler kat ederse, yâni “ölmeden evvel ölmek” sırrına nâil olursa, ölüm, hayâl ötesi muazzam ve müteâl olan Rabb’e vuslatın mecbûrî bir ilk adımı olarak görülür. Böylece ekseri insanlarda şiddetli korkulara sebep olan ölüm, gönüllerde “Refîk-ı A’lâ”ya, yâni “en yüce dosta” kavuşma heyecanına dönüşür.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in son anları, bu heyecanın zirvesinde yaşanmış bir vuslat demiydi. O, ömrü boyunca her hâlükârda Rabb’inin emrine muhabbetle itaat hâlinde olduğundan, ölmeden evvel ölerek vefâtını bir şeb-i arûs hâline getirmişti. Nitekim Hazret-i Âişe ve Hazret-i Ali -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz’in vefâtına üç gün kala Cenâb-ı Hak her gün Cebrâil -aleyhisselâm-’ı göndererek Rasûlü’nün hatırını sormuştu. Son gün olunca Cebrâil -aleyhisselâm- bu sefer yanında ölüm meleği Azrâil -aleyhisselâm- da bulunduğu hâlde geldi.
Cebrâil -aleyhisselâm-:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ölüm meleği senin yanına girmek için izin istiyor! Hâlbuki o, Sen’den önce hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin istememiştir! Sen’den sonra da hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin istemeyecektir! Kendisine izin veriniz!” dedi.
Ölüm meleği içeri girip Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın önünde durdu ve:
“–Yâ Rasûlallâh! Yüce Allâh beni Sana gönderdi ve Sen’in her emrine itaat etmemi bana emretti! Sen istersen rûhunu alacağım! İstersen, rûhunu Sana bırakacağım!” dedi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ey ölüm meleği! Sen (gerçekten) böyle yapacak mısın?” diye sordu.
Azrâil -aleyhisselâm-:
“–Ben, emredeceğin her hususta Sana itaatla emrolundum!” dedi.
Cebrâil -aleyhisselâm-:
“–Ey Ahmed! Yüce Allâh seni özlüyor!” dedi.
Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Allâh katında olan, daha hayırlı ve daha devamlıdır. Ey ölüm meleği! Haydi, emrolunduğun şeyi yerine getir! Rûhumu, canımı al!” buyurdu.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yanındaki su kabına iki elini batırıp ıslak ellerini yüzüne sürdü ve:
“–Lâ ilâhe illallâh! Ölümün, akılları başlardan gideren ıztırap ve şiddetleri var!” buyurduktan sonra, elini kaldırdı, gözlerini evin tavanına dikti ve:
“–Ey Allâh’ım! Refik-ı A’lâ, Refîk-ı A’lâ (yâni yüce dost, yüce dost)!..” diye diye Rabb’ine duyduğu aşk ve iştiyâkın tezâhürü olan nice ulvî hâtıralarla dolu bir ömrü ardında bırakarak bu fânî âlemden hakîkî âleme hicret etti.7
Feyizli bir kulluk hayâtı yaşadıktan sonra, son nefesinde Rabb’e vuslat heyecânını yaşayan büyük mutasavvıf Mevlânâ Hazretleri’nin dünyaya vedâ ânını da talebesi Hüsâmeddin Çelebi şöyle nakleder:
Birgün Şeyh Sadreddin, dervişlerin ileri gelenleri ile Mevlânâ’yı hasta yatağında ziyârete geldiler. Mevlânâ’nın hâlini görerek üzüldüler. Şeyh Sadreddin:
“–Allâh âcil şifâlar versin! Tamâmen sıhhate kavuşmanızı ümîd ediyorum.” dedi.
Bunun üzerine Mevlânâ:
“–Artık şifâ size mübârek olsun! Âşık ile mâşuk arasında kıl payı kadar mesâfe kaldı. Onun da kalkmasını ve nûrun nûra katılmasını istemiyor musun?” dedi.8
Mevlânâ, insanlar için büyük korku ve endişe sebebi olan ölümü bir kâbus gibi görmemiş, bilâkis ölümü gurbetten kurtuluş, Hüsn-i Mutlak’a, yâni sonsuz güzellik sâhibi olan Cenâb-ı Hakk’a kavuşma olarak telakkî etmiştir. Kendisi, bir rubâîsinde ölüm duygusunu şöyle ifâdelendirir:
“Ben ölünce bana öldü demeyin. Çünkü ölüydüm, ölümle dirildim. Dost aldı, götürdü beni…”
Bu sebeple Hazret-i Mevlânâ, dünyaya vedâ edeceği vakte de “Şeb-i Arûs” (düğün gecesi) demiştir.
Şüphesiz ki Hazret-i Mevlânâ, Yûnus Emre, Aziz Mahmud Hüdâyî gibi nice Hak dostu gönül erbâbının dünyadaki huzurlu hayâtı, kabir âlemlerinde de devâm etmektedir. Aşağıdaki şu mısrâlar, âdeta böyle bir huzuru terennüm etmektedir:
Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde,
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter…
Ve serin selviler altında yatan kabrinde,
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter…
Yahya Kemâl
Ölümü bu güzellikte karşılayabilmek için benlik ve ihtiraslardan kurtularak ilâhî emirler doğrultusunda bir hayat yaşamak ve son nefese hazırlıklı olmak gerekir. Rabb’imiz âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:
وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ​
“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb’ine kulluk et!” (el-Hicr, 99)
İşte bütün Hak dostlarının hayatlarını hulâsa eden düstur!..
Her ârif ve âşık gönül, Hakk’ın kendilerine emânet ettiği hayâtı dâimâ sırât-ı müstakim üzere bir kulluk ve ibâdet ile tezyîn ederek Rabb’ine bir kulluk bedeli olan “kalb-i selîm” götürmenin gayreti içinde olmuştur. Yâni Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in son nefeste: “Refîk-ı âlâ, refîk-ı âlâ / en yüce dosta, en yüce dosta…” diye terennüm ettiği kulluk tezâhürünün, O’nun izinden giden âriflerde de tecellîsi devâm edegelmiştir.
Nitekim bu Hak dostlarından, bütün ömrünü Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Sünneti üzere yaşamaya gayret etmiş olan Mahmud Sâmî Efendi -kuddise sirruh-’un son nefesteki hâli de bizler için ne güzel bir nümûnedir. Sâmî Efendi ki, gönlü Peygamber aşkıyla dolu bir Hak dostu idi. Nasıl bir kimse karda gider de onun ardında izler oluşur; sonra gelen de o izler üzerine yolunu bulur; işte Sâmî Efendi de Peygamber Efendimiz’in izlerini tıpkı böyle takip ederek ömür sürmüştü. Bunun tezahürü olarak da son nefesini, hayâtı boyunca izini tâkip etme aşk ve heyecânında olduğu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in civârında ve teheccüd ezânı okunduğu esnâda teslîm etmek nasip oldu. O son demde yanında bulunanlar lisânından çıkan lafızların sadece:
“Allâh, Allâh, Allâh!..” olduğunu işitiyorlardı.
Aslında yalnız dili değil, bütün hücreleriyle beraber cesedi de rûhu da dâimâ “Allâh” diyordu…
Hâsılı bütün iş, güzel bir kul olarak yaşamak ve güzel bir kul olarak can verebilmektir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtından hisse alan, zarîf, derin, ince, rakîk ve hassas bir kul olabilmektir. Rabb’in; «Ne güzel kul!» iltifâtına mazhar olabilmek, ancak Hakk’a gönül verebilmenin sevdâsına düşebilme netîcesindedir. Bu ilâhî muhabbet ile rûhâniyetin galebe hâlinde olabilmesi; gönlün kirden-pastan temizlenebilmesi iledir ki, o gönülde Hak güneşinin nûru parlasın… Bu hâlin netîcesinde de -inşâallâh- aldığımız her nefes, son nefese hazırlık mâhiyetinde olacaktır.
Diğer taraftan, bütün mânevî kayıp ve zararlar, Allâh’ı unutmanın neticesindedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللَّهَ فَأَنسَاهُمْ أَنفُسَهُمْ أُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ​
“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın! İşte onlar fâsık olanlardır.” (el-Haşr, 19)
Hakîkaten, bütün günahlar, Allâh’ı unuttuğumuz zaman devreye girmeye başlar. Zîrâ bir kul, “Allâh” derken ve ölüm gerçeğinin farkında iken ibâdet ve davranışlarına îtinâ gösterir, bir gönlü incitmemenin hassâsiyeti içinde yaşar. Yâni hiçbir kimseye ne dili ile ne de davranışları ile bir diken batıramaz… Bu nezâketi Yûnus Emre Hazretleri ne güzel ifâde eder:
Gönül Çalab’ın tahtı
Çalab gönüle baktı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise
Cenâb-ı Hak, hayâtımızın hazin bir âkıbete dûçâr olmaması için nefeslerimizin ve kalb atışlarımızın ne şekilde olması gerektiğine dâir Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok îkâzlarda bulunur. Bu bakımdan bütün mesele:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ إِلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ​
“Ey îmân edenler! Allâh’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve Müslüman olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) âyet-i kerîmesinin muhtevâsında yaşayabilmektir. Aksi takdirde şu fânî âlemde ömür uzun olmuş, kısa olmuş, hiçbir şey ifâde etmez. Netîcede bütün ömürler:
كَأَنَّهُمْ يَوْمَ يَرَوْنَهَا لَمْ يَلْبَثُوا إِلَّا عَشِيَّةً أَوْ ضُحَاهَا​
(İnsanlar) kıyâmeti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46) ilâhî beyânının tecellîsine muhataptır.
Dolayısıyla bütün yapacağımız, bir akşam vakti yahut bir kuşluk vakti kadar kulluk, ibâdet ve tâat… Bu hususta Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin şu nasihati ne büyük bir îkâzdır:
“Dünyanın bir saati, kıyâmetin bin senesinden daha kıymetlidir. Zîrâ orada kurtuluşa kavuşturacak bir amel yapılamaz.”
İşte önümüzdeki her mevsim, her gün ve saat; bu kulluk, ibâdet ve tâat için büyük bir fırsattır. Bilhassa şu günlerde îfâ edilen hac9, başlı başına bir son nefes tâlimidir. Hac ki, onun manzarası, bir mahşer sahnesi… Orada giyilen ihram, kefen iklîmi… Arafat, tevbe ve ilticâ mekânı… Şeytanı taşlama, dünyevî ve nefsânî bağlantılardan kopma netîcesinde içimizdeki nefsi ne nisbette taşlamamız gerektiğinin şuuruna varabilmek… Nihâyetinde anadan doğmuş bir bebek gibi günahsız hâle gelerek Hakk’a vuslatı hatırlamak… Kısaca son nefese nasıl adım atmamız gerektiğinin küçük bir provası… Cenâb-ı Hak, böyle bir haccı cümlemize ihsân buyursun!
Yâ Rabbi! Son nefesimizi Cemâl-i İlâhî’ne kavuşma aşk ve iştiyâkıyla verebilmeye medâr olacak feyizli bir ömür yaşamayı cümlemize nasîb eyle!
Âmîn!..
 
A

AhDe_VeFaLi

Ziyaretçi
Son Nefes -3-

Son nefes; buğusuz, berrak bir ayna gibidir. İnsanoğlu kendisini en net olarak son nefesinde tanır. Hayâtın muhâsebesi, kalbinin ve gözünün önünde sergilenir. Bu sebeple insanoğlu için ölüm ânından daha ibretli bir manzara yoktur.
Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiği üzere, hayâtı Allâh’a isyân içinde geçen Firavun, ancak Kızıldeniz’de ilâhî kahra dûçâr olurken kendisini ve ziyân ettiği ömrünü gerçek mânâda tanıdı. Dünyadaki nefsânî saltanatının iç yüzünün hakîkatte ne büyük bir sefâlet ve hüsrandan ibâret olduğunu son nefesinde idrâk ederek, içinde müthiş bir pişmanlık duydu. Âyet-i kerîmede bu hâl şöyle bildirilmektedir:
“…Nihâyet su onu boğmaya başlayınca (şöyle) dedi: «–İnandım. Gerçekten İsrâiloğulları’nın îmân ettiğinden başka ilâh yokmuş! Ben de müslümanlardanım!..»” (Yûnus, 90)
Lâkin iş işten geçmişti… Kızıldeniz’in girdaplarında boğulmak üzere iken kendisini îmân halkasına tutunmaya mecbur hisseden Firavun’a Allâh Teâlâ şöyle buyurdu:
“Şimdi mi (îmân ediyorsun)?!
Hâlbuki sen, bundan evvel (ömrün boyunca) isyân etmiş, dâimâ fesatçılardan olmuştun!” (Yûnus, 91)
İşte bir belâ gelince uslanıp, selâmete kavuştuğunda tekrar eski azgınlığına dönenlerin son nefesteki uyanış, pişmanlık ve îmâna yönelişleri bir hüsrandan ibârettir. Bu bakımdan tevbe ve pişmanlığı son nefese bırakmak, büyük bir aldanış sebebidir. Hâl böyleyken hayâtın sürprizleri, med-cezirleri, yâni iniş-çıkışları içinde çalkalanırken ölümün derin ve sessiz çığlığına kulak vermemek ve birgün kendimizin de o kapıdan geçeceğimizi hesâba katmadan yaşamak, ne hazin bir gaflettir.
Cenâb-ı Hak birçok âyet-i kerîmede, dünya hayâtını imtihan gâyesiyle yarattığını beyân etmektedir. Gaflete dalarak asıl gâyemizi unutma ihtimâlimize karşı birer ilâhî îkâz mâhiyetindeki bu âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:
“Her canlı ölümü tadar. Bir imtihân olarak sizi hayırla da şerle de deniyoruz. Ve siz ancak bize döndürüleceksiniz.” (el-Enbiyâ, 35)
“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını denemek için ölümü ve hayâtı yaratmıştır…” (el-Mülk, 2)
Bu yüzden, dünya hayâtında yaşadığımız ibâdet, muâmelât ve ahlâk ile alıp verdiğimiz bütün nefesler, son nefesimizin bir nevî pusulası hükmündedir. Aynı zamanda âhiretteki hâlimizin daha bu dünyadaki tercümânı gibidir.
İmâm Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:
“Dünyada mârifet zevkine varamayan, âhirette müşâhede tadını alamayacaktır. Kişi dünyada kazanıp bedelini ödeyemediği bir şeye âhirette sâhip olamaz. Burada herkes neyi ekmişse âhirette onu biçecektir. Herkes yaşadığı gibi ölecek ve öldüğü gibi dirilecektir. İşte dünyada mârifete, yâni Hakk’ı tanıyıp mûcibince amel edebilmeye ne kadar muvaffak olmuş ise, âhirette onun nîmetine o derecede nâil olacaktır.”
Dolayısıyla herkes, alıp verdiği her nefes ile aslında kendisini ilâhî cezâ veya mükâfâta hazırlamaktadır. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde, biz kullarını şöyle îkâz buyurur:
“Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (et-Tahrîm, 6)
“Cehennem tutuşturulduğunda ve cennet yaklaştırıldığında, kişi neler getirdiğini öğrenmiş olacaktır.” (et-Tekvîr, 12-14)
“Hâl böyle iken nereye gidiyorsunuz?” (et-Tekvîr, 26)
Bu bakımdan her insan; gidişâtına ve nereye hazırlandığına dikkat etmek mecbûriyetindedir. Bunu da son nefese bırakmayıp ömrü boyunca bu hassâsiyetle yaşamalıdır. Zîrâ kâr ve zarar, kazanç ve kayıp keyfiyetleri dünya hayâtına mahsustur. Kabirde ne bir kazanç, ne de bir kayıp artık söz konusu olmayacaktır.
Toprak üstünde fânî, izâfî, nefsânî saltanat ve câzibelerin aldatmacalarına kananların ve bu sûretle rûhânî vasfını zaafa uğratanların, toprak altında hüsran ve horluğa dûçâr olacakları muhakkaktır. Üstelik, toprak altındaki ömrümüzün yâni kabir hayâtımızın, dünyadaki ömrümüzün kaç misli olacağı da bir meçhûldür. Bu bakımdan, akl-ı selîm sâhibi bir insana düşen asıl vazîfe, uzun kabir hayâtı ve ondan sonraki sonsuzluk âlemi için hazırlık yapmaktır.
Diğer taraftan, mü’min gönüllerde îmân nûruyla aydınlığa kavuşan ölümün karanlık yüzü, ürpertici bir korku olmaktan çıkmış, ebedî bir diriliş müjdesi hâline gelmiştir. Eş-dost adresleriyle dolu olan kabristanlar, îmân ehli için bir karanlıklar ülkesi değil, sessiz bir îkâz ve irşad beldesidir. Şuur sâhibi bir mü’min için hayat, ölümle iç içe yaşanan tabiî bir hakîkattir. Bu bakımdan gerçek bir mü’min, ölümle barışık insandır. Zîrâ ona hazırlıklı olarak yaşadığından dolayı gönlü huzurludur. Kısacası son nefesin en güzel ânımız olabilmesi, Hakk’a muhabbetle dolu bir gönle sahip olabilmemize bağlıdır. Aksi takdirde “dünya muhabbeti ve ölümden nefret” ile son bulan bir hayat, hüsran ile neticelenir.
Kâmil bir âhiret hazırlığını; Rabb’imizin Kur’ân-ı Kerîm’de bildirdiği “sevdiği vasıflar”ın şümûlüne girip, yâni; takvâ, zühd ve ihsân netîcesinde; merhamet, şefkat, hizmet, affedicilik, fedâkârlık ve sabır gibi cemâlî vasıflarla müzeyyen olup Hakk’ın sevdiği bir kul olabilmek şeklinde hulâsa etmek mümkündür. Buna göre bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın cömertliğinden hisse alarak ikram ve ihsân sahibi olmalıdır. Takvâ ve sadâkati kendisine şiâr edinmelidir. Diğer taraftan, Rabb’in sevmediği; gurur, kibir, israf, zulüm, fitne, gıybet, dedikodu, iftirâ, yalan gibi cehennemî vasıflardan kaçınmak da, son nefes hazırlığının mühim bir bölümünü teşkîl eder.
Kulun, son nefesini hüsn-i hâtime, yâni îmân ile verebilmesi için öncelikle kalbini tezkiye etmesi, yâni çirkin temâyüllerden temizleyip, yüce hasletlerle tezyîn etmesi gerekmektedir. Zîrâ, bu sûretle kalbin takvâ kıvamına ulaşması, hayat yolculuğunun en kıymetli hidâyet meş’alesidir. Mevlânâ Hazretleri’nin şu ifâdeleri de, âdeta tezkiyenin bu mâhiyetini îzâh etmektedir:
“Mezar yapmak; ne taşladır, ne tahta ile, ne de keçe iledir. Lekesiz bir gönülde, kendi iç temizlik âleminde, kendine bir mezar kazman îcâb eder ki, onun için Allâh’ın yüce varlığı önünde kendi iddiâ ve benliğini yok etmen gerekir.”
Tezkiyenin kâmil mânâda gerçekleşebilmesi ve kalblerin seviye alabilmesi için de, Allâh ve Rasûlü’ne muhabbet duyguları ile dolu olmak gerekmektedir. Allâh’a muhabbetin en büyük alâmeti O’na itaattir. Allâh’a isyan hâlinde olup da muhabbet iddiâsına kalkışmak, kendini aldatmaktır.
Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
(Rasûlüm!) De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler size Allâh’tan, Rasûlünden ve Allâh yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise, artık Allâh emrini getirinceye kadar bekleyin. Allâh, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 24)
Bunun için, Allâh ve Rasûlü’ne âit kudsî muhabbetimizi her şeyin üstünde tutmalı ve son nefesimize kadar bunu devam ettirme vecdi içinde olmalıyız. Gönüllerin, Allâh ve Rasûlü’ne muhabbette seviye alması, ibâdet ve amellerin îfâsında kendini gösterir. Öyle ki dünyevî sevdâlara takılı, ilâhî muhabbetten uzak bir gönlün yaptığı kulluk ile, aşk-ı ilâhî ile dolu bir gönlün yaptığı kulluk arasında müthiş bir seviye farkı vardır.
Zîrâ Allâh ve Rasûlü’ne hakîkî muhabbetle bağlanan bir mü’minin hâl ve tavırları, beşerî münâsebetleri, ibâdet ve kulluk hayâtı seviye kazanır. Bir mü’minin son nefesine hazırlıkta en çok dikkat edeceği hususlardan biri de ibâdetlerini huşû ile edâ edebilmektir. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, kurtuluşa eren mü’minlerin vasıflarını sayarken:
قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ
“Gerçekten mü’minler felâha ermiştir; onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2) buyurur.
Bunun zıddına namazlarını gâfil bir şekilde kılanlar hakkında da:
فَوَيْلٌ لِّلْمُصَلِّينَ الَّذِينَ هُمْ عَن صَلَاتِهِمْ سَاهُونَ
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar.” (el-Mâûn, 4-5) buyurur.
Görüldüğü üzere Cenâb-ı Hak, kullarının, kalb ve beden âhengi içinde vuslata merhale olacak bir ibâdet hayâtı yaşamalarını murâd etmektedir. Bu murâd-ı ilâhî de, hiç şüphesiz sâdece namaz ibâdetine mahsus olmayıp, oruç, hac, infak gibi bütün ibâdetlerin zemînini teşkîl etmektedir.
Bu bakımdan bir oruç ibâdeti, nîmetlerin kadrini bilmemizi, yüreğimizi mâtemlerin civârına yaklaştırmamızı, yoksulluk içinde kıvrananlar karşısında duygu derinliği kazanmamızı temin etmelidir. Aynı zamanda oruç; bizleri belli bir vakit bâzı helâllerden bile sakındırması sebebiyle, şüpheli ve haramlardan ne kadar uzak durmak gerektiğinin bir başka telkînidir. Hacda ise azamet-i ilâhî karşısında kulun hiçliğini hatırlatan âdeta bir kefen iklîmine girmenin tefekkür ve şuuru içinde bir kulluk hayâtı yaşanmalıdır. İnfak eden bir mü’min ise, mülkün hakîkatte Allâh’a âit olduğu duygusu ile bir emânetçi mevkiinde bulunduğunun şuuru içinde olmalıdır. Ayrıca, infak şuurundaki bir mü’min, başkasının malına nasıl kem gözle bakabilir? Ancak, ibâdetlerin temelindeki kulluk şuuru, gönüldeki muhabbet derinliği nisbetindedir. Gönül, kirden-pastan temizlenince, ibâdetler gerçek kıvâmına ulaşır ve orada Hak güneşinin nûru parlar.
İbâdetlerin huşû ile nasıl edâ edilebileceğini, en güzel bir şekilde yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ve ashâb-ı kirâmın örnek hayâtında müşâhede etmekteyiz. Hayâtının hiçbir safhasını âhiret gerçeğinden ayrı mütâlaa etmeyen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ibâdetlerde de son nefesteki hâlet-i rûhiyeye bürünmenin lüzûmuna dikkat çekmişlerdir.
Nitekim bir sahâbî, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e geldi ve:
“–Yâ Rasûlallâh! Bana öğüt ver, ancak kısa ve öz olsun!” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Namazını, (hayâta) vedâ eden bir kimsenin namazı gibi kıl! Özür dilemen gereken bir sözü söyleme! İnsanların elindekilerden ümidini kes!” buyurdular. (İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 412)
Bu bakımdan ölüme hazırlanma gayreti içinde bulunan bir mü’min olarak, ibâdet hayâtımızı olduğu gibi, muâmelâtımızı ve beşerî davranışlarımızı da Sünnet-i seniyyeden feyz alarak güzelleştirmek mecbûriyetindeyiz. Elinden dilinden ümmetin istifâde ettiği bir kul olmalı, kendimiz için istediğimiz bir şeyi mü’min kardeşimiz için de isteyebilme diğergâmlığına kavuşabilmeliyiz. Netîcede ise, Allâh ve Rasûlü’ne duyduğumuz muhabbet, gönlümüzden bütün mahlûkâtı kuşatacak derecede taşarak, onlara Hakk’ın nazarı ile bakabilmemize medâr olmalıdır.
Son nefese hazırlıkta mühim bir diğer husus da ihsân duygusunu kalbde sâbitleyebilmektir. Yâni Cenâb-ı Hak ile her an kalbî beraberliği sağlamak ve kendini dâimâ ilâhî müşâhede altında hissetmektir. Kulun en büyük saâdeti, Rabb’i ile berâber olabilmesidir. Lâkin kalbe bağlı olmayan ve nefsine mağlup bir akıl, bunu idrakten âcizdir. Yâni en büyük saâdetten gâfildir.
Yine bir mü’min, mütevekkil ve sabırlı olmalıdır. Hayâtın fırtınaları karşısında îtidâl ve muvâzenesini kaybetmemelidir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in başından geçen ağır imtihanları düşünmeli, altı evlâdından beşini hayâtında iken kaybetmesine rağmen hâlet-i rûhiyesinde en ufak bir sarsılma olmaksızın sergilediği o güzel “rızâ” hâlini hatırlamalı, amcası Hamza -radıyallâhu anh- ve çok sevdiği Mus’ab -radıyallâhu anh- şehid edildiğindeki sabır ve metânetini unutmamalıdır.
Bir hakîkat yolcusunun da bu fânî âlemde iptilâ ve musîbetleri sabırla, unutkanlığı zikirle, nankörlüğü şükürle, isyânı tâatle, cimriliği cömertlikle, hodgâmlığı diğergâmlıkla, şüpheyi yakînle, riyâyı ihlâs ve tevâzû ile, isyânı tevbe ile, gafleti tefekkür ile bertaraf ederek kalbî bir kıvâma ulaşması zarûrîdir.
Ayrıca, mübârek gün ve geceler ve bilhassa zikrullâh ile ihyâ edilen seher vakitleri, Hakk’a yaklaşmanın bu fânî âlemdeki nûrânî fırsat demleridir. Âhiretin saâdet güneşi, seherlerin alacakaranlığında gizlidir. Hayat ve ölümü âdeta mezcederek yaşamış olan bütün Hak dostları, Allâh’a muhabbet ve haşyet duyguları içinde seher karanlıklarında zikir ve tefekkürle Hak Teâlâ’nın rızâsını aramışlardır. Zîrâ Allâh âşıkları için zikir ve tefekkürden uzak geçen seherler, hicran saatleri olmuştur.
Diğer bir mühim husus da Allâh yolunda infaktır. Âyet-i kerîmede:
وَأَنفِقُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ تُلْقُواْ بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ
“Allâh yolunda infak edin. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın…” (el-Bakara, 195) buyrulmaktadır.
Müfessirler, bu âyet-i kerîmede ifâde edilen tehlikenin, “fakirlik korkusu veya dünya muhabbeti sebebiyle dînine hizmet etme ve Hakk’ın sesini yüceltme yolunda gayret, fedâkârlık ve infaktan uzak durmak” olduğunu ifâde etmişlerdir. Buna göre bir mü’min, her hâlükârda Allâh yolunda malıyla ve canıyla infak edebilme gayreti içinde olmalıdır. Zîrâ bu hayat gibi, uhdemizde bulunan dünyalıklar da birer emânettir. Bu emânetleri yerinde sarf etmek bir ebediyet kazancı olurken, cimrilik ve rahata düşkünlük sebebiyle bunları biriktirerek nefsine saklamak, âhiret hüsranlığına sebebiyet verir.
Bir mü’min, infak hususunda şu ibret levhasını hatırından çıkarmamalıdır:
Bir cenâzenin kabre konulmasından sonra kurtlar bedene ilişinceye kadar, hısım-akraba da tâziyelerini hemen hemen bitirmiş olurlar. Daha sonra mirasçılar mal bölme görüşmelerine başlarken, toprak da bedeni parçalayıp yok etmeye başlar. Her iki faâliyet de bir bakıma birlikte sürdürülür ve bitirilir. Bir yanda beden tüketilirken diğer bir yanda da servet dağıtılır. Bu hâli hayretle seyreden ruh, birçok yaptığına pişman olarak elini dizine vurmak ister; ama ortada ne el kalmıştır, ne de diz!.. Yalnız ameller müstesnâ… Dünyada sâhip olunan takvâ ve sâlih ameller, âhiret hayâtımızın en hayırlı sermayesi olacaktır.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Kabir, (amellere göre) ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)
Velhâsıl, kıyâmete kadar sürecek olan kabir hayâtımız, dünyadaki vaziyetimize ve amellerimize göre şekillenecektir.
İşte ölümü bir hüsran olmaktan kurtarıp bir zafere dönüştürebilmek, onu mâtem değil de bir “Şeb-i Arûs” hâline getirmek, ölüme hazırlanıp ölmesini bilenlerin kârıdır. Bu istikâmette yaşanmış feyizli bir hayâtın ardından Rabb’ine kavuşan bahtiyarlardan, şanlı târihimize eşsiz bir hâtıra hediye etmiş örnek bir şahsiyet de Zâbit Muzaffer adlı Mehmetçiktir:
Çanakkale harbinde gösterdiği müstesnâ gayretlerle büyük faydalar sağlayan, sînesi îmân dolu bu genç, Çanakkale harbinden sonra da durmamış, vatan müdâfaası için bu kez doğu cephesine koşmuştu. Kanlı bir çarpışma esnâsında ağır bir şekilde yaralandı. Ardından gelecek nesle, ikinci ve ulvî bir hâtırâ daha bırakarak şehâdet şerbetini içti. Şöyle ki:
Ateş hattında çarpışan ve vazîfesi başında şehîd olan Zâbit Muzaffer Bey, son nefesinde artık sesinin çıkmadığı ve gözlerinin bir şey anlatamadığı dakîkada cebinden bir zarf çıkardı; sonra yerden bir çöp parçası alarak yarasından akan kanlara batırıp yazmağa başladı:
“–Asker! Kıble ne tarafta?!.”
Etrafındakiler, rûhunu, beytullâha yönelerek Allâh’a teslîm etmek isteyen Muzaffer Bey’i kıbleye çevirerek onun bu arzusunu yerine getirdiler. Yüzü vuslat neş’esiyle dolan zâbit, muazzez rûhunu şehîden Rabb’ine teslîm eyledi.
İşte bir kul, ömrü boyunca hangi meslek ve meşgûliyette olursa olsun, kıble istikâmetinden ayrılmamışsa, son deminde de Cenâb-ı Hak ona bir vesîle ile kıbleyi bulmayı nasîb ediyor. İş hayâtında, âile yuvasında, beşerî münâsebetlerinde, kulluk hayâtında kelime-i tevhîdin muhtevâsında bulunarak kıbleyi bulmuş olanlar, umûmiyetle son nefeslerinde de kıblenin huzurlu iklîmine dâhil olurlar. Tabiî kıbleden maksat, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde, kelime-i tevhîd muhtevâsında yaşanmış bir hayattır. Mühim olan, ömrümüzü ve şu fânî nefeslerimizi, “اهدِنَــــا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ” âyetinin sırrına nâiliyetle, yâni sırât-ı müstakîm üzere geçirebilmektir. Aksi takdirde, hangi kayalıkta parçalanacağı bile belli olmayan, rotasını kaybetmiş bir gemi gibi hüsran dolu bir âkıbete dûçâr olmak kuvvetle muhtemeldir. Cenâb-ı Hak cümlemizi muhâfaza buyursun.
Hayâtını âdeta ölümün koynunda yaşarcasına bir ömür sürerek “ölmeden evvel ölünüz” sırrına erenler, Allâh’ın dostu olan ârif kullardır. Böyle kulların, kıyâmette korku ve hüzünden sâlim olacakları, ilâhî bir vaaddir. Ardında ebedî âlemi gizleyen esrarlı bir perde olan ölüm, insanlık haysiyetini muhâfaza ederek yaşayan ve Allâh’ın lutfu ile son nefes hazırlığına muvaffak olabilen böyle kullar için büyük bir saâdettir. Asıl mârifet de, Allâh’ın lutfettiği bu can emânetini, son nefeste aynı sâfiyet ve selîm vasfı ile iâde edebilmektir. Şâirin dediği gibi:
O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner;
Azrâil’e “hoş geldin” diyebilmekte hüner!..
N. Fâzıl Kısakürek
Hakîkaten, son nefes, buğusuz, pürüzsüz ve lekesiz bir ayna gibidir. Her insan bu aynada, güzellikleri ve çirkinlikleriyle bütün ömrünü net bir şekilde seyreder. O an, gözlere ve kulaklara hiçbir itiraz ve gaflet perdesi inmez. Bilâkis bütün perdeler kalkar ve her türlü îtiraf; aklı ve vicdanı pişmanlık iklîmine sokar. Dolayısıyla, hayâtımızı pişmanlıkla seyrettiğimiz ayna, son nefes olmasın! Bu ayna, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i seniyye hâlinde henüz yaşarken hayâtımıza girsin. Zîrâ gerçek bahtiyarlar, ölümle tanışmadan önce kendisini tanıyabilenlerdir.
Rabb’imiz son nefesimizi, ebedî âlemdeki mükâfatlarımızı seyredeceğimiz bir pencere eylesin…
Âmîn!..
 

zumra

Tecrübeli
“Ey insanlar!
Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz ve ibret alınız!
Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur. Yağmur yağar, otlar biter. Çocuklar doğar ve ana-babaların yerlerini alır. Sonra hepsi de mahvolur gider. Vukuâtın ardı arkası kesilmez. Hepsi birbirini takip eder…”
Bizler de, Hakk’ın lutfettiği sayılı nefesleri harcayarak, son nefesi verdiğimiz gün, dünya ve içindeki bütün bağlantılarımızla ya vedâlaşarak ya da vedâlaşamadan ölümle buluşacağız. Fakat Hakk’ın sâdık ve âşık kulları için bu buluşma, belki de ölüm değil, mes’ûd bir diriliş olacak, bir şeb-i arûs hâlinde tahakkuk edecektir. Onun için:
Ölmeden evvel ölünüz. sırrına ermek gerekir.
Bu sırrı Hazret-i Mevlânâ:
Dirilmek için ölünüz!.. sözüyle ifâde eder.


Cenâb-ı Hak, cümlemizin son nefeslerini hüsn-i hâtime ile neticelendirsin. Bu fânî dünyadaki son nefesimizi, ebedî vuslatımızın ilk nefesi eylesin!..
Âmîn!..

Allah c.c razı olsun nefis bir paylaşım olmuş Mevlam istifade etmeyi nasip eylesin...:gül2:
 

Vuslat 71

Çalışkan Üye
Kademeli
her nefis ölümü tadacaktır ve insana nasihat olarak ölüm yeter....
:tşk: KARDEŞ:ççk:
 

merwe

Tecrübeli
:tşk:Cenâb-ı Hak, cümlemizin son nefeslerini hüsn-i hâtime ile neticelendirsin. Bu fânî dünyadaki son nefesimizi, ebedî vuslatımızın ilk nefesi eylesin!..
Âmîn!..
 
A

AhDe_VeFaLi

Ziyaretçi
Kâinâtta Zikrullâh ve Seher

Rabb’imiz, “el-Hay” ism-i şerîfinin tecellîsi ile, yarattığı bütün varlıklara hayat nasîb etmiştir. Kâinâtta esâsen “cansız” denilebilecek hiçbir varlık yoktur. Bitki, hayvan, insan gibi canlıları dikkate alarak, canlılık yalnız onlara mahsus görülürse de, bir atomun içindeki maddelerin cümbüşünü ilâhî muhabbet nazarıyla temâşâ edersek, cansız zannedilen bir maddenin aslında sâhip bulunduğu müthiş canlılığın hayranlığı ve dehşeti içinde kalırız. Bu dehşet, mikro varlıklardan makro varlıklara doğru mütemâdiyen artarak tezâhür eder.
Cenâb-ı Hak, yarattığı canlı-cansız bütün mahlûkâtına kendini tanıtmış ve onları dâimî bir sûrette zikir ile vazifelendirmiştir. Bu sebeple bütün varlıklar, yaratılışları muktezâsınca kendi hâllerine mahsus bir sûretle Rablerini tanırlar ve O’nu zikrederler.
Cemâdât, nebâtât ve hayvânât, aynı zamanda Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ve diğer peygamberleri de tanırlar. Bu hâl nebevî mûcizelerde mütemâdiyen görülür. Onlar yeri geldiğinde taşa, asâya ve benzeri cansız varlıklara Allâh’ın lutfuyla âdeta ruh verirler. Bu sebepledir ki Ebû Cehl’in elindeki taşlar, Peygamberimizin mûcizesi olarak dile gelmiş, O’nun doğruluğunu tasdîk etmiş ve Hakk’ı zikretmiştir. Hazret-i Mûsâ’nın elindeki asâ ise yine Allâh’ın lutfuyla ejderhâya dönüşmüş, Firavun’u korkutmuştur. Yine bir zamanlar Kızıldeniz, ilâhî emre boyun eğerek Hazret-i Mûsâ ve ashâbına yol olmuş, buna mukâbil sıra Firavun ve askerlerine geldiğinde ise, onları tanıyıp helâk etmiştir. Mescid-i Nebevî’deki hurma kütüğü, Rasûlullâh’a firak ve hasretinden inleyerek ağlamıştır. Ayrıca bir çok hayvan da, kendilerine zulmeden sahiplerini, yine o Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e şikâyet etmişlerdir.
Hazret-i Mevlânâ şu veciz beyitleriyle cemâdâtın ilâhî emre itaat etmelerini ne güzel ifâde eder:
“Görmez misin? Bulutlar, güneş, ay ve yıldızların hepsi de bir nizam üzere hareket ederler. Bu sayısız yıldızların her biri, vaktinde doğar, doğuş zamanları ne geri kalır, ne de önce olur.
Bu hârikaları nasıl oldu da, peygamberlerin mûcizelerinden bilmedik, anlayamadık? Onlar taşı ve asâyı akıllı hâle getirdiler. Bunları gör de öbür cansızları asâ ile, taş parçası ile kıyas et.
Taş parçalarının azîz Peygamber Efendimiz’e ve asânın da Hazret-i Mûsâ’ya itaat etmeleri, diğer cansız sandığımız bütün varlıkların Hakk’ın emrine nasıl boyun eğdiklerini haber verirler.
Onlar derler ki: «Biz Allâh’ı biliyoruz ve O’na itaat ediyoruz. Biz rastgele yaratılmış boş şeyler değiliz. Biz hepimiz Kızıldeniz’e benzeriz. O, deniz olduğu hâlde batırıp boğacağı Firavun ile İsrâiloğullarını tanıyıp ayırt etti.»
Nerede bir ağaç ve taş varsa, Hazret-i Mustafâ’yı görünce apaçık selâm vermişti ya. İşte cansız bildiğin her şeyin de canlı olduklarını böylece bil!..”
Yâni sadece insanlar ve cinler değil, hayvânat ve hattâ cemâdâta kadar bütün varlıklar, yüzü suyu hürmetine yaratıldıkları Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ilâhî bir sır ile tanırlar. O’na sonsuz bir muhabbetle kayıtsız şartsız itaat ederler. Fakat dünya hayâtındaki imtihan sırrına binâen insanoğlunun gözlerine çekilen gayb perdesi, bunun farkedilmesine çoğu zaman mânî olur. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bizleri gafletten uyandırıcı şu hadîs-i şerîfleri, ne kadar ibretlidir:
“Cinlerin ve insanların isyankâr olanları dışında, yerde ve göklerde bulunan bütün varlıklar, benim, Allâh’ın Rasûlü olduğumu bilirler.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 310)
Bu da gösteriyor ki Allâh ve Rasûlünü tanıyıp itaat etme keyfiyeti sâdece insana münhasır değildir. Bilâkis bu hususta diğer mahlûkâtın, gayr-i irâdî olarak daha ileri seviyede bulunduğu bile söylenebilir.
Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak bu gerçeğin bir başka varlıktaki tezâhürünü de şöyle bildirir:
“…Kuşları ve tesbih eden dağları da Dâvud’a boyun eğdirdik. (Bunları) biz yapmaktayız.” (el-Enbiyâ, 79)
Rabb’imiz âyetlerinde gâfilleri uyandırmakta, yarattığı her şeyin kendisini tanıdığını ve bizim idrâkimiz dışında bir hâl lisânı ile Hâlık’ını zikrettiğini bildirmektedir. Mahlûkâtın zikrini işitebilmekse, ancak ibâdet, zikir, tesbîh ve samîmî bir kulluk hayâtı netîcesinde gönlün saf hâle gelmesi ve böylece gaflet perdelerinin kalkıp hakîkat âlemine vâkıf olmasıyla mümkündür. Yûnus Emre Hazretleri’nin sarı çiçekle sohbeti de bu kabîldendir. Büyük Hak dostu Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin şu kıssası, bitkiler âleminin de zikrullâh ile meşgûl bulunduklarını ne güzel ifâde eder:
Birgün Üftâde Hazretleri, müridleriyle berâber bir kır sohbetine çıkmıştı. Emri üzerine bütün dervişler kırın en güzel yerlerini dolaşarak hocalarına birer demet çiçek getirdiler. Ancak Kadı Mahmud Efendi’nin elinde sapı kırılmış, solgun bir çiçek vardı sâdece… Diğerlerinin ellerindekileri neşeyle hocalarına takdîminden sonra Kadı Mahmud, boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği Üftâde Hazretleri’ne takdîm etti. Üftâde Hazretleri diğer mürîdânın meraklı bakışları arasında sordu:
“–Evlâdım Mahmud! Herkes demet demet çiçek getirdikleri hâlde sen niçin sapı kırık, solgun bir çiçek getirdin?”
Kadı Mahmud edeple başını önüne indirerek cevap verdi:
“–Efendim! Size ne takdîm etsem azdır. Ancak hangi çiçeği koparmak için elimi uzattıysam, onu “Allâh, Allâh” diyerek Rabb’ini zikreder bir hâlde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine mânî olmaya râzı gelmedi. Çâresiz ben de elimdeki, zikrine devâm edemeyen şu çiçeği getirmek zorunda kaldım.”
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Kuşların sultanı leylektir. Onun “lek, lek”leri nedir, bilir misin? O:
Hamd ü lek, şükrü lek, mülkü lek, yâ Müsteân! (Yâni hamd Sana, şükür Sana, mülk Sen’in ey kendisinden yardım beklenen Rabb’im!) demektir.”
Muhyiddîn-i Arabî -kuddise sirruh- da bu hususta şöyle buyurur:
“Bütün varlıklar kendilerine has bir sûrette Allâh’ı zikrederler. Fakat bu hususta varlıklar farklı seviyelerdedir:
Mahlûkât içinde gafletten en uzak olanı cemâdâttır. Çünkü onlar, yemek-içmek, hava teneffüs etmek gibi ihtiyaçlardan müstağnîdirler.
Cemâdattan sonra nebâtat gelir ki, ihtiyaç başlar. Zîrâ, toprak, su ve güneşten aldıkları gıdâları ilâhî tâyinle terkîb edip rengârenk çiçekler, yapraklar ve meyveler vücûda getirirler.
Daha sonra hayvânât gelir. Bunların hayatî fonksiyonları nebâtâttan daha mütekâmildir. Bundan dolayı ihtiyaçları çoğalmıştır. Nefsâniyet artmıştır.
İnsanın ihtiyaçları ise bitmek tükenmek bilmez. Benlik, hayâlât ve dünyevî ihtiraslar onu devamlı gaflete sevk eder.”
Âyet-i kerîmede buyrulur:
يَا أَيُّهَا الْإِنسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَرِيمِ الَّذِي خَلَقَكَ فَسَوَّاكَ فَعَدَلَكَ فِي أَيِّ صُورَةٍ مَّا شَاء رَكَّبَكَ
“Ey insan! Seni yaratıp seni düzgün ve dengeli kılan, seni istediği gibi şekillendiren, kerem sâhibi (ihsânı bol) Rabb’ine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitar, 6-8)
Kâinât sayfalarındaki esrar ve hikmeti gerçek anlamıyla telakkî edebilmek, ancak gönül âleminde derinleşmeye bağlı bir keyfiyettir. Gönül gözüyle yeryüzüne ve semâya nazar eden bir mü’min, kalbinin bambaşka bir hissiyât ile dolduğunu farkeder. Kur’ân-ı Kerîm, göklerde ve yerde zerreden kürreye her şeyin Hâlık’ını zikr u tesbîhte bulunduğunu îlân etmektedir. Göklerin, yerin, dağların, ağaçların, çimenlerin, güneşin, ayın, yıldız ve yıldırımların, hayvanların, yuvarlanan taşların, hattâ yere düşen sağlı sollu gölgelerin sabah-akşam secde ettiğini şöyle bildirir:
“Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece Allâh’a secde ederler.” (er-Ra’d, 15)
“Allâh’ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi? Onun gölgeleri, küçülerek ve Allâh’a secde ederek sağa sola döner.” (en-Nahl, 48)
Âyet-i kerîmeler, önümüze son derece ihtişamlı bir manzara seriyor. Bu manzarada secdeler, gölgelerin de iştirâkiyle çift hâldedir. Yâni biri varlığın; diğeri de o varlığın gölgesinin olmak üzere aynı anda çift secde… Kâinâtın her zerresi, inanarak veya inanmayarak hep birlikte Rabb’e ibâdet için secdeye varmış ve kendisini Hâlık’ının huzûrunda vazifesini îfâ etmeye vermiş… Bütün kâinât secdedeyken, hattâ münkir ve gâfillerin varlıkları bile gayr-i irâdî Hak Teâlâ’nın irâdesine râm olmuşken, heyhât ki o gâfillerin kalbleri inkâr ve mâsiyetin gaflet ve şaşkınlığı içindedir!..
Allâh’tan başka ilâhlar edinen gâfiller de bilmezler ki, putlaştırdıkları eşyânın gölgesine varıncaya kadar bütün varlık, aslında o inkâr ettikleri Allâh’a yönelmiş hâlde ve Rabb’in bütün kâinâta koyduğu nizâma tâbî durumdadır! Bu ne büyük aldanış ve ziyandır!
Yine âyetlerde gölgelerden, eşyâdan, canlılardan ve meleklerden müteşekkil bir sahne tasvîr ediliyor. Hepsi bir ibâdet vecdiyle ve huşû içinde vazîfesini îfâ ediyor. Allâh’a ibâdet etmekten kaçınıp, emrine muhâlefet etmek bedbahtlığı ise yalnızca insanoğlunun şaşkın gâfillerine âit bir keyfiyet olarak kalıyor. Âyet-i kerîmeler, bütün mahlûkâtın ve hattâ gölgelerinin bile Rablerine boyun büküşünü, bu gâfillerle âdeta istihzâ edercesine yüzlerine çarpıyor.
Gerçekten etrafımızı bir ibret nazarıyla seyredersek, ufukların derinliklerine doğru uzanan göklerin yerlere kapanışı, dağların uzanışları ne değişik bir secde hâlidir. Ağaçların, çiçek ve çimenlerin, hayvanların ve insanların, sağdan soldan topraklara düşen gölgeleri, o heyecanlı secde hâlini ne güzel sergiler. Sanki toprak her varlığın gölgesinin bir seccâdesidir. Yağmur hâdisesi de, sanki bir semâvî ağlayış, çakan şimşeklerin arkasından gelen gök gürültüleri, semânın sînesinden fışkıran âşikâre feryatlardır.
Yerdeki ve göklerdeki mahlûkâtın hâlleri, duyarlı bir yürek için ne müthiş bir irşaddır. En küçük bir böceğin iğne ucu kadar kalbindeki niyazlarından, tâ cesim ve haşmetli hayvanların kükreyişlerine kadar hepsi ilâhî kudret akışlarının ayrı ayrı tezâhürleridir.
Bülbüllerin bir damlacık yüreklerinden dökülen feryat nağmeleri, kumrulardan yayılan “hû, hû”lar, leyleklerin “lek, lek”leri, alıcı gönüller için ne duygulu tesbihlerdir. Hak Teâlâ âyette şöyle buyurur:
“Görmez misin ki; göklerde ve yerde olanlar; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allâh’a secde ediyor. Birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur…” (el-Hacc, 18)
Görüldüğü gibi varlıklar ve hattâ cemâdât, hep tesbihât hâlindedir. Ne yazık ki insanların bir kısmı Allâh’ın zikrinden gâfil kalmaları sebebiyle azâba dûçâr olacaklardır. Gerçekten cihandaki zerrelerden kürrelere kadar her şey Hâlık’ını tanımakta, kuşlar bile ibâdet ve niyazlarını bilmekte, dağlar, dereler zikr u tesbîhe devam etmektedir. Hâl böyleyken kâinâtın bu ihtişamlı zikir, tesbih ve ibâdet programı karşısında bile insanın intibâha gelmemesi ve bu ibretli manzaradan hisse alamayıp alık ve abus bir hâlde Hakk’ın zikrinden mahrum kalması, insanlık haysiyetiyle bağdaşmayan ne acı bir kayıptır.
Şüphesiz ki, ilâhî ünsiyetin yolu, kulun Rabb’ini unutmamasıdır. Basîret sahibi mü’minler hangi yöne baksalar O’nun zikir nûrunu; neye kulak verseler O’nun tesbih nağmelerini dinlerler. Bizler de bu dünya hayâtında Rabb’imizi ne kadar anarsak yarın ukbâda ilâhî vuslata o seviyede vâsıl oluruz.
Temiz bir vicdanla yaşamanın, îmânla ölüp ebedî huzur ve safâya kavuşmanın yolu Rabb’i unutmamaktır. Zîrâ Rabb’ini unutanın ömrü, bir gaflet girdabında ziyan olur gider. O gafletten ancak ölümle uyanılır. Lâkin o vakit her şey bitmiş ve büyük bir hüsranın içine düşülmüş olur.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)
Sahâbeden biri:
“–Yâ Rasûlallâh! İslâmî hükümler çoğaldı. Bana Allâh’ın rızâsını ve âhiret saâdetini kolayca kazanacağım bir şey öğret ki yapayım.” deyince, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ona:
“Dilin zikrullâh tesbihiyle dâimâ ıslak olsun.” (Tirmizî, Deavât, 4; İbni Mâce, Edeb, 53) buyurmuşlardır.
Allâh’ı zikretmek, Allâh lafzını sâdece kelime olarak tekrarlamaktan ibâret değildir. Zikir, ancak tahassüs istîdâdının merkezi olan kalbde mekân bulduğu zaman niyet ve amellerin seviye bulmasına âmil olur. İşte bu keyfiyette bir zikir, kulun “bezm-i elest”te, “Evet! Sen bizim Rabb’imizsin!” şeklinde Cenâb-ı Hak ile yapmış olduğu ahdine vefâ göstermesi ve o sadâkatle Rabb’ini aslâ unutmamasıdır.
Zikrullâh’tan gâfil kalmanın büyük tehlikesinden dolayıdır ki Cenâb-ı Hak biz kullarına bu hususta pek çok îkâzlarda bulunmuştur. Hattâ Hazret-i Mûsâ ve Hârûn -aleyhimesselâm- birer peygamber oldukları hâlde Cenâb-ı Hak onları Firavun’a gönderirken:
“Sen ve kardeşin, birlikte âyetlerimi götürün. Beni anmayı ihmâl etmeyin.” (Tâhâ, 42) buyurarak, onları dahî bu îkazdan hâriç tutmamış, bu sûretle muhtemel ki bizlere bir örnek ve ibret teşkil etmesini murâd eylemiştir.
Mü’min gönüllerin gaflet katılığından kurtulup ilâhî rızâya nâil olabilecek hassâsiyete ulaşmasının yolu, zikr-i dâimîden geçmektedir. Bu da bir müddet veya bir mevsim değil; bir ömür boyu, her nefes alıp verişte zikrullâh şuurunu taşımakla mümkündür ki ancak bu sâyede mânevî uyanıklık hâsıl olur.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de:
أَلَمْ يَأْنِ لِلَّذِينَ آمَنُوا أَن تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللَّهِ وَمَا نَزَلَ مِنَ الْحَقِّ
“Îmân edenlerin Allâh’ı zikretme ve O’ndan inen Kur’ân sebebiyle kalblerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?..” (el-Hadîd, 16) buyurur. Bu âyet, Mekke’de çile ve sıkıntı içinde yaşadıkları hâlde, hicretten sonra bol rızık ve nîmetlere kavuştukları için gevşeyen bir kısım sahâbîyi uyarmak için nâzil olmuştur. Bu itibarla bizler de Rabb’e sonsuz bir muhabbet iklîmine girerek, dünyevî ihtirasların ve fânî menfaatlerin sarsamayacağı bir mânevî zindeliğe erişme gayreti içinde bulunmalıyız.
Zîrâ sevenler sevdiklerini dâimâ gönüllerinde taşırlar ve aslâ hatırlarından çıkarmazlar. Sevgisiz bir kalb ise ham toprak gibidir. Mârifet sevmektedir. Zîrâ varlığın sebebi muhabbettir. Cenâb-ı Hak, zâtına duyduğu muhabbet sâikıyla bilinmeyi murâd etmiş ve bu âlemi yaratmıştır. Sevginin büyüklüğü, sevilen uğrunda yapılan fedâkârlık ölçüsündedir. İşte seherlerde uyanıp Hak Teâlâ’ya ilticâ etmek de bu hâlin en bâriz misâllerinden biridir.
Mü’minlerin dâimî bir zikrullâh şuuruna sâhip bulunması gerekmekle birlikte, diğer taraftan zikrin en bereketli vakti, “seher”lerdir. Cenâb-ı Hak, gecenin bu vaktinde îfâ edilen zikre, sâir zamanlardakinden daha fazla kıymet vermektedir. Zîrâ seherlerde zikir ve ibâdetle meşgûl olabilmek, diğer zamanlardan daha zordur. Bu sebepledir ki seherleri ihyâ, kulun Rabb’ine karşı duyduğu hâlisâne muhabbet ve ta’zîmin bir ifâdesidir.
Rabb’imiz, kendilerinden râzı olduğu bahtiyar mü’minler hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki Allâh’a isyandan sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiğini (ilâhî ihsanları) alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunacaklar. Şüphesiz onlar, bundan önce dünyada güzel davrananlardı. Onlar geceleri pek az uyurlardı, seherlerde istiğfar ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 15-18)
Yine Cenâb-ı Hak buyurur:
“O ki, gece namaza kalktığın zaman seni görüyor. Secde edenler arasında dolaşmanı da.” (eş-Şuarâ, 218-219)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu âyet-i kerîmenin nüzûlü üzerine bir gece ashâbın evleri arasında dolaşmış, o evleri Kur’ân tilâveti, zikir ve tesbihât sesleri ile arı kovanları gibi uğuldar bir hâlde bulmuştu.
İşte gönüllerdeki aşk ve muhabbet-i ilâhiyyenin şiddeti ne kadarsa, muhakkak ki gece namazına ve tesbihâta rağbet de o derecede tezâhür eder. Bu bakımdan gece namazı ve tesbîhâtı, âdeta yüce yâr ile buluşup sohbet etme mâhiyeti taşır.
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Gecenin bir kısmında O’na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O’nu tesbih et. Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (âhireti) ihmâl ediyorlar.” (el-İnsan, 26-27)
(O muttakî kimseler geceleri namaz kılmak ve istiğfar etmek için) yanlarını (tatlı) yataklarından kaldırırlar. Rablerinin azâbından korkarak ve rahmetini umarak duâ ederler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da hayır yollarına infak ederler.” (es-Secde, 16)
Hakîkaten, kemâle erişmiş mü’minler için geceler, derûnundaki sükûnet ve feyiz sebebiyle müstesnâ bir ganîmettir. Bu ganîmetin kadrini lâyıkı ile bilenler, bilhassa gece yarısından sonra, yâni cihânı derin bir sükûnetin kapladığı hengâmda duâ, ibâdet ve Hakk’a yanık yalvarışların kabûlü için Rablerine yönelmenin feyizli zeminini bulurlar. Nasıl ki gündüzler, beden gıdâsını temin maksadıyla çalışma vaktiyse, onların nazarında geceler de rûha gıda verip kalbi feyz-i ilâhî ile aydınlatmanın fırsat demleridir.
Bir Hak dostuna, talebeleri, hikmetini anlayamadıkları bir mesele sorarlar:
“–Efendim, etrafımıza baktığımızda görüyoruz ki, köpekler diğer bazı hayvanlar gibi eti için kesilmeyip eceli ile ölürler. Üstelik sâir hayvanlara nazaran, bir batında çokça yavruladıkları hâlde bir türlü çoğalmazlar.
Lâkin, insanlar ibâdet kastıyla ekseriyetle koyunları kurban etmekte ve eti ile de gıdâlanmaktadırlar. Koyunlar bu kadar sarfiyâtın zıddına umûmiyetle tek kuzu yavrularlar. Ama yine de sayıları bir türlü eksilmez hattâ aksine artar. Koyunlardaki bu bereketin hikmeti acabâ nedir?”
O zât, soruyu tebessümle dinledikten sonra şu hikmetli cevabı verdi.
“–Ne ibrettir ki hayvanlarda müşâhede ettiğiniz bu hâl, seher vaktinin bereketine bâriz bir işârettir. Çünkü seherler, rahmet ve feyzin sağanak hâlinde boşandığı bir bereket vaktidir. Köpekler, gece boyunca havlayıp dururlar. Ancak seher vakti uykuya dalarlar. Koyunlar ise seher vaktinde uyanıktırlar. Bu yüzden seher vaktinin bereketinden paylarına düşeni alırlar.”
Görüldüğü üzere seherlerini uykuya mahkûm edenler, çöle, denize ve yalçın kayalıklara yağan bereketli nisan yağmurlarının hebâ olması gibi, bu bereket ve feyizden mahrum kalırlar.
Yâ Rabbî! Biz kullarını bir nefes bile Sen’den gâfil eyleme! Günlerimizi ve gecelerimizi zikrullâhın bereketiyle tenvîr eyle! Seherlerin feyiz yağmurlarıyla gönlümüzü ihyâ eyle! Zikrullâhın ihtişamlı hakîkatinden hisse alabilmeyi cümlemize nasîb eyle! Sen’in azamet-i ilâhiyyeni idrakten mahrum kalanlara da hidâyet eyle! Seherlerde Sen’i zikredenler hürmetine vatanımızı ve milletimizi şerirlerin şerlerinden muhâfaza eyle!
Âmîn!..
 

enes61

KF Ailesinden
Özel Üye
Ey vâiz efendi! Allâh Teâlâ o kadar çok suâl sormaz. O sorar ki: Ey kulum! Ben seninleydim, sen kiminleydin!..”:aglama::aglama::aglama::ühü::ühü::ühü:
 
A

AhDe_VeFaLi

Ziyaretçi
Kur’ân ve Tefekkür -1-

Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî sıfatlarının bu âlemde kâmil mânâda üç tecellî mekânı vardır:
İnsan, Kur’ân ve kâinât…
İnsan, bütün esmâ tecellîlerinden nasîb almış bir varlık olarak âlemin özünü teşkîl etmiştir. Aynı esmâ tecellîlerinin kelâm hâlinde tecellîsi de Kur’ân’ı ifâde eder. Kur’ân, insana nazaran daha mufassaldır. Ancak özdeki beraberliğinden dolayı:
“İnsan ve Kur’ân, ikizdir…” buyrulmuştur.
Esmâ-yı ilâhiyyenin üçüncü tecellî mekânı olan kâinât ise, Kur’ân’ın bir nevî tefsîridir. Kâinât sessiz bir Kur’ân, Kur’ân da kelâma bürünmüş bir kâinâttır. İnsan ise -öz cevheri itibâriyle- bu sesli ve sessiz Kur’ân nûrları içinde kemâl bulan bir tecellî sultânı mevkiindedir. Bu bakımdan “insan, Kur’ân ve kâinât” tam bir tevhîd âilesidir.
Semâlar, nasıl ki yıldızlar ile kıyâmete kadar saltanatlı bir kudret yapısı olarak kalacaksa, Kur’ân da insanlığın bir ikbâl ve istikbâl semâsı gibi “âyet” yıldızları ile parlayacak ve kıyâmete kadar yaşayacaktır. Bu cihetledir ki, cihânın en hayırlı ve mes’ûd insanları, Kur’ân gölgesi altında toplanan ve onun hayat nûru ile beslenenlerdir.
Her sır, hikmet ve hakîkat Kur’ân’da gizli, her saâdet îmânda zâhirdir. Bu uçsuz bucaksız âlem de gösterir ki; Cenâb-ı Hak, dilerse zerrede ummânı, dilerse ummanda zerreyi gizli kılar veya âşikâr eder.
Bu hakîkatlere istinâden Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:
“Birgün bende Allâh Teâlâ’nın nûrunu insanlarda göreyim diye bir arzu uyandı. Sanki denizi damlada, Güneş’i ise zerrede görmek istiyordum…”
Bir bakıma hakîkate ulaşma arzu ve iştiyâkını ve hakîkatteki derinliği ifâde eden bu beyânın da ortaya koyduğu gerçek, insanoğlunu zirvelere götürecek en büyük vâsıtanın, hakîkati tefekkür olduğudur. Zîrâ, hakîkate ulaşmanın yegâne vâsıtası, tâbir câizse şah damarı, tefekkür ve tecessüstür.
Kâinâtın gönülle tefekküründe ince gâyeler, nâzenîn hikmetler tezâhür etmektedir. Cihânın imtihan iklîminde bir îmân dershânesi olduğu meydandadır. İlâhî terbiye ve idârenin yürürlükte olduğu bu âlemde aykırılıklar ve menfîlikler gösteren insanlar ise nefsî ve şahsî kıymetlerini Hâlık’ın rızâsı dışında bir yaşayışla ziyan ettikleri ve gerekli ebediyet sermâyesini temin edemedikleri cihetle ne büyük bir hüsran girdabı içindedirler.
İnsanoğlu, Hakk’a kul olabilmenin haysiyet ve şerefi ile yaşayarak istikbal düğümünü, yâni ölüm muammâsını çözmeli, onu vahyin içinde tefekkür edip hakîkatine bağlamalıdır. Zîrâ herkesi hayat mevzuunda ateşli bir girdap hâlinde saran ölüm, istisnâsız başlara çökecek en çetin istikbal gerçeği olunca, onu tefekkür edip mûcibince yaşayıp huzura ermek, beşerî gâyelerin önünde gelir.
Bu itibarla insanoğlu, kâinâtı tanımak, ve ondaki ilâhî sır ve hikmetlere vâkıf olmak istikâmetinde tecessüs ve tefekküre hakkıyla yol bulmak için ancak Kur’ân’ın irşâdına muhtaçtır.
Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm olmadan insan tefekkürü kâmil şekilde bir akıl, iz’an ve idrâk sergileyebilseydi, Allâh Teâlâ, kullarına ilâve bir yardım olarak ne enbiyâ gönderirdi ne de yüce Kitâb’ını inzâl buyururdu. Demek ki insanın, yaratılışında bulunan tecessüs ve tefekkür istîdâdını lâyıkıyla kullanabilmesi için, böyle bir ilâhî yardıma ihtiyaç vardır. Eğer insan, Kur’ân’a muhâtab olmasaydı, acabâ Allâh’ın meselâ “ehadiyyet” ve “samediyyet” gibi vasıflarına vâkıf olabilir miydi? İşte Kur’ân, insandaki tefekkür ve tecessüse zemin olan bütün hakîkatlerin deryâsına açılabilmek için sayısız irşâd ve îkaz ile o fıtrî sermâyeyi en doğru ve en güzel şekilde yönlendirmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in bize açtığı tefekkür kapısı olmasaydı, birçok hakîkatleri hem idrâkten hem de ifâdeden mahrum kalırdık. Bu itibarla Kur’ân’ın sonsuz muhtevâsı üzerinde zihin yormak zarûrîdir. Tabii bu da, belli ölçü ve hudud içerisinde olmalıdır. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm, “yaş ve kuru her ne varsa” kendisinde mevcud bulunduğunu beyân ettiğine göre, ondaki hakîkatler manzûmesinin kâinât gibi nihâyetine varılması imkânsızdır.
Bu demektir ki, tefekkür ve tecessüsü nasıl kullanmak lâzım geldiği husûsunda Kur’ân’ın sayısız irşad ve îkâzla beşere çizmiş olduğu bir ufuk vardır. Bu husus iyi anlaşılmalı ve onun hangi noktalara kadar mevcûd olduğu idrâk edilmelidir. Çünkü bize verilen akıl, bir el terazîsi hacminde; lâkin tartılacak olan hakîkat ise Kaf Dağı cesâmetindedir. Onun için aklı vahyin potasında eritmek, onu teslîmiyetle müzeyyen kılmak zarûrîdir.
Bu bakımdan aczinin idrâkinde olan ve haddini bilen müfessirler, herhangi bir âyet-i kerîmenin yüklendiği mânâları liyâkatleri nisbetinde îzâh ettikten sonra:
“En doğrusunu Allâh bilir…” diyerek onun Cenâb-ı Hak katındaki hakîkatinin nasıl ise öyle olduğuna inanmak lâzım geldiğini beyân buyurmuşlardır.
Çünkü bir evin mutfağındaki herhangi bir kapta mevcûd olan su ile okyanustaki su arasında mâhiyet farkı olmamakla berâber, sonsuz bir hacim ve kemiyet farkı vardır.
Diğer taraftan anadan doğma bir âmâya renk anlatılsa, onun zihninde mutlaka bir iz bırakır. Lâkin bu izle rengin gerçeği arasında acabâ ne kadar büyük bir mâhiyet farkı vardır?! Bu ölçülemez.
Dolayısıyla Kur’ân’ın ihtivâ ettiği bütün lâfızlara işte bu mantık penceresinden bakmak ve oradan beşerî şartlarla kavranabilen mânânın, tam ve kâmil mânâ olduğunu iddiâ etmekten kaçınmak lâzımdır.
Hâsılı bütün bu keyfiyetler, hakîkate ulaşmak için tefekkür ve tecessüsün insan idrâki ile kavranabilme hudûduna dikkat çekmektedir. Şimdi bu istikâmette gerekli dirâyet için Kur’ân’ın îkâz ve irşâdından gönüllere birkaç demet sunmaya çalışalım:
Eşsiz bir hidâyet ve saâdet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm, pek çok âyet-i kerîmesinde insanın yaratılışındaki hikmetleri, kâinâttaki hârikulâde nizâmı ve Kur’ân-ı Kerîm’in bir beyan mûcizesi olduğunu düşünmeye dâvet eder. İnsanlık haysiyetine lâyık bir şekilde yaşamak isteyenler, Kur’ân-ı Kerîm’in istikâmetlendirdiği bu tefekkür dünyasına girmek mecbûriyetindedirler.
Kâinât hâdiseleri üzerinde tefekkür eden insan şuuru:
“Bu cihân nedir? Niçin yaratıldım? Fânî günlerin hakîkati ve mâhiyeti nedir? Saâdet yolu hangisidir?” Velhâsıl: “Kimin nesiyim?.. Nasıl yaşamalıyım?.. Nasıl düşünmeliyim?.. Ve nasıl bu fânî âleme vedâ etme hazırlığı içinde olmalıyım?..” gibi uzayıp giden istifhamların cevabını arar.
Topyekûn kâinât, ince kudret akışları ve hassas bir hesap içinde çalkalanırken, âlemin en üstün varlığı ve ziyneti olan insanın, hesapsız, gelişigüzel, nefsâniyetine mağlûb olarak hareket etmesine yol var mıdır?
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ
“Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)
أَيَحْسَبُ الْإِنسَانُ أَن يُتْرَكَ سُدًى
“İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” (el-Kıyâme, 36)
İnsanın mâsumluk devri, bülûğa ermesi ile nihâyet bulur. Kulluğu lâyıkıyla gerçekleştirme gayreti içinde olan mü’minlere bu ikinci merhalede yeni bir mes’ûliyet devri başlar. Bu olgunlaşma devrinde akla ilâveten bir de gönül gözü ile tefekkür etmek gerekir ki, cihân ilâhî sırlarını, kudsî hikmetlerini, hakîkî renklerini, ancak îmânlı gönüllere açar. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişiz bir bakmazlar mı? Onda hiçbir çatlak da yoktur. Arzı (yeryüzünü nasıl) yaydık, ona sağlam dağlar attık, onda gönül açan her çiftten bitirdik?! (Bütün bunları) Allâh’a yönelen her kulun, gönül gözünü açmak için ve (ona) ibret vermek için (yaptık).” (Kâf, 6-8)
Direksiz çatılan güneşin batışı ve doğuşu ile gece-gündüz açılıp kapanan yıldız, hilâl ve mehtap cümbüşleri ile donatılan saltanatlı bir semânın altında türlü nîmet ve lezzetler içinde safâ sürerken bu cihânın sanatkârını, bu nîmetlerin hakîkî sahibini aramaya üşenen bir nankörlük ve körlük içinde ömrünü ziyân edenler hakkında âyetler ne müthiş bir îkâz ve irşaddır:
“Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık…” (Sâd, 27)
“Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları, ancak ve ancak gerektiği gibi, gerçek bir sebeple yarattık, ama insanların çoğu bilmezler.” (ed-Duhân, 38-39)
Cihân ilâhî azamet tezâhürlerinin sanat hârikası bir sergisidir. Bu bediî mekânda şuurla dolaşan her îmanlı sîne, fikrî uyanışlara, kâinâttaki kudret akışları karşısındaki ürperişlere ve ne dehşetli mânevî lezzetlere mazhar olur.
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Allâh’ın gökten bir su indirip de onu bir yoluyla yeryüzündeki menbâlara koyduğunu görmedin mi? Sonra onunla türlü renklerde bir ekin çıkarır, sonra onun olgunlaşıp sarardığını görürsün. Sonra da onu bir çöpe çevirir. Elbette bunda akıl sahipleri için bir öğüt vardır.” (ez-Zümer, 21)
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allâh’ın gökten indirip de ölü hâldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allâh’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller vardır.” (el-Bakara, 164)
Hakîkaten, gören gözler için, gökyüzünden muhabbet nurları yağmakta, topraklardan zümrüt sevdâlar fışkırmaktadır. Öyle ki, semâ ve yeryüzü gibi iki muhabbet çemberi ile kuşatılan derin tefekkür sâhibi her insan, zâhirî ve derûnî duyuşlarını, zarûreten ilâhî muhabbetle telif ederek mânen tekâmül etmeyi kendisine meslek tutacaktır. Allâh Teâlâ buyurur:
“Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O’dur. Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor. Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (er-Ra’d, 3)
Rabb’ine kul, Rasûlü’ne ümmet olabilmeyi saâdet bilenler, bu muhabbet râbıtasında saf tutarlar. Bu ulvî cephenin adı îmandır. Îman ki; gönülde Hak nûrunun parlamasından ve ilâhî muhabbetin yüreği doldurup taşırmasından ibâret kudsî bir duyuştur. Feyizli bir gönül ile kâinâta nazar edenler, öyle bir duyguya nâil olurlar ki, nazarlarında sanki üzerlerindeki semâ, muhteşem bir billur avize gibi ilâhî sırlardan göz kırpan bir derinlik sunmakta; yeryüzü ise her ağaç ve onların yaprakları ile niyaz ellerini açarak neşeli ürperişlerle Rabb’ine yalvarmakta… Çimenler, sanki Muhammedî bir cemaat için seccâde, onun üzerinde çiçekler sefâlı bir ümmet olarak dalgalanmakta… Kudret nişâneleri olan dağlar, ilâhî huzurda kıyam hâlinde… Bulutlar, seyyar feyz ü bereket menbaı olarak semâda dolaşan birer deniz… Rüzgârlar, ilâhî ilhâmın gaybî habercileri… Şimşekler, korku ve ümit şerâreleri. Gürlemeler ve yıldırımlar, Kahhâr’ın saltanatının fermanları ve gafletten îkaz edici bombardımanları… Gündüzler, onun nûrunun zuhûru; geceler, sırlar ve hikmetler cümbüşü… Hulâsa cihan, câzibe âyetleri ile dolu bir tecellî ve esrar kitabı; esmâ-yı ilâhiyyenin fiilî tecellîsi, âdeta sessiz bir Kur’ân… Kur’ân da, kelâma bürünmüş bir cihân… İnsan ise, her ikisinin kavşağında bulunan bir irfan mihrâkı ve tecellî âbidesidir.
Âişe -radıyallâhu anhâ-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbî rikkatine dâir bir manzarayı şöyle sergiler:
“Bir gece Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana:
«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabb’ime ibâdet ederek geçireyim.» dedi. Ben de:
«–Vallâhi Sen’inle berâber olmayı çok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.» dedim.
Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Bilâl namaza çağırmaya geldi. Ağladığını görünce:
«–Yâ Rasûlallâh! Allâh Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi.
Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«– Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» dedi ve şu âyetleri okudu:
«Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allâh’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve: Rabb’imiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru! (derler) (Âl-i İmrân, 190-191) (İbn-i Hibbân, II, 386)
Bu âyet-i kerîmeler nâzil olduğu gece Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, göklerin yıldızlarını imrendirecek gözyaşları ile sabaha kadar ağlamıştı. Allâh’ın lutfu ile mü’minlerin de gözyaşları, muhakkak ki fânî gecelerin ziyneti, kabir karanlıklarının aydınlığı, âhiretteki cennet bahçelerinin şebnem damlalarıdır.
Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği bâzı aylar, günler ve geceler vardır ki, vuslata nâil olmanın fırsat demleridir. Rabb’imiz, inşâ ettiği semâ takviminde on iki aydan bâzılarını diğerlerine üstün kılmıştır. Şehrullâh olarak da anılan “Receb” ayı, bunlardan biridir.10
Câhiliye devrinde dahî bu ayda kılıçlar kınına sokulur, kanlı ihtiraslara sükûnet örtüsü çekilirdi. İslâmiyet gelince de Receb ayına gösterilen bu hürmet ve tâzim devâm etti. Bu mübârek ay, ilk Cuma gecesi -meleklerin dili ile- “Regâib” ve 27. gecesi “Mîrâc” olmak üzere iki kandil gecesiyle şereflendirildi.
Bu geceleri Allâh Rasûlü’nün feyz ve muhabbeti ile tezyîn etmek en mühim vazîfelerimizden biri olmalıdır. Zîrâ Allâh Rasûlü’nün muhabbeti, kalblerimizin saâdet sermâyesidir. O’na muhabbetle itaat eden, O’na gönül veren bahtiyarlar; Allâh’ın nîmetlerine nâil olan peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihler kâfilesine katılan ebediyet yolcularıdır.
Allâh Teâlâ kalblerimizi; hulûlüyle müşerref olduğumuz bu mübârek gün, gece ve ayların feyz ve bereketi ile doldursun, Rasûlullâh’ın nûru ile aydınlatsın, O’nun muhabbetiyle donatsın. Bizleri mahşerde Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sancağı altında haşretsin ve O’nun şefaatine nâil eylesin.
Memleketimizi ve bi’l-cümle İslâm âlemini hayırlara, fütûhâta ve füyuzâta mazhar eylesin.
Yâ Rabbî! Uzun bir gurbet ve derin bir yalnızlık yurduna akıp gitmekteyiz. Orada güneşimiz îmân, dostlarımız nebîler ve sâlihler, saâdet bahçelerimiz de sâlih ameller olsun!
Allâh’ım! Bizleri, kâinât ve hâdiseleri gönül gözü ile seyredebilen hakîkî idrâk sahibi kullarından eyle! “Oku” emr-i celîlinin muhtevâsından kalblerimize nasipler lutfeyle.
Âmîn!..
 
A

AhDe_VeFaLi

Ziyaretçi
Kur’ân ve Tefekkür -2-

İnsanoğlu; sırf et ve kemikten ibâret bir varlık değildir. O bir îcad bedîası, yâni sanat hârikasıdır ki, Cenâb-ı Hak yüce zâtına vuslat istîdâdını, mahlûkât içinde ona nasîb etmiştir. Yaratılışındaki şeref ve haysiyeti koruyarak kemâle eren bir insan; ilâhî feyizlere mazhar, kevnî ve ilmî tecellîlere kaynak, hayırlara mecrâ, muazzam bir kıymettir. Zîrâ Rabb’i onu “ahsen-i takvîm” yâni en güzel yaratılış vasfına erdirmiştir.
Böyle lutuflara nâil olan insanın fânî ve emânet varlığını şüphe ve cehâlet girdaplarında ziyan etmesi, daha net bir ifâde ile kendisine azap kefeni dokuması ne hazindir?
İnsanlar, nefs oklarına karşı dikilmiş imtihan hedefleridir. Onun için her yudumda bir boğulma, her lokmada bir tıkanma ihtimâlini gözardı etmeden, ömrü, kalbî bir teyakkuz iklîminde yaşamak îcâb eder. Zîrâ ömür, fânî bir hayâtın sayılı günlerini ihtivâ eden bir fırsat takvimine benzer. Görünmez bir el, her gün bir yaprağımızı koparmakta ve ecel rüzgârlarına bırakmaktadır.
Geçen günlerimiz şâhitlerimiz, istikbaldeki günler ise misâfirlerimizdir. Misâfir günlerimize îtinâlı hazırlanmak gerekmektedir. Ömürler, ebediyet dosyalarıdır. Kirâmen Kâtibîn melekleri, işlenenleri hatâ ihtimâli olmadan kaydetmektedirler. O dosyalar birgün önümüze serilecek ve bize:
اقْرَأْ كَتَابَكَ كَفَى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا
“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14)
buyrulacaktır.
Bizim kitabımızın, yâni amel defterimizin dışında üzerinde yaşadığımız yeryüzü de, yaptıklarımıza bir şâhid olarak Hakk’ın huzûrunda dile gelecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ أَخْبَارَهَا
“İşte o gün (yeryüzü, üzerinde işlenenlerin) haberlerini söyler.” (ez-Zilzâl, 4)
İnşâallâh o gün mü’minler olarak cümlemizin yüzü ak olur. Bunun için Kur’ân-ı Kerîm, bizleri şöyle istikâmetlendirir:
(O muttakî kimseler, geceleri namaz kılmak ve istiğfâr etmek için) yanlarını (tatlı) yataklarından kaldırırlar. Rablerine, azâbından korkarak ve rahmetini umarak duâ ederler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da hayır yollarına infak ederler.” (es-Secde, 16)
“Biz, abus ve belâlı bir günde Rabb’imizden (O’nun azabına uğramaktan) korkarız (derler).” (el-İnsan, 10)
“Rablerinin azâbından korkarlar. Doğrusu Rablerinin azâbına (karşı) emîn olunamaz.” (el-Meâric, 27-28)
Kur’ân-ı Kerîm, kendilerini Allâh’ın azâbından emniyette hissedenlerin, ancak hüsrâna uğramış zümre olduğu bildirir:
“Allâh’ın azâbından emin mi oldular? Fakat ziyâna uğrayan topluluktan başkası, Allâh’ın (böyle) mühlet vermesinden emin olamaz.” (el-A’râf, 99)
İlâhî rahmet ve yardımdan ye’se kapılanların ise sadece kâfirler olduğu bildirilir:
“…Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allâh’ın rahmetinden ümit kesmez…” (Yûsuf, 87)
Mü’min kalbi, korku ile ümit kutupları arasında kulluk heyecanı ile titreyecektir. Korku ile ümit duyguları arasındaki bu muvâzeneye “beyne’l-havfi ve’r-recâ” makâmı tâbir olunur ki, mü’min dâimî bir duâ, acziyet ve ilticâ hâlinde olup yakîn (ölüm) gelene kadar bu muvâzene ve âhengi teminde titiz davranmalıdır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Allâh’a korkarak ve (rahmetini) umarak duâ edin. Muhakkak ki, ihsân sahiplerine Allâh’ın rahmeti çok yakındır.” (el-A’râf, 56)
Dolayısıyla mü’minlerin:
“…O’nun rahmetini umarlar ve azâbından korkarlar. Çünkü Rabb’inin azâbı, sakınılacak bir azaptır.” (el-İsrâ, 57) âyetindeki târife uygun bir tefekkür içinde yaşamaları îcâb eder.
Peygamberler ve onların bildirdikleri dışında hiçbir kimse için ebedî kurtuluş teminâtı yoktur. Rabb’imiz bu hâli te’yîd için:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ إِلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ
“Ey îmân edenler! Allâh’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyurmaktadır.
Allâh korkusu, kalblerin saâdet ışığıdır. Kur’ân-ı Kerîm, pek çok azap âyetleri ve cehennem haberleri ile doludur. Buna rağmen bazı gâfil kişilerin:
“Allâh Gafûr’dur; O sevilir, O’ndan korkulmaz.” ifâdelerine Kur’ân-ı Kerîm şöyle îkazda bulunur:
“Ey insanlar! Rabb’inize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allâh’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayâtı sizi aldatmasın ve şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33)
Yine bâzı gâfillerin:
“Günahın benim olsun!” gibi ifâdelerle mânevî kabadayılığa tevessül ederek alıkça ve ahmakça günah hamallığına girişmeleri ne hazindir.
Gâfil, dünyada ferahlanır. Dünya nîmetleri ile zevk u safâya dalar. Sâlih ve mütefekkir bir kişi ise, dünya hayâtını ganîmet bilir; mânevî mertebelere erişebilmenin gayret ve heyecanı içinde yaşar. Gâfil; kader, yâni ilâhî takdir ile çekişme ve isyan hâlindedir. “Neden” ve “niçin” suâllerinin çıkmazları içinde kalır. Sâlih ve mütefekkir kişi ise, hikmete nazar etmeye ve hakîkatte derinleşmeye çalışarak gerçek huzuru elde etme çabasında ve rızâ hâlindedir.
Bir kısım kimselerin de, güyâ kendilerinde apayrı bir tasavvufî derinlik varmış gibi davranması, daha doğrusu kalb ve hâl bakımından ulaşmadığı zirve makamları esas ve esrârına vâkıf olmadan kuru kuruya diline dolaması; Mevlânâ, Yûnus ve emsâllerinin makamında olmadığı hâlde:
“Ben ne cenneti isterim, ne de cehennemden korkarım. Ben Hak âşığıyım, sadece O’nu severim…” gibi yüksek perdeli sözler sarfetmesi, sun’î bir meczupluk sergilemesi, aslâ makbul değildir.
Allâh’ta fânî olan kişi, kalbinde mâsivâya âit bütün yolları kilitler. Yalnız Allâh’a giden yolları açık bırakır. Onda muhabbet ve sevginin kemâline erer. Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh-’un ifâdesi ile, bu duruma gelen âşık kula Rab, öyle bir sevgilidir ki, arştan yerin dibine kadar bütün varlıkların sevgisini onun kalbinden çıkarır. Hem de öyle çıkarır ki, o âşık kul artık ne dünya ne de âhireti düşünmez olur. Kendinden dahî ürküntü duyar, yalnız Rabb’i ile ünsiyet ister. Tıpkı Leylâ ile Mecnûn’un durumu gibi olur:
Vaktiyle Leylâ’nın sevgisi ile mecnûn olan genç, halkın arasından ayrılır, yalnız yaşamağa başlar. Mâmur beldeleri bırakır, çöllerde vahşî hayvanlar arasına karışır. Halkın övmesini veya yermesini bir kenara iter, bunları duymaz olur. Onların konuşması ile sükûtunu fark etmez hâle gelir. Birgün kendisine, yâni Mecnûn’a sorulur:
“–Sen kimsin?”
“–Leylâ!” der.
Yine sorulur:
“–Nereden geldin?”
“–Leylâ’dan…” der.
Yine sorulur:
“–Nereye gidiyorsun?”
“–Leylâ’ya…” der.
Mecnûn’un gözü ve gönlü, Leylâ’nın aşkının şiddetinden bütün âleme âmâ oldu. Kulakları da Leylâ’nın dışındaki bir kelimeyi duymaz oldu. (Abdülkâdir-i Geylânî, Fethu’r-Rabbânî, s. 284)
Mü’min, Allâh -celle celâlühû-’yu aşk ile tanıdığı ve O’nda fânî olduğu zaman kalbi bütün varlıklardan boşalır. Yalnız O’nunla dolar. Dünyevî ve beşerî arzular ömrünü tüketir. Âşık gönül, yalnızlıkta ve kalabalıklarda yalnız Rabb’i ile ünsiyet hâlindedir. «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..» (Hûd, 112) emr-i celîli içinde, yâni istikâmette saâdeti bulur. Allâh Teâlâ böyle kulunu derin hakîkatlere vâkıf kılar.
Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i beşeriyete «örnek şahsiyet» olarak armağan etmiştir. Beşerî kademeleşmenin her noktasındaki mü’mine örnek, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.
Rivâyet edilir ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, beşeriyet hâlinin galebesi muktezâsı, torunları Hasan ve Hüseyin’e karşı kalbinde olması gerekenden fazlaca bir sevgi duymuştu. Bunun üzerine Cebrâil -aleyhisselâm- geldi ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sordu:
“–Onları çok mu seviyorsun?”
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular:
“–Evet, seviyorum.”
O zaman Cebrâil -aleyhisselâm- şu haberi bildirdi:
“–Onların biri zehirlenecek, diğeri de şehîd edilecek…”
Bu hâdiseden sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gönlündeki gözünün nûru torunlarının sevgisini dengeledi. (Abdülkâdir-i Geylânî, Fethu’r-Rabbânî, s. 314)
Bu da göstermektedir ki, muhabbeti Allâh’tan gayri bir varlık hakkında lâyık olan hadden fazla bir derecede gerçekleştirmek, ind-i ilâhîde makbûl değildir. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- âlemlerin varlık sebebiyken, O dahî Cenâb-ı Hakk’ın şu misalde vâkî olduğu gibi îkaz ve irşâdına nâil olmasaydı, bir zelle irtikâb etmiş olacaktı. O hâlde muhabbette ifrata kaçmanın ne derece ehemmiyetli olduğunu bu misalden anlamalı ve teveccüh ettiğimiz her şeye kalbî alâkamızı dengeleyerek onu -bir nevî- put hâline getirmekten korunmaya çalışmalıyız. Zîrâ bizler, Peygamberler gibi mahfuz (korunmuş) değiliz.
Muhabbette had-hudud tanımamak, o sâdece Allâh Teâlâ’ya müteveccih olduğu zaman câizdir. Allâh’a duyulan korku ve ümid duyguları, bir âhenk içinde devam ederse, kalbler, îmân semâlarının rahmet bulutları olur. Zîrâ seven, dâimâ sevdiğini incitme korkusuyla ve sevdiğinin muhabbetini kaybetme endişesi ile yaşar.
Kur’ân-ı Kerîm’de:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِن تَنصُرُوا اللَّهَ يَنصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ
“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyrulur.
Onun için bu fırsat demlerinde îmânımızın bütün güzel tezâhürleri ile amel defterlerimizi birer amel-i sâlih sergisi hâline getirmeye gayret etmeliyiz. Unutmamalıyız ki biz mü’minler, Allâh’ın bir lutfu olarak, meleklerin kendisine secde etmesi emrolunan Âdem -aleyhisselâm-’ın torunları, ilâhî esmâ mektebinin ve Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ledünnî hakikat dershânesinin talebeleriyiz. Kur’ân ile hayat bulan sırât-ı müstakîm yolundayız.
Dolayısıyla gönlümüz, Kur’ânî hakîkatlere ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Sünnet-i seniyyesine, iştiyak ve muhabbetle dolup taşmalıdır. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bizleri sonsuz saâdet ve hidâyet yoluna dâvet hâlindedir. Rabb’imiz, kendisine ancak kalb-i selîmin vâsıl olabileceğini bildirmektedir. Bu itibarla onların dâvetine karşı duygusuz ve tefekkürsüz kalmak, ancak kilitli kalblerin bir gaflet ve hüsrânıdır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ أَمْ عَلَى قُلُوبٍ أَقْفَالُهَا
“Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbleri kilitli mi?” (Muhammed, 24)
Kur’ân-ı Kerîm bu tefekkürü, kendi yücelik ve misilsizliği hususuna da tevcîh eder:
أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِندِ غَيْرِ اللّهِ لَوَجَدُواْ فِيهِ اخْتِلاَفًا كَثِيراً
“Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o Allâh’tan başkasından gelseydi, onda pek çok ihtilâflar, tezatlar bulacaklardı.” (en-Nisâ, 82)
14 asırdan beri var olan Kur’ân-ı Kerîm’in ilme, fenne karşı tezat teşkil eden bir âyetini göstermek mümkün değildir. Bilâkis her asırda yapılan keşif ve îcatlar Kur’ân’ın gücünü artırmaktadır. Kur’ân ki, 1400 sene evvelki bir bedevîye de onun arayıp istediğini vererek rûhunu tatmîn ediyor, hayâtını en güzel bir şekilde düzenliyordu. Bugün de, en üst seviyedeki ilim erbâbını bile kuşatacak bilgileri vakti geldikçe fâş etmek sûretiyle herkesi hayret ve dehşette bırakarak kendisine râm etmektedir! Çünkü o, kıyâmete kadar olmuş ve olacak bütün ilmî terakkîlere öncülük edecek en mükemmel bilgilerle doludur.
Hattâ Kur’ân’daki mûcizevî bilgilere, yapılan ilmî keşiflerle daha çok yaklaşılabileceği de, âyetlerde belirtilen bir mûcize olarak Cenâb-ı Hakk’ın vaadidir. Kur’ân’daki bu hârikulâde hâller, yüce hakîkatlerin ilâhî vaad çerçevesinde zamanı geldikçe tahakkuk etmesidir. Allâh Teâlâ buyurur:
“İnsanlara ufuklarda ve kendi nefslerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur’ân’ın) gerçek olduğu kendilerine iyice belli olsun!.. Rabb’inin her şeye şâhid olması yetmez mi?” (Fussilet, 53)
Bu ilâhî beyan istikâmetinde misâller çoktur. İşte birkaç âyet-i kerîme ve ilmî hakîkatler:
“Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alekadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları belli
belirsiz canlı bir çiğnem et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki, size (kudretimizi) gösterelim! Biz dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden kimi vefât eder; yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına (ihtiyarlığa) kadar götürülür; tâ ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hâle gelsin! Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir hâlde görürsün; fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir.” (el-Hacc, 5)
“Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık.
Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe hâline getirdik.
Sonra nutfeyi aleka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden alekayı, bir parçacık et hâline soktuk; bu bir çiğnem eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan hâline getirdik. Yapıp-yaratanların en güzeli Allâh pek yücedir.” (el-Mü’minûn, 12-14)
Kanadalı Prof. Dr. Keith L. Moore, embriyoloji sahasında yazdığı eserinde insanın rahimdeki safhalarını îzâh ettikten sonra bu bilgileri âyet-i kerîmelerle karşılaştırarak, ilmin Kur’ân-ı Kerîm’le mutâbakat hâlinde olduğu, hattâ Kur’ân’ın, verdiği misâl ve târiflerle tıp ilminin önünde gittiği îtirâfında bulunur.
Keith, Kur’ân’daki nutfe, aleka ve mudğa tâbirlerinin, yâni bu üç safhanın husûsiyetlerinin hepsinin de ilmî hakîkatlerle uygunluğu yanında tıp âlemine büyük bir ışık tutmakta olduğunu ifâde eder. Nutfe hâli olarak ifâde edilen safha, ilmî araştırmaların bütün muhteviyâtına şâmildir. Aleka safhası, asılı ve donuk bir kan vaziyetindedir. Ceninin bütün hayat özellikleri, bu pıhtı hâlindeki kanda depolanmıştır. Mudğa ise, çiğnenmiş et demektir. Şekline bakıldığında, onun sanki çiğnenmiş bir et parçası hâlinde olduğu görülür. Âdeta üzerinde diş izleri vardır. Bu araştırmalar netîcesinde Keith, Kur’ân ve Hazret-i Peygamber hakkında büyük bir hayranlık duyar ve Kur’ân’ın 1400 sene evvelki bu mûcizesini büyük bir itmi’nân içinde tasdîk eder, İslâm’la şereflenir.
Bu ve benzerî tasdîkleri, Kur’ân-ı Kerîm mûcizevî olarak şöyle bildirmektedir:
(Habîbim!) Gerçek ilim erbâbı, Rabb’inden sana indirilen ilâhî vahyin tamâmen hakîkatten ibâret olduğunu ve Hamîd olan Allâh’ın yoluna ilettiğini elbette göreceklerdir!” (es-Sebe’, 6)
Parmak izlerini inceleyen ilim dalı da, parmak uçlarının ömür boyunca hiç değişmeden aynı kaldığını; hiçbir insanın parmak ucunun bir başkasınınkine benzemediğini ortaya koymuştur. Bu sebeple emniyet ve hukukta en güvenilir hüviyet tesbîti, parmak ucu iziyle yapılmaktadır. Bu hakîkat, 19. asrın sonlarında keşfedilip kendisinden istifâde edilmeye başlanmıştır. Oysa Kur’ân-ı Kerîm:
“İnsan, bizim, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet toplarız; onun parmak uçlarını bile düzgünce, yerli yerince yapmaya gücümüz yeter!” (el-Kıyâme, 3-4) buyurarak, parmak uçlarının hassâsiyetine asırlar öncesinden dikkat çekmiştir.
Yâni Kur’ân önde, ilim onun arkasında devam etmektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“De ki: İnsanlar ve cinler, birbirlerine yardımcı olarak, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, andolsun ki yine de benzerini yapamazlar.” (el-İsrâ, 88)
Zîrâ Kur’ân, âciz bir insanın ilmi değil, bu dünyadaki bütün ilimlerin kâidelerini vazederek insanlara lutfeden Rabb’in ilmidir. Aynı zamanda ilmî keşiflere vâsıta olan idrakleri yaratan da o kelâmın sâhibi olan Hak Teâlâ’dır.
Bütün nebîler ve velîler, ilimlerini Kur’ân’ın hakîkatinden alırlar. Dolayısıyla önceki ilâhî kitapların muhtevâsı da Kur’ân-ı Kerîm istikâmetindedir. Nasıl ki insan, âlemin küçük bir modelidir, Kur’ân da aynı şekilde bütün âlemleri kuşatan ilâhî bir kitaptır. Bu itibarla onun ihtivâ ettiği ilimler, zaman ve mekân kaydı olmaksızın süreklidir. Bütün zamanları kuşatmıştır.
Bu idrâk ile Hak dostları onun her kelimesinden hattâ her harfinden değişik sır tecellîlerine mazhar olmuşlardır. Yine Hak dostları, bütün ilimlerinin ve telif etmiş oldukları bütün eserlerinin, Kur’ân nûrundan bir tecellî olduğunu ifâde etmişlerdir.
Burada bilvesîle şunu da vurgulamak isteriz ki, içinde bulunduğumuz ay, -inşâallâh- hulûlü ile feyizleneceğimiz Mîrâc gibi kıymetli bir geceyi ihtivâ etmektedir.11
Hicretten bir buçuk sene evvel ve Receb ayının 27. gecesinde vâkî olan “İsrâ”, yâni Peygamber Efendimiz’in Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya yolculuğu ve “Mîrâc”, yâni sonsuz semâlara yükselişi; zaman ve mekân kayıtlarının dışında yaşanan büyük bir ilâhî tecellîdir.
Âyet-i kerîmede, bu kudsî yolculuk şöyle ifâde edilmektedir:
“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allâh, noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” (el-İsrâ, 1)
Diğer bir âyet-i kerîme de, bu ilâhî yolculuktaki hikmetli tecellîleri şöyle ifâde etmektedir:
“O dem ki Sidre’yi bir feyiz12 sarıyor, sardıkça sarıyordu. Peygamberin gözü kaymadı, şaşmadı, sınırı aşmadı da.13 Vallâhi gördü, hem de Rabb’inin âyetlerinden en büyüğünü gördü.” (en-Necm, 16-18)
Mîrâc vak’ası, bütün ihtişâmı ile tefekkür edildiğinde açıkça anlaşılır ki, gecenin bir ânında cereyân eden bu ilâhî tecellî, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, Hak Teâlâ’nın sonsuz kudretinin azametini müşâhede etmesi için tertip edilmiş bir “Habîb ile Mahbûb” mülâkâtıdır. Bu ilâhî dâvet ve kabûlün derin hikmetleri, müstesnâ incelik ve güzellikleri, aklın hudutları ve beşer mantığının sınırları dâhilinde lâyıkıyla kavranmaktan münezzehtir. Bu cihetle bu muhteşem yolculuğun derûnî hikmetleri, bildirilen mahdud bilgilerin dışında Habîb ile Mahbûb arasında bir sır olarak kalmıştır.
Bu mübârek gecede, şehâdet parmakları gibi göklere yükselen minârelerimizde parlayacak kandillerin, o gecenin kudsî hâtıralarından günümüze yansıyan nurlu nasipler ve ilâhî armağanlar olduğunu hatırdan çıkarmayalım.
Mîrâc gecesinin ümmet için en ulvî hâtırası ise, hiç şüphesiz ki namazdır. Namaz; dînin direği, gözlerin nûru, kalblerin sürûru, Hâlık ile mülâkat, velhâsıl mü’min gönüllerin mîrâcıdır. Allâh’a kul ve Rasûlüne ümmet olma nisbetinde her birimiz ferdî mîrâclar yaşamak istîdâdındayız. Kulluk hayâtının mîrâcının bilhassa namaz ile tahakkuk edeceğine dâir açık işâretler bulunmaktadır. Dolayısıyla, namazlarımızın keyfiyeti de, mîrâclarımızın seviye ölçüleridir. Bu mîrâclara, yâni ulvî vuslat yolculuklarına günde beş vakit dâvetli bulunmaktayız.
Cenâb-ı Hak, bu mübârek geceyi bütün ümmet için saâdet kaynağı eylesin.
Allâh’ım! Bizlere rahmetini yağdıracak istikâmeti nasîb eyle. Bizleri nefsânî dünya denizinde boğulmaktan muhâfaza eyle. Ey keremi bol Rabb’imiz! Bize hakîkatleri kavrayacak idrâk ve anlayış ver. Kalblerimizi muhabbetinle doldur.
Allâh’ım! Bizleri Kur’ân’ın ilmi ile ziynetlendir. Onun sonsuz tefekkür iklîminde ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbet gülşeninde gönüllerimizi dipdiri eyle; tâ ki Sen’in yüce huzûruna kalb-i selîm ile gelebilelim…
Âmîn!..
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst