Sofî

Vuslat

Deneyimli Üye
Üye
SOFÎ

Sofî, tasavvuf ehli olanlar için kullanılan bir tabirdir. Bu kelimeyi “sûfî” şeklinde kullananlar da vardır. Zannediyorum bu farklı kullanım, biraz da kelimenin menşeinden kaynaklanmakta. Onun “sof”tan, “sofus”tan, “safâ”dan, “safvet”ten geldiğine kail olanlar, veya dindarlıktan kinâye olduğunu düşünenler “sofî”; “sûfân” “sûfâne” veya “suffe”den geldiğini iddia eden, ayrıca “softa” ma’nâsına gelen “sofu”dan ayırmak isteyenler de “sûfî” şeklinde kullanmışlardır.

Erbâbının sofîyi tarif sadedinde şu ifadelerine rastlarız:

Sofî; kalbi Allah için safvet bulmuş ve iç âlemi itibariyle berraklığa ermiş “Hakk yolcusu” demektir.

Sofî; Cenâb-ı Hakk’ın kendisi için seçip intihap buyurduğu, intihap buyurup nefsinin tesirinden kurtararak duruluğa erdirdiği iddiasız “Hakk eri” demektir.

Sofî; mahviyet ve tevâzuuna nişâne, iç huzuru ve gönül rahatlığıyla “sûf” (yün) giyip sevgiyi seven ve ona, onun sahibine cefâ tattırmayan, dünyanın, dünyaya ve hevesâtımıza bakan yanlarıyla ona aldırış etmeyen Hakikat-ı Ahmediye yolunun yolcusudur. Evet, sûfîlerin sûf giymeleri, giyinişlerine izâfe edilen bir isimle anılarak kendilerine “mutasavvıf” denmesi onların hallerini, özlerini ve tavırlarını nazara vermek içindir. Çünkü sûf giymek, öteden beri peygamberlerin, onlara uyanların ve her zaman kendilerini ibadete verenlerin şiârı olmuştur. Eğer, gerçekten peygamberler ve onların havârilerinin giydikleri yün ise, “sûfî” kelimesinin, “sûf”a nisbetinin doğru olduğunu söyleyebiliriz.

Sofî; nefsânî bulanıklıklardan sıyrılıp özüne eren ve beşerî bütün küdûrâttan arınarak lâhûtîleşen gerçek insanlığa yükselme yolunun şehsuvârı demektir.

Sofî; ehl-i suffeye benzeme gayretinden ötürü bu nâm-ı celîli alan ve ömrünü o ismi istihkaka hasreden gönül erinin ideal adıdır.

Sofî kelimesinin “sâf”tan müştak olduğunu da söyleyenler olmuştur; iştikak hatası mahfuz, sürekli Hakk karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde bulunmaları açısından, sakat bir asıldan düşündürücü bir fasıl gibi görünür.. gerçi himmetlerinin yüksekliği ve kalplerinin sürekli Allah’a müteveccih olması, onların bu mevkiin erleri olduğunu gösterir ama, “sâf”tan sûfînin iştikakı yanlıştır. Sofînin; Rumca “hikmet” ma’nâsına gelen “sofîya” kelimesinden veya Yunanca “sofus”tan geldiğini iddia edenler de olmuştur. Bunun da yabancıların yakıştırması olabileceği kanaatindeyim; o kanaatteyim sofîlerin her ne kadar pek çoğu hikmet erbâbı olsa bile..

İslâm tarihinde ilk sofî lakabını alan büyük zâhid Ebû Hâşim el-Kûfî’dir. Bu zat, Hicrî 150 senesinde vefat ettiğine göre, sofî tabirinin Hicrî ikinci asırda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu demektir ki, sofî kelimesinin böyle hususi bir ma’nâda kullanılması ashâb ve tâbiîn-i kirâm efendilerimizden sonra olmuştur.

Bir sistem olarak, zâhid Ebû Hâşim’le tanıdığımız sofîlik, ilk zuhuru itibariyle, Peygamberimiz ve arkadaşlarının yaşayışlarındaki sadelik çizgisinde, dünya cihetiyle dünyaya karşı ciddî bir tavır içinde, sürekli rekâik ve ölüm ötesi hadiselerle irtibatlı, kalb ve ruh insanlarının mesleğiydi. Bu itibarla da o, hep rûhânî hayatın emrinde oldu. Sofîlik, çıkış gayesi açısından kalbi Hakk’a bağlamak ve sîneyi aşk u muhabbetle dağlamaktan ibaretti.. ve sofîlik, tarih boyu “hüsn-ü huluk” ve “edep” dedi, peygamberler yolunu solukladı. Her meslek gibi onda da bir kısım inhirafların ve çarpıklıkların yaşandığı devirler olabilir. Sadece inhiraflara ve çarpıklıklara bakarak bu saf gönüller mesleğini karalamak insafsızlık olsa gerek.

İmam Kuşeyrî, kendini rûhânî hayata salan sofîlerden bahsederken özetle şöyle der: Müslümanlıkta büyüklüğün ünvanı olarak, Allah Rasûlü’ne arkadaşlık ünvanından daha büyük pâye yoktur. Bu mazhariyet başka dönem insanlarıyla paylaşılmayacak kadar büyük bir mazhariyettir. Bundan sonra en büyük nam ve pâye ise, Allah Rasûlü’nün ashâbını görüp tanıma bahtiyarlığına ermişlerin ünvanı olan “tâbiîn” ünvan-ı celîlidir. Bu kadri yücelerden sonra da tâbiînle buluşup görüşme mutluluğuna ermişlerin nâm-ı celîlü’l-kadri olan “tebe-i tâbiîn” gelir.. bu üç aydınlık zümrenin gurûbuna ve bu arada bir kısım fitnelerin zuhuruna muhâzî olarak da fıkıh cephesinde fakîhler, hadis cephesinde muhaddisler, akaid cephesinde muhakkikîn-i mütekellimîn çok önemli misyonlar edâ ettikleri gibi İslâm’ın rûhî cephesinde de en önemli tecdidleri sofîler gerçekleştirmişlerdir.

Sofîler, hayat tarzları itibariyle fevkalâde dürüst, olabildiğince sade, her türlü karışıklıktan âzâde, bedenî mutluluk ve cismânî tutkulardan uzak, zâhidlik, fakirlik ve nâsikliğin yükseltici ikliminde ömür sürdürmeye kilitli, Peygamber Efendimiz ve güzîde İslâm büyüklerine benzemeye kararlı öyle dengeli insanlardır ki, onları bu evsâf-ı âliyeleriyle ne eski hekim ve filozofların devamı kabul etmek, ne Hristiyan mistiklerle irtibatlandırmak, ne Hint fakirizminin bir kolu saymak ne de günümüzdeki bir kısım mehâbet ve mehâfet bilmez lâubâlîlerle aynı görmek mümkün değildir. Bir kere tasavvuf, ilk zuhuru ve temsilcileri itibariyle, kalbin iç yüzü, eşyanın perde arkası ve varlığın sînesindeki gizli esrârın ilmi kabul ediliyordu; sofî de bu ilmin talebesi ve bu yolun nihayetine ulaşmaya kararlı süvarisi. Bu süvari bütün bir ömür boyu her insan için ideal bir ufuk sayılan “insan-ı kâmil” olma zirvesine koşacaktı. Evet, Nâmütenâhî’ye ulaşma cehdiyle bitmeyen bir yolculuk.. tükenmeyen bir azim ve herhangi bir beklentiye girmeden tevakkufsuz sürdürülen bir maraton.. işte tasavvuf bu, sofî de bu muhtevânın mübarek temsilcisi büyük kahramanı! Meseleye böyle yaklaşılınca, sofînin filozoflarla, mistiklerle, yogilerle hiçbir münasebeti olmadığı gibi, tasavvufun da mistisizmle, yogizmle, felsefeyle uzaktan-yakından alâkası olmadığı kendi kendine ortaya çıkar.

Vâkıa, İslâm’ın zuhurundan evvel, Yunan ve Hint filozofları da tasfiye yolunda yürümüş ve sofîlerin yaptıklarına benzer mücahedede bulunmuşlardı ama, bu iki yol öz ve esas açısından birbirinden çok farklı şeylerdi. Bir kere sofîye, tasfiyesini, zikir, ibadet ü taat, nefis muhâsebesi, tevâzu ve mahviyet esaslarına bağlı olarak gerçekleştiriyor, sonra da âhir ömrüne kadar bu çizgisini korumaya çalışıyordu. Eğer filozofların tasfiyesine de tasfiye denecekse, o “keyfemâyeşâ” bir tasfiye idi.. bu tasfiyenin içinde ibadet ü taat, nefis murâkabesi, tevâzu ve mahviyet bulunmadığı gibi, hemen her zaman gaflet ve benliğin küstahlaştırılması ön plânda idi.

Sofîye, başlıca iki gruba ayrılır:

1- İlim yörüngeli hareket edip, mârifet kanatlarıyla vuslat arayanlar.

2- Mücerred zevk, vecd ve keşif yolunda gidenler.

Evvelkiler, ilim ve mârifet kanatlarıyla “seyr ilallah”, “seyr fillâh” ve “seyr anillâh” ufuklarında bitmeyen bir yolculuk yaşar ve ömürlerini “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh”ın üveykleri olarak sürdürürler.. varlığın içinde müşâhede ettikleri her tebeddül, her tağayyür, her tekevvün onlara Hz. Kudret ve İrade’den yüzlerce mesaj sunar, her hâdise onlara ayrı ayrı dillerle çok farklı nağmeler fısıldar.

İkincilere gelince, bunlar da, seyr-i sülûk ve zühdlerinde ciddî olmakla beraber, keşif, kerâmet, zevk, vecd, tevâcüd peşinde olduklarından zaman zaman hedeften zuhûl ile “kurb” ikliminde “bu’d” yaşayabilirler. Birinci yol, Kur’ân’ın rehberliği altında yürüyen velâyet-i kübrâ temsilcilerinin yolu; ikinci yol ise, temelde Kur’ân ve sünnet yörüngeli olsa da, yer yer arzular, hisler, beklentiler öne çıktığından önceki yol kadar selâmetli değildir.

Ayrıca sofîler, kendi aralarında insanları üçe ayırırlar:

Birinci sınıfa “kâmil ve vâsıl” insanlar derler ki, bunlar da kendi içlerinde iki kısma ayrılır: Biri umum enbiyâ-i izâm ve rusul-i kirâm hazerâtı, diğeri de onlara mutâbaat ve inkıyadla Hakk’a vâsıl olmuş kümmelîndir. İşte gerçek kâmil insanlar bunlardır. Bunlardan bazıları kendi nefsinde kâmil ve vâsıl olmakla beraber mürşid olmayabilir. Hatta, bazı vâsıllar, vuslatı tamamladıktan sonra, bir daha da cem ve hayret bahrinin dalgalarından kurtulamaz; kurtulamaz ve ilelebed duyguları ve düşünceleriyle orada müstehlik kalırlar. Dolayısıyla da bunların nâsut âlemiyle münâsebetleri bütün bütün kesilir ve irşâda da muktedir olamazlar.

İkinci sınıfa “sâlik” derler; bunlar da yine iki kısma ayrılır, birinci kısım sadece Allah tâlipleri olup hem dünyayı hem de âhireti düşünmeyenlerdir. İkinci kısım ise, âhiret ve cennetin tâlibi olmakla beraber meşrû dairede dünyayı da isterler ki, bunlar da zâhidler, âbidler, âcizler ve fakirlerdir.

Üçüncü sınıfa gelince, bunlar, bütün bütün dünyaya hasr-ı himmet ettiklerinden, sofîye onlara “mukîmîn” der. Bunlar, eşrâr ve ashâb-ı şimâlden bir kısım bahtsızlardır ki, görmez, işitmez ve anlamazlar.

Ayrıca bu üç sınıftan ilklere “mukarrabîn”, ikincilere “ashâb-ı yemîn”, üçüncülere “ashâb-ı şimâl” diyenler de olmuştur.
 
Üst