Sesime Gel Anne

ömr-ü diyar

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
Yönetici
Sesime Gel Anne

Uzun zaman oldu sana yazmayalı. Ama bu kez de geçerli bir mazeretim vardı.Bilirsin hep olur zaten. Taşındım ben. Artık “Her özlediğinde beni, bu tepedeki çayırlığa bak. Seni seyrediyor olacağım” dediğin çayırlığa bakmıyor pencerelerim. Bir hayalin vardı, sen olmasan da. Bilirdim ki, annem orada, bana bakıyor, sussa da konuşuyor. Ama şimdi yüzündeki bütün mimikleri de alıp uzaklara gittin. “Hayır, yine sen gittin.”diyorsun belki de. Ama sana söylemiştim. Kızlar ne kadar uzağa giderse gitsin, aslında hep annelerine giderler. Çünkü her adımda bir kat daha annelerine benzerler. Aynı kader, aynı gülümseme, aynı acı…Belki şekil değişik yaşanmışlıklarda, ama ihtiva hep aynı.

Aynaya bakınca seni görüyorum son zamanlarda. Senin gibi konuşuyorum, senin gibi bakıyorum. Senin gibi gülemesem de, senin kadar güzel ağlıyorum. Gamzeme dolmasa da gözyaşlarım, yanaklarımın iki tarafında kristal birer göl oluşmasa da, evet, ağlarken dahi sana benziyorum.

Sen hiç pulları dökülmüş bir balık gördün mü? Ah o ne hazin bir manzaradır!İşte ben sensiz öyleyim…Her sene bir pulum dökülüyor da, sorana “yenilik iyidir” diyorum. Oysa bu yenilik hayra alamet sayılmaz. Bir dökülüş bu, bir eksilme…Yalnızlaşma ve kendinden uzaklaşma. Bu pulsuz ve çıplak halimle, ne yana dönsem kanayacağımdan korkuyorum, kıpırdayamıyorum. Sanki değdiğim her şey yakıcı ve keskin. Sanki zerrelerim lahzalara bölünecek ve ben sade bir iskeletle kalacağım.

Geçen akşam en sevdiğin diziyi izledim biliyor musun? Durdum ve kıpırtısız baktım ekrandaki yalandan suretlere. Esas kıza ağladım, kötü adamlara beddua ettim. “Sen böyle değilsin” diyorsun şimdi. Evet değilim, ama anne, gözlerim gözlerinin değdiği yerlere değmek istedi. Seninle aynı şeye bakıyor olmanın mutluluğu vardı yüreğimde. Sanki seninleydim, soluklarını duydum, gözlerine dokundum.

Ve düşündüm: Acaba biz de bir filmin yalancıları olabilir miyiz? Belki kendimizden habersiz kendimizi oynuyoruz. Belki her şey hüzünlü bir senaryo. Birisi “Kestik” diyecek ve biz kendimiz olacağız yine…”Zaten kendimizi oynamıyor muyduk?” diyorsun değil mi? Annem, bilinmesini istediğimiz kendimiz ile, olduğumuz kendimiz aynı olabilir mi sence? Bana göre olamaz. Mesela ben, öfkelendiğim şeylerin bilinmesini istemem. Bu düşmanıma koz vermek olur. Ağladığım şeyler de öyle…Bilirse herkes neye ağlayacağımı, ben gülemem ki…

Anne, ellerin acıyor mu? Acıyorsa söyleme…Ağrıyan yanlarını gizle benden. Ben sana “Nasılsın” diye sorarken bile korkuyorum biliyor musun? Zaten cevabını kestiremediği her sorudan korkar ya insanoğlu…

Hayalimde hep beyazlar giyiyorsun. Etekleri çimenleri öpen beyaz dantelalı elbiseler. Ama saçların hiç beyaz değil, gözlerin karanlığımın daimi meşaleleri…Dudakların hep hayır sözler söyleyecekmiş gibi tebessüme yatkın bir şekilde aralık…Her şeyini en güzel şekle sokuyor da algılarım, bir ellerine mutlu bir pozisyon biçemiyorum. Onlar hep garip duruyor. Avuçlarının naçarlığını neyle gizlerim anne? Ömrünün bütün çilelerini toplayıp, kader çizgine saklamışsın. Ne yapsam o hüzünlü ellerini mutlu tabloma sığdıramıyorum. Bütün annelerin elleri hüzünlüdür değil mi?

Çocuk yanaklarımı okşayan, ağzıma hayat lokmalarını koyan okul örgülerime yol veren, çaresiz anlarında birbirlerini yine kendileriyle gizlemeye çalışan hüzünlü ellerin…Çapa yapan, en ağır öfkesini bile bir ağaç parçasından toprağa akıtan ellerin, geceleri yanaklarımı tırmalardı. Sabahları saçlarım girerdi ellerinin derin yarıklarına. Aldırmazdın. Soba kapağını açarken bir naylon gibi parlardı ellerin. Yine de aldırmazdın. Karlı sabahlarda çamaşır yıkadığın deterjanlı sular bile mi yakmazdı canını?

Velhasıl, şekle girmiyor ellerin düşlerimde.

Seni ne çok sevdiğimi söyleyemediğime yanıyorum en çok. Dilimin ucuna gelirdi kelimeler, bir bakır levhayı ısırır gibi güçlükle sıkardım onları dudak kenarımda, söyleyemezdim. Oysa senden daha layık kim vardı sevilmeye de, böyle bonkörce harcadım o kelimeleri. Kim değerdi seni terk edip gitmeye anne? “Doğduğunda benim olmadığını biliyordum” demiştin. Kız elindir, kız doğuştan gelindir. Gelin hep gidendir. Giden zaten senin olmayandır.

Şu dağlar apartman olsa ve sen birkaç sokak ötemde…Yeşil renkli bir apartmanın ilk zilinde adın. Düştüğümde koşarak öptürmeye gelsem yaralarımı. Korktuğumda yorgun yorganının altına girsem. Okuldan dönüşümü pencerelerde beklediğin gibi beklesen beni çıkmaz yollarımın en ümitsiz yerinde. Sınavlarda okul önlerinde beklediğin gibi aydınlatıversen hayat imtihanından kırık not almış çehremi. Kovuğunda, bütün elemlerden arınmış bir hücreye atsan beni…Güneş de istemem, yağmur da…Yıldızları olmasın gecelerimin, resimlerimin gülen güneşleri…Sakla beni anne…

Rüyana gireyim bu gece. Tut, bir daha bırakma…

Benim sevgili uçurtmam…Kuyrukların bir bir takılmış tellere. İpinden de kurtulmuşsun ve kuyruklarından çok ırak diyarlara uçmuşsun. Geri dön, al beni…”Kabus gördün” de beni uyandırırken.

Kaybettim seni…İşte şimdi kaybettim. Kalk o çimenden, gittim ben oradan anne. Taşındım, tüm yükümü bağlayıp, başka bir viraneye döktüm. Başka duvarların merhametine sığındı yalnızlığım. Başka merdivenler çekecek üzerimdeki ağırlıkların yorgunluğunu…Başka muslukların damlamasıyla bölünecek gecelerim…Her şey başka…Görünürlerde sana layık bir yer yok. Desem ki gel şurada otur ve yine eskisi gibi bak bana…Vakit gece şimdi. Arar da bulamaz gözlerin beni. Korkarsın…Gel anne…

Küçük kızlar gibi ağlamak istiyorum soğan kokulu eteklerinde…

Ama biz istersek eğer, bulabiliriz birbirimizi…

Ağladığım yere doğru, sesime gel anne…

Anne…

Seni seviyorum…


aynur engindeniz
 
Üst