Recâ

Vuslat

Deneyimli Üye
Üye
RECÂ

Gelecek adına emellerle dopdolu olma ve arzu edilen şeylerin elde edilebileceği ümidiyle yaşama ma’nâlarına gelen recâ, sofilerce: “Gönülden istenen bir şeyin tahakkuk etmesi inancıyla meydana geleceğini ümit etme ve bekleme” şeklinde tarif edilmiştir. Bu itibarla, hasenât adına bir şeyi işleyip kabulünü beklemek, kezâ ma’siyetten tevbe edip hüsn-ü kabul göreceği mülâhazasıyla ümitlenmek birer recâdır.

Hata, günah ve seyyiatın şahsa yüklenmesi, hasenâtın ise, Allah’ın rahmetine atfedilmesi esasına dayanan recâ, sâlikin bir kısım yanlışlıkların, kötülüklerin ve yakışıksız şeylerin ağına düşmemesi, iyilikler ve güzelliklerle de şımarıp küstahlaşmaması için, istiğfar ve dua kanatlarıyla sürekli “seyr ilallah” ufkunda seyahatla şerlerden kaçınıp hayırlara sığınması; inâbe ve tazarru lisanıyla da devamlı “seyr maallah” ikliminde Hakk kapısının tokmağına dokunmasından ibaret sayılmıştır. Böyle bir denge kurulabildiği takdirde, ne havfta inkıta ve ye’s, ne de recâda gevşeklik ve şatahat olur.

Evet, günahlardan kaçınıp Allah’dan inâyet beklemek, yarışırcasına hayrât ve hasenât yolunda koşup sonra da Allah rahmetinin enginliği mülâhazasıyla o kapıya yönelmek sadık bir recâ ve sadıkların recâsıdır. Aksine, amelsiz hasenât beklemek veya ömrünü günah vadilerinde geçirdiği halde, Allah’ı kendi hesaplarıyla bir şeylere -estağfirullah- icbar ediyor gibi “buhbuha-i cennet” den dem vurmak yalancı bir recâ ve Hazret-i Rahmanü’r-Rahim’e karşı da bir saygısızlıktır.

Recâ, bir temennî değildir; temennî, herhangi bir tasavvur ve düşüncenin meydana gelmesi mevzuunda kat’iyyet bulunmayan, dolayısıyla da ümid va’detmeyen bir beklenti olmasına mukabil, recâ; matluba ulaştıracak bütün vesileleri değerlendirip, rahmeti ihtizaza getirme yolunda peygamberâne bir basîret ve şuurla bütün iltica kapılarını zorlamanın ad ve ünvanıdır.

Bir diğer ifade ile recâ; ilim, kudret ve irade sıfatları gibi, rahmet ve affediciliğin de ihata ve şümûlüne inanıp, ehadiyet dalga boyunda bir kısım teveccühlere muntazır olmak demektir. Kur’ân-ı Kerim’in rahmetin herşeyi aştığını (A’râf, 7/156); bir kudsî hadîsin de, ilâhî rahmetin her zaman gadabın önünde bulunduğunu ifade etmesi, zannediyorum, bu gerçeği hatırlatmaktadır. Şeytanların bile ümid ve ümniyeye kapılacağı böyle engin bir rahmete karşı lâkayd kalmak, hatta o rahmetin mevcudiyetini inkâr ma’nâsına gelen recâ hissini yitirip ye’se kapılmak affedilmeyen bir günahtır.

Reca:

“Kerem kıl kesme Sultanım keremin bînevâlerden
Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedalerden..”

M. Lütfi Efendi deyip kalben Kerim ü Vedûd’un cömertliği etrafında pervaz ederek O’na sığınma yollarını araştırmaktır. Rabbin mülâtefesi sayılan böyle bir mazhariyeti elde etmiş olanlar hiç tükenmeyen bir hazine bulmuş sayılırlar. Hele insan sahib olduğu şeylerin bütününü kaybettiği veya ona karşı her türlü musibet bendinin yıkıldığı veyahut hayra muvaffak olamamanın, şerden kurtulamamanın ızdırab ve inkisarını vicdanında duyduğu.. yani sebeplerin bitevî sükut edip her yolun “Müsebbibu’l-Esbâb”a döndüğü hengâmda, recâ, bir berk olur, burak olur.. onun yollarını aydınlatır ve onu, ulaşılması insan gücünü aşan ulaşılmazlara ulaştırır.

Gazze’de son dakikalarını yaşayan İmam-ı Şafiî’nin recâ adına şu son ve dolgun soluklarını kaydetmeden geçemeyeceğim:

“Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım.. günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama, onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”

Allah korkusunun insanı günahlardan uzaklaştırıp, O’na yönelttiği, O’na yaklaştırdığı yerlerde sürekli “havf” soluklamak; ye’s çukurlarına düşüldüğü veya ölüm emarelerinin belirdiği zamanlarda da “recâ”ya sarılmak, havf-recâ dengesi adına ölçü sayılacağı gibi, ruhta hâsıl olan emniyet duygusuna karşı korku unsurlarını harekete geçirmek, ümitsizlik hazanlarının esip-savurduğu hengamda da recâ seralarına sığınmak da ayrı bir yaklaşım keyfiyeti sayılabilir. Bu itibarla, bazen en mükemmel amelin yanında duman duman korku tütebilir ve az bir amelin sağında-solunda da recâ tüllenebilir...

Yahya b. Muaz’ın bu mülâhaza için bir tazarruunu kaydetmek istiyorum: “Allahım, çok defa günah ve hatalara bulaştığım zaman, ruhumda taşıdığım recâ, en mükemmel amellere iktiran eden recâdan daha güçlü görünüyor; zira ben arızalarla ma’lûl bir insanım; kat’iyen masun sayılamam.. günahlara bulaştığım zaman hiçbir iş ve amele değil, bilâ kayd u şart senin affına itimat ederim.. nasıl etmem ki, sen cömertlikle mevsufsun!”

Zaten çoklarınca recâ, Zât-ı Uluhiyyet hakkında hüsn-ü zan beslemenin bir başka buudu sayılmıştır. Ve: "-Benim kulumla maiyyet ve muamelem, onun benim hakkımdaki zannına bağlıdır" mealiyle vereceğimiz kudsî hadis de bu mülâtefenin ifadesidir.

Ebu Sehl’i, rüyada tarifler üstü nimetler içinde yüzüyor görür ve sorarlar: “Üstad bu yüksek payeyi nasıl elde ettiniz?” Ebu Sehl cevap verir: “Rabbim hakkında beslediğim hüsn-ü zan sayesinde.”

Bu itibarla denebilir ki, eğer recâ, Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetiyle tecelli etmesi için bir vesile ise, insan iyi-kötü hiçbir halinde bu vesileyi elden bırakmamalıdır. Evet, insanın ameli, ihlâsı, hasbîliği, diğergamlığı önemli birer güzellik buudu sayılsalar da, insan yanlı olmaları itibariyle, Allah’a ait bulunan affın yanında çok önemsiz kalırlar. Zira öncekiler, zâhîrî esbab açısından insanın işi ve davranışları sayılmasına karşılık, ikincisi doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın rahmet buudlu şe’n-i hâssı ve mülâtefesidir.

Havf u recâ insan gönlüne Allah’ın en büyük armağanıdır. Bundan daha büyük bir armağan varsa o da, bu iki duygu arasındaki muvazeneye riayet ederek, onları Allah’a ulaşmada birer nurânî kanat olarak kullanmaktır.
 

FERASETLİ

KF Ailesinden
Özel Üye
yüreğine kalbine sağlık
069d09eff010ec69abb8c2117501c8c0.gif
 
Üst