Ölmeden Ölenler

rumuzkederli

Deneyimli Üye
Kademeli
Önümüzde hiç unutmamamız gereken, ama aksine, unutmak için ne lâzımsa yaptığımız büyük bir hakikat var: Ölüm.

Bu gafletimizin en büyük devası: “Lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikrediniz.” Hadis-i Şerifi...

Bu Hadis-i Şerif’de ölümü çokça hatırlamamız ve üzerinde önemle durmamız tavsiye ediliyor. Bu tavsiyeye kulak tıkamak akıl kârı değil. Zira göz kapamak hiçbir hakikatı gizleyememiştir. Ölüme sırt çevirip yarını düşünmekten kaçan insanlar, kabre geri geri gitmekten başka birşey yapmıyorlar.

Akıllılık, ölümü unutmak değil, dünya yolculuğunun kabre doğru olduğunun ve ölümle bittiğinin şuuru içinde, ölümü aşmanın, onu geride bırakmanın yollarını aramaktır.

Derdini unutan bir hasta kısa bir süre rahat edebilir. Ama bu gaflet, hastalığın daha da ilerlemesine yol açar. Bu kısa sefanın cefası çok uzun sürer..

İmtihanları unutmak, öğrenciye, geçici bir eğlence fırsatı verebilir. Ama bu gafletin neticesi; sıkıntılar, çileler ve ıstıraplar olur.

Sermayesini ölçüsüzce harcayan bir tüccar, bir süre aldatıcı bir sefa sürer. Ama bu sefanın sonu iflâsa varır..

Ölümü unutmaya çalışanların hâlini, şuna benzetiyorum:
Odanızda otururken, yahut bir parkta dinlenirken, yalnız kalmış bir böceğe gözünüz takılıyor. Biraz vakit geçirmek niyetiyle eğiliyor ve elinizi ona doğru yaklaştırıyorsunuz. Böcek hemen gerisin geri dönüyor ve - kendisine göre- büyük bir süratle kaçmaya başlıyor. Siz onun bu kaçışını zevkle seyrediyorsunuz.
Gidiyor ve meselâ yere atılmış bir kibrit kutusunun arkasına saklanıyor.
Başınızı biraz uzatıyor, onu seyre koyuluyorsunuz. Heyecanla soluduğunu hisseder gibi oluyorsunuz.
Derken bir başka böcek onun yanına geliyor.
Sizden kaçan böceğin, diğerine: “Az önce büyük bir tehlike atlattım. Bir karartı çıktı karşıma. Hemen kaçtım. Çok şükür kurtuldum.” dediğini duyar gibi oluyorsunuz...

Bizim, ölüm meleği karşısındaki durumumuz da bundan pek farklı değil.
Nereye gitsek, neyin arkasına saklansak, hangi eğlenceye dalsak, onu unutmak için nelerle oyalansak netice hiç mi hiç değişmiyor. O bizi her an süzmede ve ruhumuzu kabzetmek için Rabbinden emir beklemede.

O halde ölümden kaçmak akıllılık değil. Akıllılık ölümü sevmek ve ruhumuzu ölüm meleğine kirsiz, lekesiz teslim etmeye çalışmak.

İleriyi düşünmemek, ölümü unutmak insana yakışan bir hayat felsefesi olmasa gerek.. O, bu alanda, hayvanlarla yarışamaz. Bu minderde sırtı daima yere gelir. Öyle ise, kendisine başka bir saha aramalı..

Ölümle ilgili bir başka Hadis-i Şerif:
“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.”

İnsan, kendisinin âciz ve zelil, dünyanın aldatıcı ve fâni; âhiretin ise çok yakın olduğunu, tam olarak, ancak ölünce anlar. Bu Hadis-i Şerif ile, ölmeden önce uyanmamız, hayatımıza çeki düzen vermemiz ihtar edilmekte...

Ve nihayet, ölümün hakikatına ermemizi ders veren: “Ölmeden evvel ölünüz” Hadis-i Şerifi...

Hayatta iken ölmek... Bu ölüm seçkin insanlara mahsus. Bizlere düşen, elden geldiğince onlara benzemeye gayret etmek...

Bu emri dinleyen insan, vücudunu ve onu kuşatan kâinatı birer yardımcı olarak görür.. Dünyayı misafirhane, bedeni emanet bilir. Ruhunu ve kalbini onlarda boğmaz. Bu hal ile hallenen insan, ölmeden evvel ölmüş demektir.

İnsan ölümle birlikte hayatının hesabını da vermeye başlar. Öyle ise; ömür muhasebesini dünyada yapan insan, ölmeden evvel ölmüş demektir.

Dünya hayatının bitimiyle yeni bir hayata geçilir. O halde, bu dünyada iken âhiretine hazırlanan insan ölmeden evvel ölmüş demektir.

Ölümle, insanın elinden, diğer azaları gibi, gözü ve dili de alınır. O artık okuma, anlatma nimetlerinden mahrumdur. Bunu düşünerek, orada yarayacakları burada öğrenen ve orada konuşulacakları burada dinleyen insan, ölmeden evvel ölmüş demektir.

Ölümle birlikte mahlûkatın sevgisi de biter, korkusu da.. Ölü için, yaşayanlar tarafından övülmekle yerilmek eşit olduğu gibi, yazla kış arasında da fark yoktur. İnsanların teveccühlerine ve yermelerine dünyada ehemmiyet vermeyen, “varlığa sevinmeyip, yokluğa üzülmeyen” insan da ölmeden evvel ölmüş demektir.

Ve en önemlisi; ölümle insan Hakk’a rücu eder, Rabbine döner. Ölmeden evvel ölenler, Hakk’a bu dünyada rücu ederler; hayatlarını İlâhî emirler dairesinde geçirirler; Allah’ın rahmetine dünyada iltica eder, gazabından da yine dünyada korkarlar. İşte bu bahtiyar insanlar âhirette de Hakk’a rücu ederler, ama bu rücu onlar için Allah’a vâsıl olma ve lütfuna erme şeklinde tezahür eder.

Ölümle, cüz’i iradenin hükmü son bulur. Öyle ise, ölmeden evvel ölenler, kendi şahsî isteklerini ve nefsî arzularını hayatta iken bir tarafa atmayı başarıp, Allah’ın küllî iradesine tâbi olurlar. Nefis hesabına bir şey talep etmezler. Bütün arzuları helâl dairesinde olur. Böylece cüz’i iradelerini bir bakıma terk eder ve ölmeden evvel ölmenin zevkine ererler.

Düşünüyorum da; dünya döndükçe insan halden hâle giriyor. Hücreleri, yaprak dökümü gibi, durmadan ölüyor. Ve çiçek açımı gibi bir yandan da bedeninde yeni hücreler yaratılıyor. Ve insan bütün bu olup bitenlere seyirci kalmaktan öte bir şey yapacak halde değil.. Yarını hakkında ne bir bilgisi var, ne de bir garantisi.. Madem ki bütün bunlarda cüz’i iradenin bir hükmü yok; onu, irademize hitap eden işlerde de bir tarafa bırakmayı başarabilsek, yâni Allah’ın rızasına muhalif hiçbir şeyi irade etmesek, çok bahtiyar olacağız.

Ölmeden evvel ölmek; gerçekten, bu dünyada büyük bir lütuf, büyük bir saadet. Bilindiği gibi, insan, yerde iken gök gürültüsünden ürker, şimşekten korkar, yıldırımdan kaçar... Ama uçakla bulutları yarıp onların üstüne çıktı mı, artık güneşi bulmuş ve önceki korkularından kurtulmuştur. Ölmeden evvel ölmenin sırrına erenler de, ölümü hayatta iken geçmiş, mahşere bu dünyada çıkmış, hesaplarını burada vermiş ve mutî bir kul olarak Hakk’a rücu etmişlerdir. Artık onları benlik duygusu boğamaz, çünkü ölünün benliği olmaz. Tabiat onları kendine celb edemez, zira ölünün tabiatla bir alış verişi kalmamıştır...

Onlar, Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) bir emrine uyarak, dünyada “garip ve yolcu” gibi yaşamışlardır.

Dünyayı kalben terk etmiş, fâniye heves ve iştiha hususunda ölü gibi olmuşlardır. Cüz’i iradelerini, Allah’ın rızası istikametinde sarf etmiş, kadere râzı olmuşlardır. Dalgaya karşı yüzmemiş, sahile yorulmadan varmışlardır.

Direnen Kemik Dişimi çektiriyordum. Doktor, dişimi çekmeye zorlanırken, o da damaktan kopmamak için âdetâ direniyordu. Ben, morfinin verdiği rahatlıkla, acı çekmek yerine, bu ibretli manzarayı hayalen seyrediyordum. Bu hal bana ölümü hatırlatmıştı.

Şöyle düşünmüştüm: Bu diş, çekilmeden az önce damakla, ağızla, beyinle, kısacası bütün bir bedenle alâkalı idi. Ama, çekilir çekilmez, bütün bu alâkaları kaybetti. Artık o, diş değil bir kemikti. Ölen insan da öyle değil miydi? Ölmeden az önce onun bedeni, hava ile, gıda ile, yer küresinin dönüşü, güneşin doğuşu, baharın gelişi gibi nice hâdiselerle alâkalı idi. Ama, ölüm hâdisesiyle, ruhu bedeninden çekilince, artık onun için ne havanın, ne suyun, ne baharın, ne de gözün bir mânâsı kalmıştı. Artık, dünya dönmüş veya dönmemiş, güneş doğmuş veya batmış, hava ısınmış veya soğumuş, bütün bunlar onu ilgilendirmiyordu.

İşte hepimiz bir gün ölümü tadacak, yâni ruhun bedenden sıyrılıp çıkmasına şahit olacağız. Artık ne gözümüz görecek, ne kulağımız işitecek. Ne midemizde açlık, ne alnımızda ter... Hepsi bitecek.

Ve bedenimiz gömülecek toprağa...

Kurtlanan balıkları bilirsiniz; onun bir benzeri de bizim bedenimizde gerçekleşecek. Daha düne kadar, yiyen beslenen beden, bu defa başka mahlûklara gıda olacak.

Yıldızları seyreden gözlerimiz, içlerine dolan karıncaları bile göremeyecekler.

Eğlence âlemlerinin birini bırakıp diğerine koşan bacaklarımız, artık böcekler âleminin istifadesi için cansız olarak uzanmaktan başka bir şey yapamayacak.

Bir tarihî eseri gezen turistler gibi, ağzımızdan, burnumuzdan, kulaklarımızdan içeri giren karıncalara, o tarihî eser sessizliği ile, bir şey diyemeyeceğiz.

Bir tarafta erkek, beride kadın, ayrı ayrı böceklerin istifadelerine sunulmuş olarak cansız yatarlarken, onların ruhları, yaptıkları isyanların ilk sorgusuna tâbi tutulacaklar; çekecekleri azapların ilk numunelerini tadacaklar.

Bu da nasıl olur, demeyiniz. Bunun küçük bir misâlini rüyada yaşamıyor muyuz? Bedenimiz yatakta uzanırken, ruhumuz hapishanede işkenceye tâbi tutulmuyor mu? Kan ter içinde uyandığımızda, kendimizi sapa sağlam yatakta bulunca nasıl seviniyoruz!...

Hayatımızı, bir mahşer yolcusu olarak, güzelce tanzim edebilsek, kabir bizim için “Cennet bahçelerinden bir bahçe” olacak ve biz bu bahçeye girdiğimizde dünya hayatını geride bıraktığımız için sevineceğiz.







Alaaddin Başar (Prof.Dr.)
 
Üst