Münker

ömr-ü diyar

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
Yönetici
Tanınmayan, yabancı, akla aykırı, kötü; İslâm şerîatının yasakladığı ve selîm aklın çirkin gördüğü her şey. Münker, İslâm'da yasaklanan haram ve mekruh fiilleri kapsamına alır. İnkâr mastarından ism-i mef'ul olup;

"inkâr edilen, karşı çıkılan, reddedilen" anlamlarına gelir. Münkerin zıddı olan marûf ise; ihsan, iyilik, aklın ve dinin hoş gördüğü şey demektir. Kur'an-ı Kerim'de münkerin daha kötü ve çirkin olan kısmı için "fahşâ" terimi kullanılır. Fahşâ; çirkinlikler, zina gibi şehvetle ilgili aşırı günahlar demektir. Türkçede "fuhşiyât" bu anlamı ifade eder. Bunlar insanların en çirkin halleridir.

Allah Teâlâ Kur'an'da mü'minleri ma'rufu emretmeye ve münkeri yasaklamaya çağırarak şöyle buyurur:

"Sizden iyiliği emreden ve münkeri yasaklayan bir topluluk olsun: İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (Al-u İmran, 3/104).

nsanları hem şer'an hem de aklen yasak olan münkerden nehyetmesi, müslümanın en önemli görevlerinden biridir. Bu görev yerine getirilmediği takdirde, yeryüzü fesada uğrar, tefrika çıkar ve tebliğ müessesesi zaafa uğrar. Allah Teâlâ münkerden nehyetme ve dolayısıyla ma'rufu emretme görevini terk eden topluluğu alçaltır.

İnsanoğlu ne zaman münkeri nehyetmeyi bırakırsa, Allah'ın şu ayette buyurduğu gibi, münkeri emretmeye başlarlar.

"Kim, şeytanın adımlarına uyarsa, şüphesiz o fuhşiyâtı ve münkeri emreder" (en-Nûr, 24/21).

Ashâb-ı Kiram'dan Osman b. Maz'un'dan şöyle dediği nakledilmiştir: "Ben, başlangıçta sırf Rasulullah (s.a.s)'den utandığım için müslüman olmuştum. Bir gün Hz. Muhammed bana bir şeyler söylerken, birden gözünü gökyüzüne dikti, sağından aşağı indirdi. Sonra bunu bir defa ı"ıha tekrar etti. Sebebini sorduğumda, şöyle cevap verdi:

"Seninle konuşurken Cebrail (a.s) sağımdan geldi ve şu âyeti getirdi:

"Şüphesiz Allah adaleti, ihsanı, yakın hısımlara sılayı ve muhtaç oldukları şeyleri onlara vermeyi emreder. Fuhşiyâtr, (Kur'an ve Sünnette karşı çıkılan) münkeri ve serkeşliği nehyeder. Üzerinde düşünüp, amel etmeniz için size bu şekilde öğüt verir" (en-Nahl, 16/90). Bunun üzerine Osman (r.a), imaııın kalbine yerleştiğini ve durumu Ebû Tâlib'e haber verdiğini bildirir. Ebû Tâlib; "Ey Kureyş topluluğu, yeğenim Muhammed'e uyunuz, doğru yolu bulmuş olursunuz. O, size yüksek ahlaktan başka bir şey emretmiyor" dedi. Bunun üzerine, Rasûlüllah (s.a.s): "Ey amcacığım! İnsanların bana uymasını istersin de, kendini dışta mr tutarsın" dedi. Ebû Talib, İslâm'ı tasdik etmeyince Hz. Peygamber üzülmüştü. Bunun üzerine şu âyet indi: "Ey Muhammed! Sen sevdiklerine hidayet veremezsin. Fakat Allah kime dilerse, ona hidayet verir" (el-Kasas, 28/56; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1960, V, 3118, 3119).

Hz. Ebû Bekir okuduğu bir hutbede, şu âyet-i kerîmenin yanlış yorumlandığını söyler: "Ey iman edenler! Kendinizi ıslâh etmeniz üzerinize bir borçtur. Siz düzelip doğru yolda bulunduktan sonra yolunu şaşıranlar size zarar vermez" (el-Mâide, 5/105). Halbuki ben Rasûlüllah'tan şunları dinledim:

"Günahlar işleyen bir kavmin içinde o günahları yasaklayan güç ve kuvvette bulunan bir kimse varsa, buna rağmen yasaklamazsa, Cenab-ı Hakkın nezdinden gelen ve bütün onları kapsayan bir azabın gelmesi pek yakındır" (İmam Gazâlî, İhyâû Ulümi'd-Dîn, Terc. Ali Arslan, İstanbul 1972, V, 325, 326).

İslâm toplumunun sağlıklı bir yapıya kavuşup bu halinin devamım sağlamak için "iyiliği emir ve kötülükten nehiy" esasını getirmiştir. Bir İslâm toplumunda, müslüman, daima iyi, güzel ve hayırlı olan işlerin yanındadır. Kötü, çirkin ve zararlı olan işlerin de tabii olarak karşısında bulunur. Böylece, İslâm toplumunda kendiliğinden iyilikler güç bulur ve yayılır. Kötülükler ise güçlenme imkânı bulamaz.

nananların nitelikleri bir âyette şöyle belirlenir: "İnanan erkek ve kadınlar birbirinin dostudurlar. Onlar iyiliği emreder, kötülükten ise nehyederler. Namazı kılarlar, zekâtı verirler. İşte Allah, onlara rahmet edecektir" (et-Tevbe, 9/71). Başka bir âyette, tarihte İsrailoğullarının, işlemekte oldukları kötülüklerden birbirlerini vazgeçirmeye çalışmaları, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri yüzünden lânete uğradıkları bildirilir (el-Mâide, 5/78, 79).

Kötülüğe engel olmada izlenecek yolu Rasûlüllah (s.a.s) şöyle belirlemiştir: "Sizden biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle onun kötü olduğunu söylesin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle o işi kötü görsün. Bu sonuncusu, imanın en zayıf derecesidir" (Müslim, İman, 20). Hz. Ali'nin şöyle dediği nakledilir: İlk yenik düşeceğiniz cihad, elinizle yapacağınız cihattır. Sonra dilinizle yapacağınız cihad da yenik düşeceksiniz, sonra da kalbinizle yapacağınızda... Sonra kalb iyiyi iyi olarak bilmediği; kötüyü kötü görmediği zaman alçalır, alt üst olur" (el-Gazâlî, a.g.e., V, 345).

Toplumda görülen kötülüklerle mücadele edecek olan kimsenin akıllı olması, ergenlik çağına ulaşması, müslüman olması ve kötülüğe engel olabilecek güce sahip olması gerekir.

Akıllı ve ergin olmayan kimse İslâmî emir ve yasaklarla yükümlü değildir. Bu yüzden iyiliği emir kötülükten nehiy ile de yükümlü bulunmaz. Uyarıcının mü'min olması tabiidir. Çünkü dini inkâr eden ve din düşmanı olan kimse nasıl irşad görevi yapabilir? Diğer yandan kendisi İslâmî emir ve yasaklarla amel etmeyen kimse de başkası üzerinde nasıl etkili olabilir? Bu yüzden bir kısım bilginler fasık kimsenin, başkalarını kötülükten menetme hakkına sahip olmadığını söylemişlerdir. Dayandıkları delil şu ayetlerdir: "Siz, insanlara iyiliği emreder de, kendinizi unutur musunuz?" (el-Bakara, 2/44). "Ey iman edenler! Yapmadığınız şeyleri başkalarına niçin söyler durursunuz?" (es-Saf, 61/2).

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Mirac gecesinde, dudakları ateşten makaslarla kesilmekte olan bir topluluğun yanından geçtim. Kendilerine:

"Siz kimsiniz?" diye sorunca, "Biz, dünyada hayrı emreder, kendimiz yapmazdık; şerri meneder, kendimiz yapardık" diye cevap verdiler" (el-Gazâli, a.g.e., V, 207).

İslâm toplumunda bir kötülüğe karşı gelmeyi gerektiren şartlar şunlardır:

1) Fiil gerçekten kötü olmalıdır. Bunun ölçüsü ise, iş ve hareketin İslâm nazarında sakıncalı ve kötü olmasıdır.

Münker terimi, ma'siyet teriminden daha kapsamlıdır. Şöyle ki; bir kimse, bir çocuğun veya akıl hastasının içki içtiğini görse, buna engel olmaya çalışması gerekir. Yine bir akıl hastası başka bir akıl hastası ile cinsel ilişki halinde görülse men edilir. Halbuki bu fiiller çocuk veya akıl hastası için ma'siyet değildir. Münker, büyük günahlara hâs bir terim de değildir. Bu yüzden, umûmî banyoda avret yerini açmak, kimsenin bulunmadığı yerde yabancı bir kadınla yalnız kalmak veya ona ısrarla bakmak gibi küçük günahların hepsi de münkerdir.

2) Kötülüğün bir araştırma ve tecessüs olmaksızın açık olması gerekir. Evinde her hangi bir günahı gizlice işleyen ve kapısını kapalı tutan bir kimsenin ma'siyetini öğrenmek için gizlice gözetlemek ve baskın yapmak caiz olmadığı gibi, başkalarının günahlarını anlatmak da caiz değildir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Ey iman edenler, zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir bölümü (yani başkasını kötü zannetme) günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Kiminiz de, kiminizin arkasından çekiştirmesin. Sizden her hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Tiksindiniz, değil mi? Allah'tan korkun. Çünkü Allah tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir" (el-Hucurât, 49/12).

Hz. Ömer, devlet başkanlığı sırasında, bir evden gelen sesler üzerine, duvara tırmanıp içeri bakmış ve ev sahibini kötü bir durumda görmüştü. Onu bu kötülükten menetmek isteyince ev sahibi şöyle dedi:

Ey mü'minlerin emiri! Eğer ben bir yönden Allah'a isyan etmişsem, sen üç yönden Allah'a isyan etmiş bulunuyorsun. Hz. Ömer onlar nelerdir diye sorunca şu cevabı verir:

Allah Teâlâ, "Tecessüs etmeyin" (el-Hucurât, 49/12) buyurmuştur. Halbuki sen tecessüs ettin. Allah Teâlâ "İyilik evlere arkalarından girmek değildir" (el-Bakara, 2/189) buyurmuşken, sen duvardan girdin. Yine Cenab-ı Hak, "Ey iman edenler! Kendi ev ve odalarınızdan başka evlere, sahipleriyle alışkanlık sağlayıp izin almadan ve selâm vermeden girmeyin" (en-Nûr, 24/27) buyuruyor.

Bu savunma karşısında Hz. Ömer, ceza uygulamamış, ancak tövbe etmeyi şart koşmuştur. Bu yüzden Hz. Ömer minberde hutbe okurken Ashab-ı kiramla istişare amacıyla, devlet başkanı veya hâkimin münkeri bizzat görmesi halinde, şahit aramaksızın ceza uygulayıp uygulayamayacağını sormuş, Hz. Ali, böyle bir durumda da iki âdil şahidin gerekli olduğuna işaret etmiştir (el-Gazâlî, a.g.e., V, 390, 391).

3) Münkerin ictihada dayalı bir kötülük olmaması gerekir. İctihada dayalı bir konuda uyarıcılık yapılamaz. Meselâ; Hanefi mezhebinden olan bir kimse, "keler" veya "sırtlan" eti yahut besmelesiz kesilen bir hayvanın etini yiyen bir Şâfiî'ye; "Sen niçin bunları yiyorsun? Bunlar haramdır" diye müdahale edemez. Çünkü bu sayılanlar Şâfiîlere göre helâldir. Yine, Şâfiî mezhebine mensup bir kimsenin zevi'l-erham denilen hala, teyze, dayı ve ana cihetinden amca gibi hısımların mirasını yiyen veya komşuluk şüf'asıyla aldığı bir evde oturan bir Hanefîye karşı uyarıcılık yapma yetkisi bulunmaz.

Kötülüğe engel olmanın dereceleri: 1) Kötülüğü tarif ve tanıtmak. Kişi bazan bilgisizlik yüzünden kötü şeyleri yapmaya yönelir. Halbuki o kötülüğün niteliğini bilse yapmayacaktı. Bu nedenle kötülüğü, azarlamadan iyilikle anlatmak gerekir. Çünkü kötülüğü anlatmak da, ayıbı açıklamak ve muhatabın kalbine eza vermek vardır. Bu aşamada uyarı şöyle olabilir:

"İnsanoğlu dünyaya bilgin olarak gelmez. Şüphesiz hepimiz bilgisiz kimselerdik. Bilginler bize doğruyu ve nasıl hareket edeceğimizi öğrettiler" denilebilir. Çünkü müslümanı incitmek caiz değildir. Kanı, kan veya sidikle yıkayan kimse akıllılardan sayılmaz. Bir kimse, kötülükten menediyorum diyerek, mü'minlere eza ederse, daha büyük kötülük yapmış olur.

2) İyilikle nasihat ve Allah'ın azabıyla korkutma gerekir. Bu şekilde öğüt verme, yasak olduğunu bildiği halde içki, kumar, zulüm, yalan, müslümanların gıybeti gibi kötü söz ve fiilleri işleyen kimselere yönelik olur. Burada da incitmeden ve iyilikle anlatım yoluna gidilir.

3) Ağır sözlerle uyarmaktır. Bu metot, irşad ve nasihatla alay eden ve kötülükte ısrar belirtileri görülen kimselere karşı uygulanır.

İbrahim (a.s)'in puta tapanlara karşı kullandığı şu üslup buna örnek gösterilebilir: "Yuh olsun size ve Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınıza! Düşünmez misiniz?" (e! Enbiyâ, 21/67).

rşad sırasında ağır söz kullanılması gerekirse şu iki hususu gözetmek gerekir.

a) Sert üslûbun kullanılmasına, iyilikle muameleden sonuç alınamaması ve zaruret bulunması hallerinde başvurulur.

b) Bu üslûpta doğru konuşmak, sözü uzatmamak ve ihtiyaç kadar konuşmak gereklidir.

4) Kötülükleri güç kullanarak engellemek. İçkinin dökülmesi ve haram şeyin telef edilmesi gibi toplum fertleri için yalnız; Kişiyi kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmak görevi vardır. Kişi bundan daha ileri gidemez. Güç kullanarak kötülüğü engellemek ve gerektiğinde suç işleyenlere ta'zîr veya had cezalarını uygulamak, idareci ve yöneticilere aittir. Meselâ; şarabı dökmek ve haramı telef etmek, dövmek ve hapsetmek gibi fiiller gerçekte yönetici ve görevlilere aittir (el-Gazâlî, Zübdetü İhyâ-i Ulûmiddin, (Terc. Ali Özek), İstanbul 1969, s. 286 vd.; İslam Ansiklopedisi, "Emru'bi'l-ma'ruf ve neh'yu anilmünker" maddesi).

Hamdi DÖNDÜREN
 
Üst