Mu´minun Suresi 23/53-54. ayetlerde tarif edilen "hususlar.....

YİĞİDO

Üye
Kademeli
[h=1]Mu´minun Suresi 23/53-54. ayetlerde tarif edilen "fırkalara ayrılan ve gaflet içinde olmasına rağmen doğru yolda olduğunu sanan ümmetlerden" olup olmadığımızı nasıl bileceğiz?[/h]
Yazar: Sorularla İslamiyet, 18-3-2011
İlgili ayetlerin mealleri şöyledir:
"Ama insanlar, aralarındaki inanç bağlarını keserek gruplara ayrıldılar. Her kesim kendi inancını beğenmektedir. Şimdi sen onları bir süre için gaflet ve dalaletleri içinde kendi hallerine bırak! Kendilerine verdiğimiz servet ve evlatlarla iyiliklerine koştuğumuzu mu sanıyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller." (Müminun, 23/53-56)
Bizim ölçümüz Kur’an ve sünnettir. Takip ettiğimiz çizgi bu iki kaynağa uygun ise doğru yolda olduğumuzu, değilse yanlış yolda olduğumuz anlamamız lazımdır.
Kitap ve sünnetin yolu ise, Hz. Peygamber (asv)'in ve sahabelerinin takip ettiği yoldur. Nitekim bir hadis-i şerifte Peygamberimiz; fırka-i naciye / hak yolda olanları “Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu çizgiyi takip edenler” olarak tarif etmiştir.(Mecmau’z-zevaid, 1/189).
Kur’an ve sünnet çizgisi üzerinde olduğumuzun belgesi ise, Ehl-i sünnet ve’l-cemaat denilen dört mezhep alimlerinin takip ettiği yoldur.
Bilindiği üzere, her biri parlak bir yıldız gibi parlayan alimleri barındıran bu büyük cemaat, daha önce on iki mezhepten oluşuyordu. Sonra dörtte karar kıldı. Bu kadar büyük âlimlerden oluşan bir ekolün -camia olarak- yanlış yapma ihtimali çok azdır. Nitekim, bir hadiste Peygamberimiz (asv) “Ümmetim, dalalet üzerinde birleşmez.” buyurmuştur.(Mecmau’z-zevaid, 5/208). Ve İslam alimleri, ehl-i sünnet ve cemaatin doğru bir çizgide olduğuna delil olarak bu hadisi zikrederler.
Ümmetin büyük çoğunluğunu teşkil eden, en büyük dahi alimleri içinde barındıran, Kur’an ve sünnet çizgisini yol haritası olarak benimseyen Ehl-i sünnetin çizgisini takip etmek, -deyim yerinde ise- marjinal grupların arasına girip kendini riske sokmaktan çok daha mantıklı bir yoldur. Büyük cadde dururken, izbe yollara sapmanın bir manası yoktur.
Fert olarak -itikat ve amellerimizi- Ehl-i sünnet ve cemaatin takip ettiği çizgiye göre şekillendirdikten sonra, kurtuluşumuz konusunda Allah’a tevekkül edeceğiz, ona güveneceğiz, ona teslim olacağız... Şayet yanlış yaptığımız şeyler olursa tövbe kapısından içeri girecek ve sonsuz ilahî rahmet dergâhına sığınacağız...
Diğer taraftan,
"Biliniz ki sizin şu ümmetiniz bir tek ümmettir, ben de sizin Rabbinizim. Onun için yolumdan çıkmaktan sakının."

mealindeki bir önceki ayete göre, "bir tek ümmet"ten maksat, aynı inanç ilkeleri üzerinde birleşmiş topluluktur. Burada ümmet kelimesinin din anlamında kullanıldığı da belirtilmektedir. Buna göre çeşitli dinlerde zaman ve şartların değişmesine paralel olarak bazı uygulama farklılıkları olmuşsa da bütün peygamberler tertemiz nimetlerden yiyip içmek ve güzel işler yapmakta birleştikleri gibi, tevhid inancında ve Allah'a saygı duyup isyandan sakınmakta da birleşmişlerdir. (bk. Razi, ilgili ayetin tefsiri) Bunlar bütün dinlerin ortak ve mutlak ilkeleridir.
Soruda geçen 53. âyetin bildirdiğine göre -bu temel ilkelere rağmen- zaman zaman insanlar arasındaki bu inanç birliği bozulmuş; çeşitli ümmetler değişik dinler, inançlar, kitaplar türetmişler; her zümre kendi benimsediği inancı, tuttuğu yolu en doğrusu olarak kabul edip kendilerinin kazandığını, diğerlerinin kaybettiğini düşünmüşlerdir.
Bu bölünmüşlük Hz. Peygamber (asv) döneminde de mevcuttu. Nitekim Araplar ataları olan Hz. İsmail (as)'in tevhid inancını terketmişler, türlü türlü putperestlik çeşitleri türetmişlerdir. Âyette, "Şimdi sen onlan bir süre için gafletleri içinde kendi hallerine bırak!" buyurularak, putperestliğin sonunun yaklaştığı haber verilmektedir. Nitekim bu sûrenin inmesinden bir süre sonra gerçekleşen hicret ile Müslümanlar bağımsızlıklarını elde etmişler ve bu olay putperestler için sonun başlangıcı olmuştur.

Mekke'de müşrikler sosyal ve ekonomik bakımdan Müslümanlardan daha güçlüydüler; bunu doğru yolda olduklarının bir kanıtı sayıyor ve hep böyle gideceğini zannediyorlardı. Halbuki bu imkânlar onlar için bir İstidrâc idi, yani gerçeği görüp ona teslim olma niyetinde olmayanların günahlarını daha da arttıran bir belâ, bir musibet idi. Fakat müşrikler ne bu gerçeğin ne de sonlarının gelmekte olduğunun farkına varabiliyorlardı. Nitekim kısa denebilecek bir zaman içinde önce Medine'de, ardından da Mekke'de ve diğer belli başlı merkezlerde İslâm'ın hâkim olmasıyla birlikte, eski düzenin itibarlı müşrikleri mallarının ve evlâtlarının kendi acı akıbetlerini, tükenişlerini önleyemediğini görmüşlerdir.
 
Üst