Kim Konuşur? Kim Susar?

La Mekan

Üye
Kademeli
İnsanlar iki gruba ayrılır. Birinci grup sadıklardır. Allah Tealâ yüce kitabımızda onlar için “Müminlerden Allah’a verdikleri söze sadık kalan nice er*ler vardır.” (Ahzab, 23) diye buyurmaktadır. İnsanların ikinci grubu ise, dünyayı talep edip, sıdk ve sada*katten, ahde vefadan uzak kalanlardır. Onlar için de; “Yapmayaca*ğınız şeyleri niçin söylersiniz?” (Sâf, 2) buyurulmaktadır.

Peki, biz bu ayeti nasıl anlayacağız ve bize yüklenen sorumluluk nedir? Yapmaya çalışıp yapamamakla, kasten yapmamak arasında bir fark var mıdır? Bizim dinden, tasavvuftan söz ederken dikkat etmemiz gereken ölçü nedir?

Ayetin tefsirinde, alimler ehl-i tasavvufla ilgili şunları söylemişlerdir: Tasavvuf sohbeti yapanlar, eğer tasavvuf ahlâkı ile her gün nefslerini tezkiye ve kalplerini tasfiye ile uğraşıyorlar ve ne*fslerinden şikayetçi olarak onu ıslah etmek gayreti içinde oluyorlarsa, bu gayret sorumluluğun şiddetini azaltır. Fakat kendi nefsiyle bir mücadelesi olmayıp mücahede etmeyenler bu ayet-i celilenin sorumluluğu altına girerler.

Bu nedenle insan kendi haddini bilip nerede susması gerektiğini anlamalıdır. Hiç olmazsa şeytanın oyuncağı olmamak için böyle davranmalıdır. Sadıklardan olmadan onun hayırlara bile fitne karıştırmayacağından emin olunamaz. İblis ne diyordu: Ben onların önlerinden, arkalarından, sağların*dan, sollarından girerim; onlar da bana uyarlar. Bu, İblis’in ümit ve zannı idi. Ahdine vefa göstermeyenler de İblis’in bu zannını doğru çıkardılar. Kur’an’da da buyuruluyor ki: “Andolsun ki İblis onlar aleyhindeki zannını doğru çıkardı. İçlerinde mümin bir topluluk dışında herkes ona uydu.” (Sebe, 20)

Müminlerden bir kısmı, bilerek bilmeyerek veya aldanarak şeytana ve nefse uyuyor. Bir kıs*mı da şeytanın o kötü zannını boşa çıkarıyor. Bunlar Allah Tealâ’nın Kur’an-ı Kerim’de: “Şeytanın onlar üzerinde hiçbir gücü yoktur. Onlar Rablerine tevekkül etmişlerdir.” (Nahl, 99) diye tarif ettiği kimselerdir.

Sıddıklar, salihler ve şehitler şeytana uymayarak onun ümidini boşa çıkarmışlardır. Bunlar refik, yol arkadaşı, dost olarak en güzel insanlardır. Hakiki manada Allah’a tevekkül edenler bunlardır. Canlarını ve mallarını Mevlâ’ya gönül hoşluğuyla feda ederler.

Allah Tealâ, bu sadakati göstermeyenler için şöyle buyurmaktadır: “İman edip korunursanız Allah size mükâ*fatınızı verir. Ve sizden mallarınızı tamamen sarf etmenizi de istemez. Eğer onları tamamen isteseydi ve sizi zorlasaydı cimrilik eder ve kinlenirdiniz.” (Muhammed, 36-37) Bunlarla sadıklar bir olur mu?

Bütün bunlara rağmen hepimizde görülen bir durumdur: İtaatimiz az iken çok ümitvârız; ihlâsımız kusurlu, tevbemiz samimi değil, fakat bir büyüklenme içerisindeyiz. Kendimizi beğeniyor, söz ve davranışlarımızda durmamız gereken yeri bilemiyoruz. Halbuki ayet ve hadisler*le bildiriliyor ki böyle yapmak mesuliyetimizi ağırlaştırıyor.

Olgunluğa ermek için uzun bir yol, pek çok mer*tebe ve merhale var. Onun için herkes kendini bilmelidir. Kimse büyüklen*me ve kibire kapılmamalıdır. Allah Tealâ kendini beğenen kimseyi kendisinden uzaklaştırır ve araya perdeler çeker. Böyle bir ceza da mümin olana yeter.

İnsana düşen, kendisine sadıklardan bir zatla tanışmak lutfedildiğinde, kıymet bilip şükretmektir. Böyle bir dostun elinden tutup yoluna bakmaktır.


Yazar: Mehmet ILDIRAR

 
Üst