İstivanin Tasavvufi

ömr-ü diyar

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
Yönetici
İstivanin Tasavvufi Manası


İstivâ'dan Murad

Allâhü Teâlâ hazretleri kendisine selâmet versin (ve ganiy ganiy rahmet etsin) Şeyh'im allâme (k.s.) hazretleri buyurdular:
Sonra, arş üzerine istiva buyurdu." (sözü edilen) bu istivâ'dan murad, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah subhânehû ve Teâlâ hazretlerinin istivâsı'dir....
Lakin bu istiva, nefsi itibariyle değildir. Zira Allâhü Teâlâ hazretlerinin zâtı, zâlimlerin söylediği şeylerden çok büyük ve çok yüce'dir... (Bu istiva) belki, (daha doğrusu), icat etme emri itibariyledir. Ve Kur'ân-i kerimde kendisinden "Hak" diye tabir edilen Ahadiyet tecellisi itibariyledir...
Arşın üzerine iradî ve icâdî emrin istiva etmesi; şer-i şerifte teklîfî ve irşâdî emrin istivası menzilesindedir... Sanki her iki emirden biri diğerinin kalbi ve aksidir... Onun aksi seviyeyi istivâ'dir...
Arş ve şeriattan her biri diğerinin kalbidir. Onun aksi seviyeyi müstevâ'dır... " ihtisar ile sözleri bitti. [1]

Te'vilât-i Necmiyyeden

Allâhü Teâlâ hazretleri, altı çeşit kâinatı yaratmayı tamamladığı zaman, Arşı istiva etti. Onu yaratmaktan fariğ olduktan sonra âlem'de tasarruf etme istivâsıyla istiva etti. Bunda Arş'tan Süreyya'ya kadar olanların işlerinin tedbiri vardır...
Burada Arş istiva için tahsis edildi. Çünkü Arş, Rahmânî feyzi kabul etmeye kabiliyeti olan latîf cisimlerin mebdei (ve başlangıcadır...
Bu istiva, Allâhü Teâlâ hazretlerinin sıfatlarından bir sıfattır. Mahlûkatın istivasına (bir yere yerleşmesine) asla benzemez. (Meselâ) ilim gibi... Allâhü Teâlâ hazretlerinin sıfatlarından bir sıfatı olan ilim sıfatı, kulların ilmine ve bilmelerine asla benzemez.
Zira,O'nun misli, benzeri bir şey yoktur ve 0 öyle semî, öyle basîr'dir.[2]
Eğen sen Hakka olan hilâfetinin hususiyetine iyice nazar edip derinlemesine bakacak olursan; o zaman elbette nefsini tanırsın ve hemen sonra Rabbini tanırsın...
Bu şundandır; Allâhü Teâlâ hazretleri, (annenin) rahmine emânet edilen nutfenden senin şahsını yaratmayı murad ettiğinde; senin ruhunu kendi hil'atinde istimal etti ki, hami günlerinde nutfede tasarruf etsin diye.... Onu büyük âleme münâsip olarak küçük âlem yaptı.
Böylece insanın;
Bedeni, arz (yeryüzü) mesabesindedir.
Başı, gök mesabesindedir.
Kalbi, arş mesabesindedir.
Sırrı, kürsi mesabesindedir.
Bunların hepsi de "Ruh"un tedbiriyle olmaktadırlar.
Onun tasarrufu ise Rabbinden "Hilâfet" iledir...
Sonra ruh, kâmil şahıstan fariğ olduktan sonra mekânı olarak
Kalb arşını istiva etti.
Belki bu istiva, ruhun, şahsın bütün cüzlerinde (bedenin her
zerresinde) tasarruf etmek içindir.
Feyzinin kalbin üzerine atılmasıyla onun işlerini tedbir etmek içindir.
Zira, muhakkak ki Hak Teâlâ hazretlerinin feyzini bütün mahlûkatına
kabul eden ve aktaran kalbtir.
Yine kalb, ruh'un feyzini kalıbın hepsine ganimet bilip ulaştırandır.
Eğer sen bu misâl'de çok iyi düşünerek (derdine ve aradıklarına) şifâ olacak bir teemmül (tefekkür) ile düşünecek olursan; istivâ'yı, Allâhü Teâlâ hazretlerinin mukaddes ve münezzeh sıfatlarından teşbihin nefyini kâfî derecede bulurdun. Ve o zaman;
Kim nefsini tanırsa; hakîkaten Rabbini tanır.
[3]İnşallahü Teâlâ. [4]
Sonra, Allâhü Teâlâ hazretleri, arşın üzerine istivâ'sını zikretti, sonra haber verdi. Emirlerini haber vermesiyle onun arasına tedbirini koydu. Ve istiva yoluyla buyurdu:[5]




[1] İsmail Hakkı Bursevi (k.s), Rûhu’l-Beyan Tefsîri, Fatih Yayınları:8/590.
[2] Eş-Şûrâ: 42/11,
[3] Keşfü'l-Hafâ: 2532.
[4] İSTİVA: Râğıb der ki:
(istevâ) fiilinin kullanılışı iki şekildedir. Birisi iki veya daha çok faile isnad olunur, denilir ki "Zeyd ve Amr eşit oldu." eşittirler" demektir. Nitekim u "Bunlar, Allah katında eşit olmazlar" (Tevbe. 9/19). Bilenlerle bilmiyenler bir olur mu?" {Zümer, 39/9} buyurulmustur. Diğeri de bir şeyin kendi zâtında doğru ve ölçülü olmasına denilir. Üstün akla sahip (olan melek) doğruldu." (Necm, 53/6) gibi ki. "Onların sırtına binip kurulmanız için" (Zuhruf, 43/13), ve yanında bulunanlar, gemiye yerleştiğiniz zaman" (Müminûn, 23/28), Gövdesinin üstüne dikildi." (Feth, 48/29)
aynı şekilde Arap kelâmında işi mutedil oldu", "filan işçilerini idare etti" gibi ifadeler hep bu kabildendir. ile müteaddî olmasında bir istilâ mânâsını gerektirir, jı ile müteaddi olmasında da bizzat veya tedbirle son bulma mânâsını gerektirir. Bu şekilde istiva lügatte, bir düze olmak, istikrar etmek yani karar kılmak veya kararını bulmak, ulûvvve isti'lâ yani yükselmek veya yüksek olmak, diğer deyimle üstün olmak, bir düze kurulmak, eşit veya benzer veya denk olmak, dosdoğru varmak veya kasdetmek, isti'lâ etmek mânâlarına gelir.

ARŞ , esas itibariyle "sakf" demektir ki, bir binanın veya yerin yüksek muhitini teşkil eder. Bir eve nisbette tavanı, tavanına nisbette üstündeki çatısı, kubbesi, tepesindeki köşkü, tahtaboşu, cihannüması (terası) hep Arş mânâsına dahildir. Buna ilave olarak çadır ve çardak gibi yükselen ve gölge veren her şeye de denir.
Bu şekilde Arş anlayışının en kesin gereği ulvilik ve üstünlük mânâsıdır. Bundan dolayıdır ki arş, hükümdarların oturdukları "taht" anlamında meşhur olmuş ve tahtın gereği olan mülkten . izzet ve saltanattan kinayede yapılmıştır, denilir ki, mülkün istilâ edildi, yıkıldı, bozuldu demektir.
Mülkü kıvamında ve işi yolunda, ernri muntazam ve ahenkli olduğu zaman da "Arşına hâkim oldu, mülkünün tahtına yerleşti." denilir. Bunlardan başka bir işi ayakta tutan şeye, bir şeyin esasına ve bir toplumun işlerini idare eden başkanlarına ve"awâ' " denilen kuzey tarafın alt yanında Acûzü'1-Esed (arslan burcunun ucundaki takım yıldızları) ve Avşü's-Simâk (biri kuzey, diğeri güneyde iki parlak yıldız) da denilen dört küçük yıldıza, tabuta ve kuyunun dibinden adam boyu kadar taşla örüldükten sonra ağzına kadar yukarısına yaptıkları ahşaba, ayağın parmak tarafına doğru yüzündeki yumruca tümseğe ve kuşun yuvasına da denilir. Ve birçok mânâlarda masdar da olur.

Âyetü'l-Kürsî'de geçtiği üzere bazı âlimler. "O'nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır." (Bakara, 2/255) âyetindeki kürsî ile Arş'ın bir şey olduğunu kabul etmişlerdir ki, ikisini de "taht" mânâsından alınmış olarak düşünmüşler demektir. Fakat çoğunlukla nakle dildiğine göre Arş, Kürsî'nin de üstündedir.
Bu şekilde Kürsî, taht manâsıyla düşünülürse Arş onu kaplayan saray ve sarayın tavanı gibi veya bütün memleketin muhîti gibi düşünülür Ve Kürsî. "Mevzii Kademi'l-Arş" (Arş'ın ayağının yeri) olduğu rivayetine göre "başşehir" manâsıyla düşünülürse, Arş da "taht" mefhumuyla düşünülür.
Ve bu iki mânâ düşüncesiyle Arş, şeriat dilinde âlemin hepsini saran, sınırlamanın ve beşer aklının takdirinin dışında, hakikati Allah'ın ilmine bırakılmış bulunan yüksek bir muhît olmak üzere yaygın olmuştur ki gökler, cennet, sidre, Kürsî hep bunun altında tasavvur edilir.
Bu bir sondur ki, âlem tasavvuru burada biter. Fakat Hakk'ın varlığı bitmez ve Sidre-i müntehâ geçilmeden Hak Teâlâ'nın cemalinin müşahedesine erilmez.
Nitekim Resulullah (s.a.v) Mi'rac'da Sidre-i münteha'yı geçmişti. Birinci düşünceye göre Arş'ın ihatasının, mekâna ait bir ihata; ikinci düşünceye göre de manevî bir ihata (kuşatma) kabilinden olması gerekir.
Burada önce şunları dikkat nazarından uzak tutmamak gerekir:
1- Bilinen manâsıyla "taht", bir hükümdarın, hükümeti icra ederken üzerine kurulduğu özel, mahdûd bir cisimdir. Fakat asıl önemi, cisimliğinde değil, gereği olan hüküm, izzet ve saltanatındadır.

Z- Bütün göklerin üstünde ve bütün âlemi çevreleyen Arş'ın bilinen mahdut "taht" mânâsına, tamamen hakiki lügat mânâsı olarak uyuşmuş olamayacağı şüphesizdir. Bundan dolayı bunda muhakkak mecazî ve kinayî bir mânânın bulunması ve daha doğrusu Arş ve taht cins ismi iken (el-Arş)'ın şer'î konumla bir özel isim gibi düşünülmesi gerekir. Ve o halde bu Arşd'a cisim olma zarureti de idd İa edilemez.

3- Arş bir cism-i küll olsun, fakat yön ve cisimliğin hepsi bunda son bulacağından, bunun üstünde cisim, mekân, yön tasavvuru çelişkili olur. Burada "Sidretü'l- müntehâ" anlayışını iyi düşünmek gerekir.

4- kelimesinin hakiki mânâsında ne mekâna, ne zamânâ ait bir zarflık yoktur. Bu bir isti'lâ ifade eder. Gerçi ulûv (yükseklik) ve fevkiyyet (üstlük, üstte olmak) bir yön anlatır. Fakat (el-Arş) anlayışı, bütün mekân ve yönleri kapladığından, bu istilâda yön de düşünülmüş olamaz. Ve bundan dolayı "Arş üzerine", mekân üstü ve yön üstü. çok yüksek bir yükseklik ile isti'lâ ifade eder ki, asıl gerçek isti'lâ (Yükseliş) da budur.
Bu, bütün izafetleri altına alan öyle bir isti'lâdir ki, hiç bir kayıt ve nicelikle şartlanmış olmadığından ihata mümkün değildir. Biz bu yüksekliğin ifade ettiği malûlün izafetini illet (sebeb)e, mahkûmun hâkime, netice itibariyle bütün varlığı mümkün olanların, varlığı vacib olana, bütün yaratıkların yaratana olan etkilenme ve muhtaç olma nisbeti olmak üzere kendi İzafetimizle düşünebiliriz.

5- İstiva gerçekte sırf cismanî bir anlam değildir. Bunun cismanî olup olmadığına, isnad olunduğu faili veya medhûlü (dahil olduğu kelime) de bir karine olur. Mesela "işine hâkim oldu" denildiği zaman bu istivanın cismanî olmadığında şüphe yoktur.
Aynı şekilde "filan işine hâkim oldu" denildiği zaman da böyledir. Burada ise fail, "Kendisinin hiç bir benzeri olmayan" (Şûra, 42/11) Allah Teâlâ'dır. Şu halde Arş üzerinde ilâhî istivayı Allah ile Arş'ın gerisindeki yaratıklar arasında bir uzaklık, bir mekânî aralığı gerektiren cismanî bir mânâ ile düşünmeye imkân yoktur. Zira "Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz." (Va-(Terbiyeden-Yoksunum)-kıa, 56/85). '

6- Bir hükümdarın tahtına oturup kurulması anlamında bile asıl kastedilen mânâ, cismanî bir oturuş değil, hükümdarlık sıfatıyla nitelenmesidir. Bu öyle bir mânâdır ki, hükümdarın taht sayesinde değil, tahtın hükümdar sayesinde ayakta durmasını ifade eder. Ve bir hükümdarın tahtında devamlılığı, cismen tah t üzerinde oturup kalması değil, hâkimiyetinde devamlılığı ve baki olması demek olur. Fakat bu mânâ diğer hükümdarlarda ve tahtlarda tam, mutlak ve hakiki değil, geçici, nisbîve arızîdir.
Bunun mutlak hakikati ancak Allah Teâlâ'ya mahsustur. Şu halde isti v âdân bu mânânın Allah'da zatî, tam ve hatta tamın üstü mutlak ve hatta mutlak üstü ve hakiki yani cismaniyet ve rûhâniyet gibi imkanî bir vücud ile değil, zarurî bir vücûd ile oluşmuş olduğunu anlamak gerekir. Bunu anlayabilmek için de varlığın gerçeğinin yalnız cisim ve cismaniyete mahsus olmadığını ve hatta cisimliğin gelip geçici ve izafî bir varlıktan ibaret bulunduğunu ve Hakk'ı bilmek için cisim ve ruhun üstüne geçilmek gerektiğini sezmek şarttır.
Bunun içindir ki, cisimden başka varlık, cismanî yük seklikten başka yükseklik duyamayanlar, bu konuda şer'an bir dereceye kadar özürlü sayılırlar.
7- İstiva bir faile isnat edilmiş ve cer harfi ile bağlanmış bulunduğu için, bunda Allah Teâlâ'nm Arş seviyesi ile eşitlik veya birliğine değil, tersine Arş'tan üstün yükseklik ve mutlak büyüklüğüne delalet vardır. Yani Arş ile beraber istiva etti" değil, Arz üzerine istiva etti"dir.
Bu ise Allah'ı, âlemin kendisi ile bir-(Terbiyeden-Yoksunum)-leştiren hulul veya ittihat görüşlerini red ve iptal her şeye şahittir", her şeyi kuşatıcıdır", "onun hiç benzeri yoktur" mânâlarının sonsuzluğunu hatırlatan nezih bir tevhid ispat eder. Şu halde bunda bir teşbihi (benzetme) değil, pek yüksek bir tenzihi tasdik etmek gerekir.

Bunun için bu meselede büyük âlimler şu iki mezhepten biri üzerindedirler:
Birincisi Selef mezhebidir ki, Allah Teâlâ'nm mekân ve yönden yüksek olduğunu kesin bir şekilde tasdik etmekle beraber Arş üzerine istivası sıfatına da - Allah'ın irade ettiği şekilde - iman etmek ve tafsilatıyla te'viline dalmayıp, "Onun açıklamasını ancak Allah bilir." (Âl-i Imran, 3/7) âyetinin delaleti üzere hakikatini Allah'ın ilmine bırakmaktır.
Ehl-i Sünnetçe asıl tercih ve itimad edilmiş olan da budur:

"Ey dayımın oğlu, Arş'ın Rabb'ı, Arşın üstündedir, fakat yerleşme vasfı olmaksızın". (Emâli) İmam Mâlik b. Enes hazretlerine bir gün bir adam "istiva nasıldır?" diye bu âyetteki istivanın nasıl olduğunu sormuş ve İmam Mâlik de biraz başını eğip murakabeye daldıktan sonra vücûdundan şiddetli bir ter boşanmış ve demiştir ki:
"İstiva malûm; keyf (nasıl), makul değil; buna inanmak vacib ve bu soru bid'attır. Sanıyorum ki sen sapık bir adamsın". Bundan sonra emretmiş, o adamı huzurundan çıkarmışlar.
Aynı mânâ selefin daha birçoğundan nakledilmiştir. Bizim Hanefılere göre asıl rivayet edilen de, "Arş üzerine istiva, Allah Teâlâ'nın keyfiyetsiz bir sıfatı" olduğudur.

İkincisi, sonradan ortaya çıkıp istivadan tecsîm (cisimlendirme) veya ittihat (birleşme) şüphesi çıkarmaya çalışan ve selefin sözlerini bu konuda bir çeşit kapalılığa sevketmeye kalkışan nefsine düşkün kimselere karşı müteahhirîn (sonra gelen âlimler)in tercih ettikleri doğru te'vil mezhebidir ki, aklî ve naklî delillere göre Allah Teâlâ'ya nisbeti caiz olmayan bâtıl ihtimalleri at a rak caiz olduğunda şüphe edilemiyecek doğru bir meal araştırmaya girişmektir.
Bunda başlıca üç, dört görüş hasıl olmuştur:
1- Yukarda gösterildiği üzere lisan örfünde Arş'ı hükmüne aldı". "mülkünün tahtına yerleşti" deyimleri, tam sahip olmakla işin intizamından kinaye olarak kullanılır ki, "mülkü bozuldu"nun zıddıdır.
Şu halde D "sonra Arş üzerine hükümrân oldu" âyetinde de en açık ve en olumlu mânâ "bütün yaratıkları üzerinde devamlı emrini yürütmek ve muntazam bir şekilde hükümleri icra etmek suretiyle eksiksiz kudretin nüfuzu ve iradenin cereyan etmesinden" kinaye olmasıdır. Bu mânânın gerçekte hakikati şüphesizdir....
Hasan-ı Basrî hazretleri bunu "işine hâkim oldu" diye ifade etmiştir ki, aynı mânâyı mecazî isnat şeklinde gö s termiş demektir. Yani istivanın Allah'ın zâtına nisbeti hakikatte fiil ve emrinin vasfı olması itibariyledir. "Sonra" buyurulması da buna bir karine gibidir.
İlk yaratma lahza (an)ları mukayesesi mümkün hiç bir denk ve misal ile geçmemiş olan ve hiç bir tekrarlama ve benzeme devamını İçine almayan çeşitli yaratıklarını yeniden yeniye yaratılmaları ile cereyan ettiği, diğer deyişle altı gün henüz tekrar etme devrine girmemiş bulunduğu için ilk önce yaratma hiç bir devamlılığı içine atmış olmayacağından o demlerde istiva düşünülemez. O vakitler rabbânî tecellîler "Onun Arş'ı su üzerinde idi." (Hûd, 11/7) âyetinin delaleti üzere hiç bir seviyede durmayan çeşitli bir cereyanı ifade eder.
Mesela bir bulut, bir duman, ondan bir göksel cisim, ondan ateş, ondan toprak, ondan su, ondan bitki ve hayvan yaratılır giderken bu fiilde henüz bir âdet, bir devamlılık, bir istiva yoktur. Hepsi olağanüstü, hepsi çeşitlidir.
Fakat yaratma böyle soyut bir fark ve değişim cereyanından ibaret kalmamış, değişim içinde az çok bir benzeme ile bir düze tekrar ve devam etmiş, genel bir değişim ile değişen ve içerikleri başka başka bulunan yaratıklardan sonra cüz'î değişim ile çeşitli müttefik ve benzer yaratıklar da yaratılmış, yaratılanlar değiştirilmeye ve düzeltilmeye, sonra dan olma ve yok olma devam etmeye, mesela buluttan ateş ve su, su ile topraktan hayat bir defa değil birçok defalar yaratılmaya ve giderek bitki bitkiden, hayvan hayvandan, insan insandan yapılmaya başlamış ve artık o zamandan itibaren zamanda bir devir, çeşitli işlerde bir tertip ve devamlılık tecelli etmiştir ki, buna "sünnetullah" (Allah'ın sünneti), "âdetullah" (Allah'ın âdeti) denilir.
Bu istiva vasfı bundan itibaren düşünülebilir. "yarattı, sonra istiva etti" terâhî (ge-(Terbiyeden-Yoksunum)-cikmedi de buna işaret eder. Hasılı istiva, ne bir fiil, ne de sırf değişme ile değil, bir tekrarlama ve benzeyiş nisbeti İle düşünülebilir.
Bu ise zatında çoğalmadan, artmadan, değişmeden münezzeh olan Allah Teâlâ'nın ancak fiilleri arasındaki uyuşma nisbeti itibariyle bir fiilî sıfatı demek olur.
Nitekim Süfyân-ı Sevrî hazretleri bunu "Arş'da bir İş yaptı ki, ona istiva ismi verdi." diye ifade etmiştir.
Diğer bazı âlimler de: Yani hepsi Allah Teâlâ'nın "Sonra göğe yöneldi ve onları

düzenledi." (Bakara, 2/29) âyetinde açıklanan düzenlenmesiyle muradı üzere istikamet aldı demiştir ki, bu da kinayede anılan işin İntizamı ile devamı, iradenin cereyanı mânâsının diğer bir ifadesi olarak fiil sıfatına işaret demektir. Ancak bunda istivanın esas itibariyle yaratıkların vasfı olması hususunu tercih şüphesi vardır. Halbuki âyet bu istivayı Arş'tn da üzerine geçirmiş olmak itibariyle Allah'a tahsis eylemiş yani mahkûmun mahkûmiyete istivasını değil, yalnız hâkimin hâkimiyette istivasını anlatmıştır.

2- İstivanın, istilâ mânâsına olmasıdır ki, "Yarattıktan sonra da başından sonuna kadar hepsini kudret ve galibiyeti, velayet ve hâkimiyeti altında tuttu." demek olur. Bunun j£ V^ <.^ D "Her şeyi kuşatıcıdır" (Secde, 41/54) manâsıyla münasebeti açıktır. Bununla beraber istilâ, ihatadan daha şümullüdür. Gerçi İbnü Arabî, "biz istilâ mânâsına bir istiva bilmiyoruz" demiş ise de şâirin:

"Bişr, kılıçsız ve kan dökmeden İrak'ı istilâ etti." beytiyle şahit getirilerek buna cevap verildiği meşhurdur.

3- Arş'ın, mülk ve memleket; istivanın, istîlâ mânâsına olmasıdır. Bu da öbür mânâlarla yakından ilişkili olmakla beraber, ayrıca bazı faydalara da işaret etmektedir.
Birincisi: nın mânâsına özellikle bir dikkat nazarını celb edicidir.
İkincisi: Allah Teâlâ'nın, kendilerini mutlak hâkim gibi sayan beşerî saltanatlar üstündeki yüksek hakimiyetine öbür mânâlardan daha çok bir hatırlatmayı içine alır.
Üçüncüsü: Allah Teâlâ'nın yalnız fiilî sıfatı itibariyle değil, bütün zatî sıfatıyla yüce ve mutlak kemâlinde ısrar eder. Ve bu bakış açısından (sonra) nin mânâsmdaki gecikme, yaratma ve istiva arasında değil, beyan mertebesine ait rütbeyle ilgili bir gecikme olur.

4- Bir de şöyle j istiva etti", yani Allah'a nisbette her şey eşittir. Hiç bir şey ona diğer bir şeyden daha yakın değildir. Çünkü Allah Teâlâ bir mekânı bırakıp da, diğer mekâna giren cisimler gibi değildir" diye de tefsir edilmiştir ki. ilâhî nisbette, mesafeyi reddetme ve adaletin ispatı açısından bilhassa dikkate şâyân bir mânâdır.
Yani Allah Arş üzerine öyle bir istilâ ile istiva etmiştir ki, gökler ve göklerde bulunanlar ona daha yakın, yer ve yerde bulunanlar daha uzak bir mevki ve mesafede değil, hepsi eşit bir nisbettedirler. Bundan istivanın eşitlik mânâsına alındığı sanılmamalıdır. Zira maksat, eşitliği n lüzumu veya gereği olan zatî veya nisbî bir vasıftır.
Nitekim istivanın diğer mânâları da eşitlikten vazgeçmekle düşünülür. Bu mânânın mekânlıkta düşünebileceğiniz misali, eşit iki taraf arasındaki ortanın ve dairenin çemberine göre merkez konumundaki istiva ve ortada olmaktır ki. bunda eşitlik oranı iki taraf veya çember noktalarına ait olur. Ve orta ve merkezde ancak bunlara bir kararda nisbet edilmiş olarak mânâsı düşünülür.
Bu şekilde Arş ve Taht anlamı, çevreleyen mânâsından başka, bir de merkezcilik Fikrini telkin eder. Fakat unutmamak gerekir ki, muhît (çevreleyen)İn gerisinde olan çeşitli noktaların merkeze oranı eşit değil, farklı uzaklıktadır. Halbuki gökte de İlâhtır, yerde de ilâhtır." (Zuhruf, 43/84) âyeti delaletince ilâhî nisbette böyle bir farklılık da düşünülemeyeceğinden bu tefsir, ilâhî istivanın bu geometrik mânâya da ölçü olamayacağını ve bunu anlamak için bütün uzaklık ve mesafe kaydının da kaldırılması gerekeceğini özellikle anlatmıştır.
Ve gerçekte mekan ve yön, uzaklık ve me s afe anlayışları da Arş"ın altındadır, Arş'ın üzerinde" değildir. Allah, her şey üzerine bidüziye hazır ve nazırdır. Onun tıpkısına benzer hiç bir şey yoktur.
Şu halde istivası da, mahiyeti belli olan hiç bir istiva ile kıyas kabul etmez. İlâhî zatı ve sıfatı hakkında varid olan kelimelerin, yalnızca lugata ait gerçeklerin mânâlarıyla değil, birer şer'î hakikat olarak düşünülmesi gerekir.
Bunun için burada Arş ve Tahtın ulvî gerekleri olan hüküm ve saltanatın intizam, emir ve iradenin yerine getirilmesi, istilâ (zaptetme) ve isti'lâ (yükselme)'yi, gücün sınırını ve tam adaleti unutup da istiva kelimesinin lisanda oturma veya ayakta durma ve korunma ile istikrarda da kulanıldığından dolayı, Allah tıpkı bir taht, bir sandalye veya dam üstünde duran bir şahıs vaziyetinde Arş'a dayanmış bidüziye oturuyor veya dikiliyor veya yatıyor gibi bir düşünceye sahip olmak, aklen ve şer'an pek büyük bir cahillik olur.
Böyle bir mânâya lafzın lügat bakımından müsaadesi varsa da şer'an ve aklen yoktur. Ve İşte yukarda açıklanan mânâlar bilhassa bunu anlatmak ve öyle vehmi defetmek içindir ki, her biri doğru bir mânâdır.
Yüksek nazmın da hepsine hem dil, hem din ve hem akıl yönünden ihtimali ve müsaadesi vardır. Bununla beraber en doğrusu bunları bütünüyle düşünmek ve ihatası mümkün olmayan ilâhî istivanın hakikatinde durmak lazım gelir.
Çünkü yaratma, gökler ve yer. altı gün, Arş mefhumlarında bile, idrakimizi aşan bir esası vardır. O halde bütün bunların üzerine taallûk eden istivanın hakikati, idrak seviyemizden pek yüksek olduğunu itiraf etmelidir.
Bu bakımdan iman edilecek tefsir Selefin çoğunluğunun mezhebine göre tefsirdir ki şudur: Allah, gökleri ve yeri özel vakitlerde yarattı, sonra da hudûs (sonradan olma) ve yok olma, bir yer tutma ve yon şüphelerinden münezzeh olarak murad ettiği mânâ ile Arş üzerine istiva eyledi". Fakat böyle demek, bu yüksek nazımda bizim anlayabileceğimiz hiç bir mânâ yoktur demek olmadığından da gaflet edilmemek gerekir...........
.Elmalı tefsiri c. 3, s. 2177,
[5] İsmail Hakkı Bursevi (k.s), Rûhu’l-Beyan Tefsîri, Fatih

 
Üst