İslâm Hukuk İlminin Esasları - Zekiyüddin Şaban

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
İlahiyat fakültelerinde okunan ve aranan kitap

USULÜL FIKIH (ZEKİYYÜDDİN ŞABAN)

Tek Link İndirmek İçin Tıkla !


İNDİR
 
Son düzenleme:

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
ilgili site hack saldırısına uğradığı için yeniden kurulum aşamasında. Düzeldiği zaman güncel linkleri konuya tekrar ekleyeceğim.
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
FIKIH USULÜNE DAİR GENEL BİLGİLER.. 1

§: 2- (A) Fıkıh Usulünün Tarifi: 1

§: 3- Tarifin Açıklanması: 2

§: 4- Usulcünün Faaliyet Tarzı: 3

§: 5- Fakîhin Faaliyet Tarzı: 4

§: 6- (b) Usûl İlminin Konmasında ve Usûl İncelemelerinde Güdülen Gaye: 4

§: 7- (c) Fıkıh Usûlünün Doğuşu: 5

§: 8- Fıkıh Usulü Alanındaki İlk Tedvin: 6

§: 9- Mütekellimîn Metodu: 7

§: 10- Hanefiyye Metodu: 7

§: 11- Mütekeüimîn Metoduna Göre Yazılmış Usûl Kitapları: 11

§: 12- Hanefîyye Metoduna Göre Yazılmış Usûl Kitapları: 11

FIKIH USULÜNE DAİR GENEL BİLGİLER

§: 2- (A) Fıkıh Usulünün Tarifi:

Fıkıh usulünün tarifine geçmeden şu ön bilgiyi vermemiz faydalı olur:

Fıkıh: Müctehidlerin, tafsili şer'î delillerden istinbat ettiği şer'î-amelî hükümlerdir. Bir başka anlatımla, müctehidlerin, her bir amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip onlardan çıkardıkları hükümlere ''fıkıh" denir.Müctehidin tafsili delillerden bu hükümleri çıkarması ise, mutlaka, kendisine yol gösterecek belli başlı kurallara ve prensiplere uymasını gerektirir.Bu gerçeği gözönüne alan İslâm bilginleri, İslâm hukukuna candan hizmet aşkıyla, müctehidlerin hüküm istinbatında takip ettikleri metodlan açıklamak üzere özel bir çalışma yapmışlardır. Bu çalışma ile güdülen başlıca iki gaye şunlardır:

1- İctihad şartlarını taşıyanlar, öncekilerin yaptığı gibi ictihad edip karşılaşılan fıkhî olaylara hüküm bağlayabilecekler,

2- İctihad şartlarını taşımayanlar ise, müctehidlerin hükümlere varırken dayandıkları delilleri ve o delillerden bu hükümlere nasıl ulaştıklarını Öğrenerek, onlardan nakledilen hükümleri gönül huzuru içinde kabullenmiş olacaklardı.İşte bu düşünceden hareketle, onlar, hakkında ister özel nass bulunsun ister bulunmasın, delillerin ihtiva ettiği hükümleri kavrayabilmek için uygulanan ve delillerden hüküm çıkarılmasında yardımcı olan genel kuralları ortaya koydular.islâm bilginleri, bu arada delillerden hüküm çıkaracak kişi yani "müctehİd" ile ilgili kurallardan söz ettiler, içtihadı, içtihadın şartlarını ve hükümlerini, taklidi ve taklidin hükümlerini açıkladılar. Bütün bu kurallara ve sözü edilen hususlarla ilgili incelemelere topluca "usûlü'l-fıkıh" adını verdiler.Şu halde fıkıh usulü için şöyle bir tarif vermek mümkündür: "Müctehidin şer'î-amelî hükümleri tafsilî delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe usûlü'l-fıkıh denir." [1]

§: 3- Tarifin Açıklanması:

(kurallar),'nin çoğuludur. Her biri bir çok cüz'inin hükmünü kapsamına alan küllî kaziyeler (önermeler) demektir. Meselâ, "Her emir vücub için*dir dediğimizde bir kuralı ifade etmiş oluruz. Çünkü bu, [2] ve [3] âyetleri gibi emir sıygası ihtiva eden bir çok cüz'îye uygulanabilir nitelikte küllî bir önermedir.Yine, "Her nehiy haram kılmak içindir dediğimizde bir kural söz konusudur.Zira bu da[4] [5] ve [6] âyetleri gibi nehiy sıygası ihtiva eden bir çok cüz'îye uygulanabilecek küllî bir önermedir. (Müctehidin hüküm çıkarabilmesine yara*yan) ifadesi ise, bu kuralların, müctehidin hükümleri anlaması ve delillerden hükümleri elde edebilmesi için birer vasıta teşkil ettiğini anlatmaktadır. Bu hususta geniş açıklamaya ileride yer verilecektir. kelimesi (hüküm) kelimesinin çoğuludur. Hüküm, bir şey hakkında bir durumun olumlu veya olumsuz olarak belirlenmesi demektir. Meselâ, "Güneş doğmuştur" veya "Güneş doğmamıştır" dendiğinde doğma durumunun güneş hakkında varid olup olmadığı belirlenmiş olur.Hükümler bazen akıl yoluyla elde edilir ve bunlara "aklî hükümler" denir. Meselâ, "Bir ikinin yarısıdır" veya "İki zıt birarada bulunamaz" hükümleri böyledir. Bazen de duyu organları vasıtasıyla elde edilir, ki bunlara "hissî hükümler" adı verilir. Sözgelimi, "Ateş yakıcıdır" veya "Güneş doğmuştur" hükümlerinde olduğu gibi. Bazen ise,hükümler şer'î kaynaklar vasıtasıyla elde edilir ve bunlar "şer'î hükümler" diye anılır. "Namaz farzdır" ve "Ribâ haramdır" hükümleri bu neviye örnek gösterilebilir. İşte usul kuralları, şer'î delillerden elde edilecek olan bu nevi hükümler için konmuştur. Bu yüzden, aklî ve hissî hükümleri bertaraf etmek üzere tarifteki "hükümler" kelimesi "şer'î J" kaydı ile sınırlandırılmıştır.Fakat şer'î hükümler de, kendi içinde ayırıma tabi tutulmuş ve bunlar için farklı isimlendirmeler yapılmıştır: Namazın ve orucun farz olduğu, alım-satım, rehin, vakıf vb. hukukî muamelelerin caiz olduğu gibi insanlar tarafından ortaya konan fiillerle ilgili olanlara "amelî hükümler"; Allah'a ve Allah'ın birliğine iman, Allah'ın meleklerini ve peygamberlerini, âhiret gününün geleceğini kabullenmek gibi inançla ilgili olanlara' 'itikadı hükümler'; doğruluğa sarılmak ve yalandan kaçınmak gerektiği gibi ruhun tezkiyesi ve. tehzibi ile ilgili olanlara ise "ahlâkî hükümler" denmiştir.Usûl ilminde, sadece amelî hükümlere ulaştıran kurallardan bahsedildiği için, tarifte "amelî" kelimesini kullandık ve böylece itikadî ve ahlâki hükümleri dışarıda bırakmış olduk. Çünkü bunlar usûl ilminde incelenmez; itikadı hükümler "tevhid" veya "kelâm" ilminde, ahlâkî olanlar ise "tasavvuf" veya "ahlâk" ilminde incelenir.Tarifte yer alan "tafsîlî deliller", cüz'î deliller anlamındadır. Cüz'î deliller ise, herbîr olayla ilgili ve bu olaylardan herbirinin hükmünü gösteren deliller demektir. Meselâ, [7] âyeti, cüz'î veya tafsîlî bir delildir. Zira özel bir mesele ile (analarla evlenme meselesi ile) ilgilidir ve bu mesele hakkında belirli bir hükmü (böyle bir evliliğin haram olduğunu) göstermektedir. Yine [8] âyeti cüz'î veya tafsilî bir delildir. Çünkü özel bir mesele (zina olayı) ile ilgilidir ve bu meseleye dair belirli bir hükmü (haramlık hükmünü) göstermektedir.Bir de "icmâlî-küllî deliller" vardır ki, bunlardan her biri özel bir mesele ile İlgili değildir ve belirli bir hükmü göstermez. Meselâ, Kitap, Sünnet, icmâ ve kıyas hep birer icmâlî delildir. Bu delillerin "âmm" ve "hâss" gibi nevileri, bu nevilerin de kendi içinde "emir", "nehiy", "mutlak" ve "mukayyed" gibi ayırımları vardır.Tafsîlî deliller, fakîhin inceleme konusudur. Zira fakîhin gayesi, belirli bir fiilin caiz veya haram olması, bir sözleşmenin geçerli veya geçersiz olması gibi cüz'î hükümlere ulaşmaktır. Cüz'î hükümler ise, cüz'î-tafsîlî delillerden elde edilir.İşte bu sebeple, icmalî-küllî delilleri dışarıda bırakmış olmak için, tarifte "tafsîlî" kelimesini kullandık. İcmalî-küllî deliller, fakihin değil, usûlcünün inceleme konusudur. Zira usûlcünün gayesi, fakihîn cüz'î hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarırken faydalanacağı vc şer'î kaynaklardan hüküm elde etmeye yarayan genel kurallara ulaşmaktır. Bu kurallar ise, ancak icmâlî-küllî delillerle ilgilidir, yoksa tafsîlî delillerle ilgili değildir.[9]

§: 4- Usulcünün Faaliyet Tarzı:

Usûlcü, Kitap, Sünnet ve diğer delilleri inceler. Bu delillerin durumlarına, âmm, hâss, emir, nehiy, mutlak ve mukayyed gibi değişik şekillerden hangi hal üzere bulunabileceklerine bakar ve bunlardan herbirinin hükmünü açıklayan.kurallar koyar.Meselâ, Kitap ve Sünnet'te mevcut "emir'Meri inceler ve bunların hangi hükmü gösterdiğini araştırır. Araştırma sonunda anlar ki, "emir" "me'murun bih"in (emredilen şeyin) vacip olduğunu göstermektedir. Böylece "emir vücûba delâ*let eder" kuralını koyar.Yine, hangi hükmü gösterdiğini tesbit etmek üzere Kitap ve Sünnet'te mevcut "nehiy"leri inceler ve incelemenin sonunda bunların "menhiyyün anh"in (yasaklanan şeyin) haramlığını gösterdiği sonucuna ulaşır. Böylece"nehiy haram kılmaya delâlet eder" kuralını koyar.Aynı şekilde, usulcü, şer'î delillerde yer alan "umum" sıygalarını inceler, bunların neye delâlet ettiğini tesbite çalışır ve niyahet "umum" sıygasının, bütün fertlerini kesin bir şekilde kapsadığı sonucuna varır. Bunun üzerine "âmm bütün fertlerini kesin bir delâletle kapsar" kuralını koyar.[10]İşte usulcü, şer'î delilin diğer nevileri hakkında da bu şekilde bir faaliyet gösterir. [11]

§: 5- Fakîhin Faaliyet Tarzı:

Fakih, fer'î bir olayın hükmünü tesbit etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usûl kurallarını alır, o fer'î olayla ilgili delile (cüz'î veya tafsîlî delile) uygular. Böylece o delilin hangi şer'î hükme delâlet ettiğini ortaya koyar.

Meselâ, fakih namazın hükmünü tesbit etmek istediğinde, namaz ile ilgili tafsîlî delilleri araştırır ve "namazı kılın" âyetini bulur. Bu cüz'î delile bakar ve bu delilde namaz kılmanın "emredildiğini" görür. Bu durumda "emir vücuba delâlet eder" şeklindeki emrin hükmünü açıklayan usûl kuralını kullanır ve bilir ki buradaki emri, emredilen şeyin vacip kılındığını göstermektedir. Böylece fakih, namazın vücubuna hükmeder ve "namaz vaciptir" der.Yine fakih. Yüce Allah'ın sözünden hareketle zina fiilinin hükmünütesbit etmek istediğinde, bu cüz'î delili inceler ve burada zinaya yaklaşmanın "nehyedİldiğini" görür. Bu durumda, nehyin hükmünü açıklayan "nehiy haram kılmaya delâlet eder" şeklindeki usul kuralını kullanır ve sözünün haram kılmaya delâlet ettiği sonucuna vararak zinanın haramlığına hükmeder ve der ki: "Zina haramdır."Bu şekildeki örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Özet olarak: Usulcünün görevi, icmali delilleri (topluca kaynaklan) incelemek ve tafsîlî (herbîr olayla ilgili) delillerden cüz'î hükümler çıkaracak olan rnüctehid için küllî nitekilkte kurallar tesbit etmek ve bu kuralları şer'î delillerle isbatlayıp sağlam temellere oturtmaktır.Fakihin görevi ise, tafsîlî delilleri incelemek ve usûl kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz'î hükümler çıkarmaktır. [12]

§: 6- (b) Usûl İlminin Konmasında ve Usûl İncelemelerinde Güdülen Gaye:

Usûl ilmi için daha önce verilen tariften anlaşılmaktadır ki, bu ilimden maksat, şer'î-amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çikarabihîıeyi sağlamaktır.Şu halde, bu ilmi öğrenen kimsede ietihad ehliyeti gerçekleşmişse, yani bu kimseye Kur'ân'ı ve Sünnet'i, bunlardan birinde mevcut çözüme kıyas yapabilme şekillerini, İslâm teşriinin genel gayelerini bilmek gibi ietihad şartlarını kendisinde toplamış ise, artık bu ilim ile şer'î nasslardan hükümler çıkarabilir ve hakkında nass bulunmayan durumlarda ya nasslardaki çözümlere kıyas ile veya olaya maslahatın gerektirdiği uygun çözümü bağlamak suretiyle şer'î hükmü tesbit edebilir.Bu İlmî öğrenen kimse ietihad ehliyetini taşımıyorsa, o da bu ilim sayesinde şu faydaları sağlamış olur:

1- Müctehidlerin çıkarmış oldukları hükümleri tam-manasıyla kavramak ve bu hükümleri gönül rahatlığı ile kabullenmek. Şöyle ki: Kişi bu ilmi öğrenince, müctehidlerin kendi şahsi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilâkis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer'î kaynaklara dayandıklarını, ietihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını anlar.

2- Müctehİd imamlardan hakkında görüş nakledilmemiş bulunan meselelerde, onların kurallarına göre tahrîc yapıp hükme varmak. (Bir başka deyişle, kendisine uyulan müetehid o olayla karşilaşsa idi nasıl hüküm verirdi diye düşünerek sözkonusu meselenin hükmünü onun fıkhından çıkarmaya çalışmak).

3- islâm hukukçularının aynı olay hakkındaki görüşleri arasında mukayese yaparak delil yönünden en güçlü ve istidlal yönünden en doğru olanı tercih etmek.Zira değişik görüşler arasında iyi bir mukayese, ancak fakihlerin çeşitli şer'î hükümlerin tesbiti sırasında dayandıkları delilleri çok iyi bilmek, bu delilleri Ölçüp tartmakve aralarından en kuvvetlisini seçmekle mümkün olur. Bu noktaya ise usul kurallarını bilmeden ulaşılamaz. [13]

§: 7- (c) Fıkıh Usûlünün Doğuşu:

Fıkıh usûlü ilmi, Hicrî ikinci aşırın sonlarında yani Hz. Peygamber, Sahabe ve Tâbiûn devirlerinden sonra ortaya çıkmış ilimlerdendir. Zira Hz. Peygamber devrinde hükümler bizzat kendisinden Öğreniliyordu. Yani hükümler ya Rasûlûllah'a vahyedilen Kur'ân ile veya onun Kur'ân'ı söz, fiil yahut takrir yoluyla açıklayan Sünneti ile sabit oluyordu. Bu durumda birtakım metod ve kurallar kullanma ihtiyacı duyulmuyordu.Hz. Peygamber'in Rabb'ine kavuşmasından sonraki dönemde İnsanlar arasında iftâ ve kaza (yargı) görevini Sahabenin büyükleri yürütüyordu. Bunlar, Kur'ân ve Sünnetin dili olan arapçayı, âyetlerin nüzul ve hadislerin vürûd sebeplerini çok iyi biliyorlar, İslâm teşrî'inin inceliklerine, maksat ve hedeflerine tam manasıyla vâkıf bulunuyorlardı. Çünkü bu büyük sahabiler, kavrama gücü, zekâ ve ahlakî meziyetler bakımından seçkin insanlar oldukları gibi, bunun ötesinde bir de uzun süre Rasûlûllah ile beraber yaşamış, ona arkadaşlık etmiş kişilerdi. Şer'î kaynaklarından hüküm istinbatı sırasında kullanılacak kuralları teorik bir şekilde ele almaya ihtiyaçları yoktu.Dinî veya dünyevî herhangi bir olayın hükmünü tesbit ihtiyacını duyduklarında, doğrudan doğruya Allah'ın Kitab'ına müracaat ederler, burada ihtiyaç duydukları konu ile ilgili hükmü bulamazlarsa Resûlûllah'm Sünnetine bakarlar, orada da aradıklarını bulamazlarsa ictihad ederler, (Kur'ân ve Sünnetten) benzer olaylar araşıtrırlar, buldukları hükmü karşılaştıkları benzer olaylara da uygularlardı. Benzer olay da bulamazlarsa, İslâm hukukunun koyduğu hükümlerde gözettiği menfaat ve ihtiyaçları gözönünde bulundurarak, karşılaştıkları olaya uygun olan ve maslahatı gerçekleştiren çözümü ortaya koyarlardı.Saîd b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kadı Şurayh, İbrahim Nehaî vb. Tâbiûn müctehidleri de aynı yolu takip ettiler.İlk asır. Sahabe ve Tâbiûn devri böylece geçtikten sonra, daha Önce mevcut olmayan yeni durumlar ortaya çıktı. Arapların Arap olmayanlarla iyice karışması bu durumlar arasında yer alıyordu. Bu karışma Arap dilinin o derece zayıflamasına yol açtı ki, artık eskiden olduğu gibi arapçanın İslâm toplumunun tabiî dili haline dönmesi imkansızlaştı.Müctehidlerin görüş belirtmelerini gerektiren çok sayıda olayların ortaya çıkışı da bu durumlardan biriydi.Yine, müctehidlerin çoğalması, ictihad ve hüküm istinbatında metodların çeşitliliği ve herbiriniri kendine göre doğru olan yolu takip etmesi bu yeni durumlar arasında zikredilmelidir.İşte bütün bunlar, fakih ve müctehidleri, ictihad faaliyetinin disipline edilmesi ve keyfî hüküm verme ihtimaline karşı tatmin edici bir tedbir alınması için harekte geçirdive onları şer'î delillerden hüküm istinbat edilirken esas alınacak prensipler ve kurallar belirlemeye şevketti. Onlar bu prensip ve kuralların belirlenmesinde, nasslarda yeralan ifadelerin kullanış tarzlarına ve Arap dilinin üslûplarına tümevarım metodunu uygulama yolundan faydalandılar. Sonra bu kuralları tedvin ettiler (derlediler) ve "Usûlü'1-Fıkh" adını verdikleri müstakil bir ilmî disiplin haline getirdi. [14]

§: 8- Fıkıh Usulü Alanındaki İlk Tedvin:

Bu ilmin kurallarını müstakil bir eser halinde İlk defa biraraya getiren kimse Hicri 204 yılında vefat eden İmâm Muhammed b. İdrîs eş-Şâfıî'dir. Şafiî, usûl alanındaki meşhur "Risâle"sinde [15] özellikle şu konulan incelemiştir: Kur'ân ve Kur'ân'ın hükümleri açıklayış şekilleri, Sünnet ve Kur'ân'a nisbetle Sünnet'in yeri, Sünnet'e uymanın Kitab'ın emriyle farz kılınmış olduğu, nâsih ve mensuh, hadislerin illetleri, haber-i vâhid, icmâ, kıyas ve istihsânın hüccet olarak kullanılıp kullanılamayacağı, hangi durumlarda ihtilâfın caiz olacağı ve hangi durumlarda caiz olmayacağı. Böylece İmâm Şâfıî, hüküm çıkarma metodlarını ve kurallarını ilk defa biraraya getiren bilgin olmuştur. Şu var ki bu metodları ilk defa ortaya koyan o değildir. Çünkü bunlar daha önce oluşmuştur. Herbir imamın, ictihad ederken takip ettiği kendine has metodu vardı. Bu metod, imâmın, İslâm hukukunun kaynakları üzerindeki araştırmaları sonucu (kendi zihninde) özümlediği birtakım kurallara dayanıyordu.Şafiî'den sonra başka bilginler bu ilmin meselelerini derlemeye devam ettiler. Meselâ Ahmed b. Hanbel "Kitâb'u tâati'r-rasûl'ü, "Kİtâb'un-nâsih vel'-mensuh"u ve "Kitâbu'l-ıîel'M yazdı. Sonra Hanefî bilginler ve kelâm bilginleri bu alanda eserler verdiler, geniş incelemelerde bulundular ve bu ilmin kurallarını sağlam esaslara bağladılar. Bütün bu. müellifler, bu ilimden maksadın "şer'î delillerinden amelî hükümleri çikarabilmeyi sağlamak" olduğu kanaatindeydiler. Şu halde ortada bir hüküm bulunması için bu hükmün delili olacak, bu delilden hükmün çıkarılması yönünde zihnî bir faaliyet ortaya konacak ve delilden hükmü çıkaran bir kimse bulunacaktı. İşte bunun için usûlcüler incelemelerini şu dört ayrı konu üzerinde yürüttüler:

1- Şer'î hükümler: Vücûb, hürmet, kerahet... vb.

2- Şer'î deliller: Kitâb, Sünnet... vb.

3- Delillerden hüküm çıkarma yollan, yani delillerin hükümlere delâlet şekilleri.

4- Hüküm çıkaran kişi, yani müctehid.

Ne var ki bütün bu müellifler, incelemelerinde aynı metodu takip etmediler. Çünküayrı bölgelerde bulunuyorlardı ve bu alanda eser yazarken hepsinin güttüğü gaye aynı değildi. Böylece usûl eserlerinin kaleme alınışı konusunda iki ayrı metod ortaya çıktı.

Birincisi: "Mütekellimin metodu" idi. Bu metodun böyle anılmasının sebebi, bu metoda göre yazanların çoğunluğunun kelâm bilgini olmalarıdır. Bu metod "Şâfıîyye metodu" diye de isimlendirilmiştir, çünkü bu metoda göre yazan ilk müellif İmâm Şafiî'dir.

İkincisi: "Hanefiyye metodundur. Bu metod Hanefî bilginler tarafından ortaya konmuş ve takip edilmiş

olduğundan böyle adlandırılmıştır. [16]

§: 9- Mütekellimîn Metodu:

Mütekellimîn metodunun özelliği usûl kurallarının, delillerin ve burhanların gösterdiği yönde vaz'edilmesidir. Bu metoda göre yazan usûlcüler, belirli bir mezhep lehinde taassup göstermeksizin ve ulaşılan usûl kuralının mezhep imamlarından nakledilmiş fıkhı çözümlere uygun olup olmadığına bakmaksızın, delillerin desteklediği kuralları tesbit ve kabul etmişler, delillere aykırı düşen kuralları reddetmişlerdir. Böylece onların usûlü, furû'u'l- fıkhın ffer'î fıkıh çözümlerinin) hizmetçisi değil, furû'î hükümlere hakim bir usûl, bir istinbat yolu olmuştur. Bu yüzden onlar, izah ve örnek kabilinden zikrettikleri bir yana bırakılırsa, furû hükümlerine kitaplarında pek yer vermemişlerdir. [17]

§: 10- Hanefiyye Metodu:

Hanefiyye metodunun özelliği ise, mezhep imamlarının ictihad ederken ve fıkhî meselelerin hükmünü verirken takip ettiklerine kanaat getirilen usûl kurallarının tesbit edilmesidir. Bu metoda göre usûl yazanların bu kuralları tesbit ederken dayandıkları esas malzeme, mezhep imamlarından nakledilen fıkhî çözümlerdir. Hanefi bilginlerinin bu metodu takip etmelerinin temelinde yatan sebep şudur: Hanefi mezhebinin imamları onlara, Şafiî'nin kendi talebelerine bıraktığı gibi derli-toplu bir kurallar kolleksiyonu bırakmış değildi, sadece çok sayıda ve çok çeşitli fıkhî meselelere ait çözümler ve bu çözümlerin içine serpiştirilmiş bazı kurallar bırakmışlardı. İşte Hanefi bilginler bu çözümlerin üzerine eğildiler, birbirine benzeyenlerini biraraya getirdiler ve bunları özümleyerek bir takım kurallar ortaya çıkardılar. Gerek imamlarından nakledilen çözümleri desteklemek, cedel ve münazara meclislerinde bu çözümlerin müdafaasında silah olarak kullanmak, gerekse mezhep imamlarından nakledilen İctihadların ele almamış bulunduğu yeni olayların hükümlerini çıkarırken kendilerinden yararlanmak üzere bu kuralları mezheplerinin usûlü haline getirdiler.Bu tutum onları, bazen şu sonuca götürüyordu: Önce mezhep imamlarından nakledil*miş çözümlerin gerektirdiği şekilde usul kuralları koyuyorlar, sonra koydukları bir kuralın mezhep içinde yerleşmiş furû çözümlerinden biriyle çatıştığını görüyorlar ve usûl kuralını değiştirip ona.bu fıkhı çözümle uyuşan bir şekil veriyorlardı.Bu duruma açıklık getirmek üzere iki örnek vereceğiz. Birincisi, gerek mütekellimîn gerekse Hanefiyye metodunun usûl kurallarını nasıl koyduklarını açıklamış, yani usûl kurallarını koyarken ikincilerin mezhep imamlarından nakledilen çözümlere dayanmasına karşılık birincilerin (doğrudan) şer'î delillere dayanmakta olduklarını göstermiş olacaktır. İkinci örnek ile ise, Hanefîlerin usûl kuralını koyduktan sonra onu, muhtelif fıkhî çözümlerle uyuşacak şekilde değiştirmelerini açıklamış olacağız.

Birinci örnek: Namazın vücubunda vaktin sebep teşkil edişi ile ilgili. Gerek Hanefîler gerekse diğerleri ittifak etmektedirler ki, beş vakit namazdan herbirinin vakti bu namazın vücubu ve bu namaza ait borcun mükellefin zimmetinde yer tutması için "sebep"tîr ve bu namazın edasının "sıhhat şartı" dır. Yani henüz vakti girmeden namaz vacip olmaz, vaktinden önce edâ edilmesi halinde bu namaz geçerli değildir; vakti geçtikten sonra da edâ edilemez. Aynı fakihler, namazın sebebini teşkil eden vaktin herhangi bir anında bu namazın kılınabileceğinde de birleşmişler, fakat vücûb için sebep teşkil eden zaman parçası hakkında yani Şâri'den mükellefe hitabın yöneldiğini gösteren işaret hakkında ihtilâf etmişlerdir. Cumhur (fakihlerin çoğunluğu) şöyle demektedir: Sebep, vaktin ilk kısmıdır, vakit girdiği anda mükellef, bu vakitle sınırlı bulunan namazın edasından sorumludur; fakat bu vaktin dilediği bir bölümünde edâ etme serbestisine sahiptir. Vaktin başlangıcında mükellefiyete ehil oîan kişi için durum budur. Şayet kişi, vaktin başlangıcında mükellefiyete ehil değilse, "sebep", vaktin, mâniin ortadan kalkmasından itibaren başlayan kısmıdır. Mâni bütün vakti kapladığı takdirde İse, kişiye hitap yönelmemiştir ve vücûb sözkonusu değildir.Hanefîlerin görüşü İse şöyledir: Namazın vücubu için "sebeb", hemen peşinden edâ olayı bulunmak kaydı ile vaktin ilk kısmıdır. Eğer namaz vaktin ilk kısmında edâ edilmişse, namazın vücubu için sebep budur. Şayet namaz, vaktin daha sonraki parçasında edâ edilmişse, "sebeb" bu kısımdır. Bu şekilde vaktin ilerlediğini ve edâ edilmediğini düşünelim: Nihayet, ancak bu namazın edâ edilebileceği kadar bir zaman parçası kalmışsa, artık bu kısım "sebebiyet" için belirli hale gelmiştir. Eğer namaz edâ edilmeden vakit sona ererse, bu defa vaktin tamamı "sebeb"tir.Cumhur burada şer'î delile dayanmaktadır. O da Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyetidir: "Güneşin (batıya doğru) dönmesinden gecenin karanlığı bastmncaya kadar (beUi vakitlerde) namazı ki!. " [18]Zira Yüce Allah, güneşin batıya doğru meyletmesini namazın vücûbuna ve "namazı kıl" hitabının mükellefe yönelmesine "sebeb" kılmıştır. Sünnet de, vakitlerin başlangıç ve bitişlerini açıklamış ve mükellefin namazlarının edasında genişliğe sahip olduğunu göstermiştir.Cumhurun koyduğu bu kuraldan şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Mükellef, vaktin herhangi bir bölümünde mükellefiyet manilerinden biri olmaksızın bulunmuşsa, borç zimmetinde sabit olur ve bunu edâ yahut kaza etmesi gerekir; fakat manilerden kurtulmuş olarak vaktin hiçbir anına raslayamamışsa kendisine bir şey gerekmez.Hanefîlere gelince, onlar bu kuralda Kitab veya Sünnet'ten bir delile değil, mezhep imamlarından nakledilmiş bulunan fıkhı çözümlere dayanmışlardır. Bu konudaki furû' hükümlerine bakmışlar ve şu çözümü bulmuşlardır: Bir kimse vaktin başlangıcında mükellef iken, sonradan bir mükellefiyet manii ortaya çıksa bu mani vakit çıkıncaya kadar devam etse, bu vakte ait namaz ona vacip olmaz.Hanefî usûlcüler bu fer'î hükümden, vaktin ilk kısmının, namazın vücubu için "sebeb" olmadığı sonucunu çıkarmışlardır. Çünkü -bu anlayışa göre-, ilk kısım "sebep" olsaydı sadece sebebin varlığı ile vâcib mükellefin zimmetinde borç olarak yer tutacaktı; zimmette bir borcun yer almasından sonra ise, bu borç edâ veya kaza edilmedikçe sorumluluk sona ermezdi.Yine, onîar önlerinde şöyle bir fer'î hüküm bulmuşlardı: Mükellef, namazı vaktin başlangıcında edâ ederse namaz sahih, (geçerli) olur. Bu hükümden de şu sonucu çıkardılar: Vaktin son kısmı namazın vücûbu için "sebeb" değildir. Şayet "sebeb" olsaydı, vaktin başlangıç kısmında kılınan namazın sahih olmaması gerekirdi. Çünkü bu namaz, sebebi ve sıhhat şartı yani "vakit" hanüz ortada yokken edâ edilmiş bir namaz olurdu. Halbuki sebebi ve sıhhat şartı gerçekleşmeden namaz sahih değildir.Aynı şekilde, Hanefî usûlcüler şöyle bir fer'î hükümle de karşı karşıya idiler: Mükellef, nakıs vakit girinceye yani güneşin rengi sararıncaya kadar ikindi namazını kılmamış bulunsa ve nakıs vakitte kılsa, namazı kerahetle birlikte sahihtir. Bu fıkhî çözümden de şu sonuca vardılar: Vâcib, daha önce edâ edilmeyip ancak vaktin sonunda ifa edilmiş olursa, vaktin sonu namazın vücubu için "sebeb"tir. Zira nakıs vakitte namazın edasının sahih olması, vücûb sebebindeki eksiklikten ötürü namazın da eksikliğiyle birlikte vâcib olduğuna delildir. Bunu biraz açacak olursak, eksik vücûb sebebi, kerahet vakti denen nakıs vakittir. Bu vakitte edâ edilen namaz kusurlu görülmekle beraber (mekruh olarak) sahih sayılmaktadır. Yani vâcib oluşu nasılsa edası da aynı vasfı taşımaktadır.Onlar, bir de önlerinde şöyle bir fer'î hüküm bulmuşlardı: Mükellef ikindi namazını vakti içinde kılmasa, sonra, meselâ ertesi günü nakıs vakitte (kerahat vaktinde) kılsa, bu namaz sahih olmaz. Bu hükümden ise şu sonuca vardılar: Vâcib, vakti içinde edâ edilmezse, vücubunun sebebi artık vaktin son parçası değil, bütün vakittir. Çünkü, vaktin çıkmasından sonra da vaktin son kısmını vücûb sebebi sayabilsek, nakıs vakitte namazın kaza edilebilmesi ve kazanın sahih olması gerekirdi. Bu takdirde vâcib -yukarıdaki olayda açıklandığı şekilde: sebebindeki eksiklikten ötürü eksik bir vâcib sayılırdı ve nakıs vakitte kazası da caiz olurdu.İşte bütün bu fer'î çözümleri gözönüne alarak ve kuralın bunlara uygunluğunu sağlamak üzere Hanefî fakihler şöyle demişlerdir: Namazın vücubu için "sebeb", hemen peşinden edâ olayı bulunmak kaydı ile vaktin ilk kısmıdır. Şayet vaktin başlangıcında edâ edilmemişse "sebebiyet", edâ olayının bulunduğu sonraki kısma intikal eder.... Böylece, vaktin sonuna gelinmiş ve sadece farz namazın ifa edilebileceği kadar bir zaman kalmış olursa, biliriz ki artık vaktin bu son parçası "sebeb"tir; fakat mükellef namazı edâ etmeden bu parça da geçirilmiş ve vakit sona ermiş olursa, o zaman "sebebiyet" vaktin tamamına nisbet edilir.

İkinci örnek: Hanefîler "usût'Ierinde şöyle bir kurala yer vermişlerdir: "Müşterek lâfız (konduğu bütün manaları aynı ada) kapsamaz". Önce "müşterek" lâfızı kı*saca açıklayalım. Başta bir mana için vazedilmiş bir lâfız sonra başka birpana veya manalar için de vazedilmiş olursa buna "müşterek" denir. Meselâ "mevlâ" kölesini azâd eden efendi demektir. Fakat azad edilen köle için de "mevlâ" lâfzı kullanılmıştır. Herikisi için de mevlâ kelimesi kullanılır olmuş, birbirinden ayırdetmek için ilkine "mevlâ a'lâ ikincisine "mevlâ esfel denmiştir. Yine, "aynl âfzının birçok manası vardır. Bunlar arasında altın, görme rganı olan göz, casus manaları sayılabilir. İşte yukarıda zikrettiğimiz kural demek istemektedir ki, "mevlâ" ve "ayn" gibi müşterek lâfızlar, aynı söz içinde bu manalarından sadece biri için kullanılır. Meselâ: (Bir "ayn" gördüm) dediğiniz zaman, hem casus, hem altın, hem görme organı olan göz gördüğünüzü kasdetmiş olamazsınız. Mezhep imamlarından herhangi biri bu kuralı böyle açık bir şekilde İfade etmiş olmayıp, Hanefî bilginler bazı fer'î çözümlerden bu kuralı çıkarmışlardır. Meselâ vasiyet bahsindeki şu hüküm bu çözümlere örnek gösterilebilir: "Hem esfel hem a'lâ gurubundan mevlâları olan bir kimse mevlâlan lehinde vasiyette bulunsa ve herhangi bir açıklamada bulunmadan vefat etse vasiyet bâtıl olur." Böyle bir durumda mûsînin (vasiyet edenin) "mevlâ" kelimesi ile kendisini azad eden mevlâyı mı yoksa kendi azâd ettiği mevlâyı mı kasdettiği, dolayısıyla mûsâ-lehin (lehim vasiyet edilen) kim olduğu bilinemez. Sonuç olarak vasiyet her iki nevi mevlâya teşmü edilmemekte, bunlardan sadece birisinin kasdedilmiş olması gerekeceği, fakat bunun da bilinmediği düşünülerek vasiyet geçersiz sayılmaktadır. Bu fer'î hükümden hareketle, bilginler, "Umûmu'l-müştrekin kabul edilemeyeceği" yani müşterek lafzın, konduğu bütün manaları aynı anda kapsamayacağı sonucunu çıkarmış ve bunu bir usûl kuralı olarak vazetmişlerdir. Fakat bazı Hanefî bilginler, bu şekliyle kuralın, mezhep içinde yer alan diğer bazı fer'î çözümlerle uyuşmadığını gördüler. Meselâ, yemin bahsindeki şu hüküm böyleydi: "Bir kimse, birine "vallahi senin mevlânla konuşmayacağım" dese ve muhatabının her iki neviden mevlâsı bulunsa, bunlardan biriyle konuştuğunda yeminini bozmuş olur." Çünkü bu durumda yemin edenin, iki neviden herhangi bir mevlâ ile konuşması halinde yemininin bozulabilmesi, ancak burada "mevlâ" lâfzının her iki manada birden kullanılmış olması ile mümkün olabilirdi. Binaenaleyh bu hüküm, "müşterek" lafız hakkındaki yerleşik kurala -mevcut şekil içinde- ters düşmekteydi. Bunu farkeden bazı bilginler kuralı şu şekilde değiştirdiler:"Müşterek (konduğu bütün manaları aynı a) kapsamaz; ancak nefiyden (olumsuzdan) sonra ise kapsar". Artık zikredilen fer'î olayda "mevlâ" lâfzı nefiyden (olumsuzdan) sonra yer aldığı İçin, aynı sözde geçen müşterek lâfzın her iki manasının birden kasdedilmesi geçerli oluyordu.İşte işaret edilen bu durumlardan ötürü Hanefîler, usûl eserlerinde furû-i fıkha ait çözümlere çokça yer vermiş oldular. Onlar, hernekadar bunları, fer'î çözümlerin usûl kuralları üzerine bina kılındığını göstermek üzere zikrediyorlar idiyse de, -gerçekte- bu kurallar o furû' hükümleri uğruna konmuştu.Bu başlıkta Özelliklerinden sözettiğimiz bu iki metoddan herbirine göre yazılmış birçok usûl esbri bulunmaktadır. Şimdi bunların önemli örneklerini zikredeceğiz. [19]

§: 11- Mütekeüimîn Metoduna Göre Yazılmış Usûl Kitapları:

Şu dört eser, mütekellimîn metodunun temel kitaplarıdır:

- Kadı Abdülcebbâr el-Mu'tezilî'nin (v. 415/1024) "el-Umde"si[20]

- Ebu'l-Hasen el-Basrî el-Mu'tezilî'nin (v. 463/1071) "el-Mu'temed"i ("el-Umde"nin şerhi),

- İmâmu'l-Harameyn Abdülmeiik b. Muhammed b. Abdillah el-Cüveynî'nin (v. 478/1085) "el-Burhân"ı,

- Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî'nin (v. 505/1111) "el-Mustasfâ"sı.Daha sonra bu metodla yazılan eserler, bu dört kitabın telhisi (özünün alınması) ile meydana getirilmiştir. Meselâ, Fahreddin Muhammed b. Ömer er-Râzî'nin (v.606/1209) "el-Mahsûl"ünü ve Seyfüddin el-Amidî'nin (v.631/1233) "el-İhkâm"ını burada zikretmeliyiz.İşte bu iki kitabı daha sonraki bilginler ihtisar etmişler (özetlemişler), ihtisarları başka ihtisarlar takip etmiştir. Birinciyi (Râzî'nin "el-Mahsûl"ünü) Sirâcüddin el-Urmevî (v. 682/1283) "et-Tahsîr isimli kitabında, Tâcüddîn el-Urmevî (v. 656/1258) de "el-HâsiP' isimli kitabında özetledi. Şihâbuddîn el-Karâfî (v. 684/1285) bu iki kitaptan önemli gördüğü bazı temel bilgi ve kuralları iktibas ederek bunları "et-Tenkîhât" adını verdiği küçük bir kitapta topladı. Kadî Abdullah b. Ömer el-Beydâvî (v. 685/1286) de "el-Minhâc" isimli eserinde bu işin bir benzerini gerçekleştirdi.İkincisini (Âmidî'nin "el-İhkâm"ım) ise Ebû Amr İbn Hâcib (v. 846/1442) "Müntehâ's-sü'l ve'1-emel fî ılmey'il-usûl ve'1-cedel" adlı kitabında, bunu da "Muhta-sar'ul-müntehâ" isimli kitabında özetlemiştir. Daha sonra bu muhtasar eserleri, bunlara yazılan şerhler takip etmiştir. [21]

§: 12- Hanefîyye Metoduna Göre Yazılmış Usûl Kitapları:

Hanefîyye metoduna göre yazılmış usûl eserlerinin en meşhurları şunlardır:

- Ebûbekr Ahmed b. Ali el-Cessâs'm (v. 370/980) "el-Usûl"ü,

- Ebû Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debûsi'nin (v.430/1038) "Takvîmü'l-edille"si,

- Şemsül'eimme es-Serahsî'nin (v. 483/1090) "el-Usûİ"ü,

- Fahru'l-İslâm Ali b. Muhammed el-Bezdevî'nin (v. 482/1089) "el-Usûl"ü. Pezdevî'nin eseri, bu kitapların en güzeli ve doyurucusudur. Bunu Abdüiaziz b. Ahmed el-Buhârî (v. 730/1329) "Keşfu'l-esrâr" adını verdiği kitabında şerhetmİştir.Bir de, gerek Hanefîlerin gerek diğerlerinin müteahhirin bilginlerinden bir gurup bulunmaktadır ki bunlar, mütekellimîn metodu ile Hanefîyye metodunu birleştiren ve her ikisini bir tek eserde toplayan kitaplar yazmışlar, böylece şu iki faydayı birlikte sağlamak istemişlerdir:

a) Usûl kurallarım fıkıh meseleleri üzerine uygulayarak ve fıkıh hükümlerini usûl kurallarına bağlayarak fıkha hizmet etmek,

b) Usûl kurallarının sağlam temellere dayalı olduğunu gösterip buna dair deliller getirmek.Bu bilginlerden meselâ Îbnü's-Sâ'âtî diye meşhur Muzafferuddîn Ahmed b. Ali (v. 694/1294) "Bedî'u'n-nİzâm el-câmi' beyne kitâbey el-Bezdevî ve'1-ihkâm" adlı eseri kaleme almıştır.Yine, Sadru'ş-Şerf a Ubeydullah b. Mes'ud (v. 747/1346) "et-Tenkîh" isimli eserini yazmış, sonra bunu "et-Tavdîh" adıyla kendisi şerhetmİştir. O, bu eserinde Pezdevî'nin "el-Usûl"ünü, Râzî'nin "el-Mahsûl"ünü ve İbn Hâcib'in "el-Muhtasar"ını telhis etmiştir.Tâcûddin Abdülvehhâb İbnü's-Sübkî (v. 771/1369), "Cem'u'l-cevâmi" adlı eserini yazmış ve eserinin başında, bu kitabını yaklaşık yüz müellifin yazdıklarından derlediğini ifâde etmiştir.rbn'ül-Hümâm diye bilinen Muhammed b. Abdülvâhid de (v. 861/1456) "et-Tahrîr"isimli kitabı yazmış, bunu talebesi Muhammed İbn Emîri'1-Hâcc el-Haîebî (v. 879/1474)'et-Takrîr ve't-tahbîr" adıyla şerhetmİştir. Nihayet, Muhibbullah İbn Abdişşekûr (v19/1707), son devir usûl eserlerinin en incelerinden olan "Müsellemü's-sübût"u telifetmiştir.şu kadar yar ki, son devirlerde bu eserleri yazanlar, bunları çok incelikler taşıyanir dille ve öz ifadelerle kaleme aldıklarından, bunlardan ancak bu tür eserleri okumaya alışmış ve kitapan bu ilmin kurallarını öğrenip kavramış olanlar faydalanabilir.Bu gerçeği yakından görmek isteyen, meselâ bir İbn Humâm'in "et-Tahrîr"ine veya t ibn Subkî'nin "Cem'u'l-Cevâmi"ine bakmalıdır. Şerhine bakmadan sırf bu kitaplarıokuyan kişi, müellifin ne kasdettiğini anlayamaz. Şerhiyle birlikte okuyan -kafayı yorduktan ve iyice düşündükten sonra- biraz birşeyler anlayabilir.Sonra şuna işaret etmeliyiz ki, sonraki bilginler, usûl ilmini cedel, münazara ve lâfzî münakaşa meydanı haline getirdiler. Onu asıl gayesinden yani şer'î delillerden hüküm çıkarma vasıtası olmaktan uzaklaştırdılar.Aynı şekilde onlar bu ilimde, usûl İlmi ile ilgisi olmayan ve usûl ilminin ortaya konuş gayesine dahil olmayan birçok meselelerden sözetmeye yöneldiler. Örnek oîarak bu tür meselelerden bir kaçına işaret edilim: Lisanlar birer terim midir, yoksa bir anlam verilmesi için özel delil mi bulunması gerekir? (Başka bir anlatımla, insanların konuştuğu diller, onların kullanmalarıyla üzerine hüküm bina edilebilecek yerleşik anlamlar ihtiva eder hale gelir mi, yoksa bunlar ancak ilâhî hitapta yer aldıktan sonra mı böyle birer anlam kazanabilir?) İbâha (mubahlık) bir mükellefiyet hükmü müdür değil midir? Hz.Peygamber, Peygamberliğinden önce bir dine göre amel ediyor muydu, yoksa etmiyor muydu? İşte az veya çok usûl ilmiyle ilgisi olmayan bu gibi meseleler bu ilimde münakaşa konusu edilmiştir.Bununla birlikte biz, o bilginlerin üstünlüklerini, İslâm hukukuna ve din ilimlerine yaptıkları hizmeti, bunları koruma uğrunda kendilerini yok edercesine harcadıkları emeği inkâr etmiyor, bu konudaki haklarını eksik göstermek istemiyoruz. Gerçek şu ki, şayet Yüce Allah onlara bu şerefli işin başarılmasını lütfetmiş olmasaydı, biz, şu anda şiddetle ihtiyaç duyduğumuz önemli bir servetten mahrum bulunacaktık. [22]
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
[1] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 23-24.

[2] 'Namazı kılın, zekâtı verin." el-Bakara 2/43.

[3] "Rabbinize kulluk edin, İyilik yapın ki kurtuluşa eresiniz." el-Hacc 22/77.

[4] "Ey iman edenler! Bir topluluk (diğer) bir toplulukla alay etmesin; belki onlar kendilerinden daha iyidir. Kadınlar da (diğer.) kadınlara alay etmesin; belki onlar kendilerinden daha iyidir." el-Hucurât 49/11.

[5] •'Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin." el-Bakara 2/188.

[6] '"Allah'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın." cl-En"âm 6/151.

[7] "Analarınız (ile evlenmeniz) size haram kılındı." en-Nisâ" 4/23.

[8] "Zinaya yaklaşmayın." el-İsrâ' 17/32.

[9] Yazar fıkıh usulü tarifi içinde fıkıhın mahiyetini de tanıtacak unsurlara yer verdiğinden, burada "icmalî, küllî delilleri dışarıda bırakmak için, tafsili kelimesini kullandık" şeklinde yaptığı açıklamanın, fıkıh usulü değil fıkıh ile ilgili olduğuna dikkat edilmelidir. Nitekim aynı açıklamanın devamında ve özellikle aşağıda 4. ve 5. paragraflarda icmaîî külîî delilleri incelemenin fıkıh usulünün çerçevesine dahil olduğunu, belirtmektedir, (mütercim).

Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[10] Bu kural Hanefîlere göredir. Bkz. § 267. (mütercim)

[11] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[12] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[13] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[14] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[15] Denmiştir ki: İmâm Şâfıî bu "Risâle"yİ Abdurrahman b. Mehdî'nin isteği üzerine ortaya koymuştur. Abdurrahman b. Mehdi, kendisinden, Kur'ân'ın niteliklerini, haberlerinin kabul şartlarını, icmânın kaynak olusunu, Kur'ân ve Sünnet'teki nâsih ve mensûhu açıklayan bir mektup yazmasını istemişti. Şâfıî bunu yazıp gönderince "Risale" diye anılır oldu. Abdurrahman b. Mehdî, hadis imamtarındandır. Hicrî 135 yılında doğmuş ve Hicrî 198 yılında vefat etmiştir. Şafiî onun hakkında şöyle demiştir: "Dünyada onun birbenzerini tanımıyorum." Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî, er-Risâle, tahkik ve şerh: Ahmed Muhammed Şâkir.

[16] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[17] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[18] el-İsrâ" 17/78 "ed-Dülûk", güneşin zevali (yükselişinin sona ermesi) ve göğün ortasından batı yönüne doğru eğilmesi; "ğaseku'1-leyl.gecenin koyu karan*lığı demektir. Allah'ın "dülûk"tan "ğaseku'l-leyr'e kadar kılınmasını emrettiği namazlar, öğle, İkindi, akşam ve yatsı namazlarıdır. Sabah namazını ise, Yüce Allah "ve kur'âne'1-fecr" sözü ile emretmiştir. Çünkü bu, .sabah kıraatini (okumasını) yerine getir, anlamındadır. Kıraatten maksat, sabah - namazıdır. Kıraat namazın bir parçası ve rüknü olduğu için, namazdan "kur'ân" diye sözedilmîştir.

[19] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[20] el-Umed" şeklinde okunması gerektiği hakkında bkz. Hüseyin Alay, islâm Hukuk Felsefesi (Abdükehhâb Hallâf'ın "İlm usüli'1-fıkh" isimli eserinin tercümesine konan giriş kısmı), Ankara, 1973, s. 83. d.n. 162. (mütercim)

[21] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[22] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet
 
C

Celalettin

Ziyaretçi
7 yıldır siteyi düzeltme miss iniz anlaşılan hala inmiyor

yukarıda yazı olarak yazmışlar sanki, ayrıca 7 yıl sonra gelip böyle bir ithamda bulunmanız hiç hoş değil, belki hemen düzelttiler ama 7 yıl az bir zaman değil 7 yılda 70 kez bozulabilir bunu bilmelisiniz.
 
Üst