Göğün yildizlari.

kalpteniman

KF Ailesinden
Özel Üye
GÖĞÜN YLDIZLARI

Allah'ın veli kulları için korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar." (Yunus; 62) "
Benim ümmetimden hak üzere bir cemaat olacaktır. Bir kimsenin onları hak yoldan çevirmeye çalışması onlara zarar vermez, ta ki Allah-u Zülcelal'in (cc) emri gelinceye kadar bu böyle devam eder." (Buhari, Müslim, Tirmizi)

"Allah'ın bazı kulları vardır ki; onlar ne peygamber ne de şehittirler. Fakat peygamberler ve şehitler onlara verilen makama gıpta edip imrenirler." Ashab-ı Kiram: "Onlar kimlerdir?" diye sordular.

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle devam etti: "Onlar (aralarında) neseb ve akrabalık olmadığı, mal alışverişi olmadığı halde birbirlerini Allah için sevenlerdir. Onların yüzü nurdur, nur üzerindedirler. İnsanların korktukları günde onlara korku yoktur. İnsanların hüzünlendikleri günde onlar mahzun da olmazlar." (Ebu Davud)

Ahmed bin Hanbel önceleri tasavvufu tasvip etmediği halde, Ebu Hamza Bağdadi'yi gördükten sonra tasavvufun hak ve de gerekli olduğunu itiraf etmiştir.

Hatta oğlu Abdullah'a: "Oğlum bu insanlardan ayrılma, onlarla beraber ol, Allah-u Zülcelal'in tanınması, zühd ve güzel ahlak bunlarla beraber bulunmaktadır." diye nasihatte bulunmuştur.

Nitekim Ebu Turab şöyle demiştir: "Kula, Allah-u Zülcelal'den yüz çevirme hali gelince, Evliya-ı Kiram'a sataşmaya başlar." “De ki, siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın.
Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır.” (Al-i İmran : 31)
Muhabbet (sevgi), insan ruhunun yücelik ve güzellik sezdiği bir şeye öyle bir meyil göstermesidir ki, ona yaklaşmak için gerekli sebep ve vesileleri arayıp bulmaya yöneltir.
Binaenaleyh sevenin hedefi, sevgilinin rızasına erebilmek ve öfkesinden sakınmak, korunmak olduğundan, sevgi, itaat isteğini ve isyan sayılan şeylerden kaçınmayı gerektirir.

Herhangi bir kişi, hakiki yüceliğin ve kemalin ancak Allah'a ait olduğunu idrak edip anladığı zaman, onun bütün sevgisi Allah için, Allah yolunda ve Allah'ın rızasını kazanmak uğrunda olur.
Allah'ın (cc) dini de tevhid ve İslâm olduğundan, sevgisi hep bu çerçevede dolaşır durur. İtaat ve ibadet için gösterdiği iradede ancak bu din hakim olur.

O halde Allah'ı sevenler "Ben özümü Allah'a teslim ettim, bana uyanlar da öyle..." (Âl-i İmrân : 20) diyen ve bu ilâhî emri tebliğ eyleyen Resulullah'a (s.a.v.) karşı gelmemek ve onun gibi ihlas ve samimiyetle, "
Ben özümü Allah'a teslim ettim..." deyip, dininde ve şeriatında ona ve onun öğretim ve bildirilerine uymak ve onu örnek almak lazım gelir. Bunun zıddı, "Ben Allah'ı severim, ama emrini dinlemem, O'nun sevdiğini sevmem, O'nu sevenleri, O'nun yolunu gösterenleri, O'nun seçip gönderdiklerini sevmem, onlara benzemek istemem." demektir ki, bu da, "Ben kendimden başka birşey sevmem, tevhid yolunda yürümek istemem." demektir.
Allah'ın Resulüne uymak istememek "Ben özümü Allah'a teslim ettim." dememek ve düstur ile hareket etmemektir. Bu da Allah'ı sevmemek ve rahmetinden mahrum kalmaktır.

Rivayet olunuyor ki, Al-i İmran : 31 âyeti nazil olduğu zaman münafıkların başı Abdullah b. Übeyy, "Bakınız, Muhammed kendisine itaat ve ibadeti Allah'a taat gibi tutuyor ve bize, hristiyanların İsa'yı sevdikleri şekilde kendisini sevmemizi emrediyor." demiş idi ki, bunun üzerine otuzikinci âyet nazil oldu: “
De ki, Allah'a ve Peygamber'e itaat edin! Eğer aksine giderlerse, şüphe yok ki Allah kâfirleri sevmez.” (Al-i İmran : 32)

Ve öyle bir şüphenin yerinde olmadığını gösterdi. Yani Resalullah'a uymak, hristiyanların Hz. İsa hakkında iddia ettikleri gibi, tanrılığa ortak olmak demek değildir.

Allah sevgisini bölüp üç ayrı ortağa paylaştırmak değil, yalnız "Ben özümü Allah'a teslim ettim." diye bütün sevgiyi sırf Allah'da toplayıp, O'na teslim olduğunu sunmakta ve itaatı yalnızca O'na yapmaktır.

Hz. Muhammed'e (s.a.v.) de sırf Allah'ın Resulü, görevlendirdiği peygamberi, dinin tebliğcisi, hidâyetinin ve emirlerinin bildiricisi ve habercisi olduğundan dolayı, yine sırf Allah (cc) için uymak ve izinden gitmektir.

Birine uyarken, onun karşısında veya yanında diğer birine veya ikisine daha uymak başka şey, tek başına ve yalnızca O'na uyarken, O'nun namına, O'nun bir adamını, bir görevlisini tanımak yine başka bir şeydir.

Bir elçiyi tanımak, onun kendisini değil, onu görevlendirip gönderen makamı tanımaktır. Mesela bir devletin elçisini, memurunu reddetmek, o devleti ve onun kanunlarını reddetmek demek olduğu gibi, Allah'ın (cc) elçisi demek olan Peygamberini kabul etmeyip reddetmek de Allah'a (cc) (haşa!) küfür ve saygısızlıktır.

Şimdi; bu kadar yazılanlardan sonra; Allah’ın (cc) has ve veli kullarına uymanın Allah’a (cc) hala şirk koşma, ortaklar koşma gibi daha ne kadar sapık fikir iddia eden olursa, bilsinlerki; Hz.Bilal’in (r.anh) dediği gibi “Eğer müşriklerin Ehad (cc) ismi şerifinden daha fazla kızacakları ve deliye dönecekleri bir kelime bilseydim, onu söylemek isterdim” mantığı gereğince, bilin ki; bunlardan daha ağırlarını da söylemekten zerre kadar geri durmam.

Bizi tanıyanlar tanır ve bilir. Müslüman bir kardeşimize göstereceğimiz saygının sınırları olmadığı gibi, Din ve müntesiblerini alaya yada istihzaya almaya kalkacak olanların hiçbir şekilde kelamımdan beri kalamayacağı da “üstüne bastığını zannedikleri nefislerine” ilan olunur.
Boru gibi nefslerinin de üzerine nasıl bastıkları da ayrı bir muamma. Gurur ve kibir başkadır, izzet-i nefs başkadır. Hiç kimse bunları birbirine karıştırmasın!

Damarıma bastığını zanneden insanlar ise; gerekli olan copy - paste ilminizi muteber bulmadığım için kaale bile almam. “Ey iman edenler! Allah'dan korkun ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe : 119) Ayetleri örnek olarak vereceğiniz zaman eğip bükerek değil, dosdoğru bir şekilde verin insanlara ki; siz belki bir yerini anlamamış olabilirsiniz, hiç olmazsa okuyan kendi feraseti ile sizlerden daha iyi muhakeme eder (keskin bir kavrayış ile kavrar).
Arap dilini sanki çok iyi biliyor gibi havalardan kurtulun artık.
Arab dilinde, dilimizde karşılığı bulunamayan bazı harfler vardır ki de bunlardandır.
Bu harf, fiile benzeyen altı harften biri olup, yerine göre "elbette", "her halde", şüphesiz", "lâ cerem =besbelli, muhakkak" gibi bir tahkîk (gerçeklik) ve te'kîd (pekiştirme) mânâsı ifade eder.

Râzî'nin naklettiğine göre Arab'ın ilk filozofu sayılan Kindî, dil imamlarından İmam Müberred'e gitmiş ve: "Ben Arap kelamında bir gereksiz söz buluyorum. Mesela "Abdullah ayaktadır" diyor, sonra "Muhakkak Abdullah ayaktadır" diyor. Daha sonra "Muhakkak Abdullah, gerçekten ayaktadır" diyor. "

Bunların hepsi mânâ bakımından bir, arada fazla kelimeler var." demiş. Müberred: "Hayır" demiş, "Lüzumsuz söz yok, kelimeler değiştikçe mânâ da değişir.
Birincisi doğrudan doğruya ayakta durmayı haber veriyor. İkinci, bir sorunun cevabı oluyor.
Üçüncü de bir inkârcının inkârına cevap oluyor." diye açıklama yaparak, dildeki incelikler konusunda filozofun bilgisizliğini gösterivermiştir.
Tevbe 119. ayet de bütün insanlara hitap etmiyor. Sadece müttakileri muhatap alıyor. Muttakile kim mi ? Allah (cc) yolunda ellerindeki Kur'an pusulası ile ve Resulullah (s.a.v.) sünneti ile yürüyüp gökteki yıldızlardan yön tayini (r.anhüm ecmain) yapan ve sırat-ı müstakim olanların sıfatlarıdır. “

Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine itibar ederseniz, şaşırmazsınız!” (Buhari)
Anam babam ve küçük gönül kafesimde taşıdığım canım sana feda olsun Ya Resul!

O güzide ashabının hepsine ve ,
Derdi; Allah'ın (cc) rızası olanların cümlesine selam olsun! Allahümme salli alâ seyyidina ve nebiyyina
Muhammedin ve alâ ali Muhammed....
 
Üst