Alâk Sûre-i Şerif'inin Tefsiri

kurtuluş

KF Ailesinden
Özel Üye
Alâk Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. On dokuz Âyet-i kerime, doksan iki kelime ve iki yüz seksen harften müteşekkildir.

İkinci Âyet-i kerime'de geçen ve "Kan pıhtısı" mânâsına gelen "Alâk" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur. "Oku!" mânâsına gelen "İkra'" kelimesin-den dolayı "İkra' sûresi" diye de anılır.

Bu Sûre-i şerif'in ilk beş Âyet-i kerime'si Kur'an-ı kerim'in ilk inen Âyet-i kerime'leridir.

Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle'de Allah-u Teâlâ'nın insan üzerindeki kudretinin tezahürleri açıklanmakta, Resulullah Aleyhisselâm'a ilk emr-i şerif'inin "Oku!" olduğu belirtilmekte; inananlara imanlarından dolayı baskı yapan azgınların yaptıklarının yanlarına kâr kalmayacağı haber verilmektedir.

İlk beş Âyet-i kerime'de Resulullah Aleyhisselâm'a gelen ilâhî vahyin başlangıcı mevzu edilmektedir.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise; insanoğlunun biraz mal ve makam elde edince Yaratan'ına muhtaç olmadığı zannına kapılarak taşkınlık yaptığı, azgınlıkta ileri giderek müminleri Allah yolundan alıkoymaya çalıştığı, fakat er veya geç bu yaptığının cezâsız kalmayacağı, müminlerin ise onların tehditlerine aldırmamalarının gerektiği beyan edilmektedir.

İlk Vahiy:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kırk yaşına ulaştığı zaman, ilk peygamberlik başlangıcı sâdık rüyâlar görmekle olmuştur.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e vahiy olarak ilk başlayan şey, uykuda gördüğü sâdık rüyâlar idi." (Müslim: 160)

Sâdık rüyâ, içerisine şeytanın iğvası karışmayan doğru rüyâdır.

Her rüyâyı sanki gün ışığında görüyormuş gibi görüyor, kendisine bazı talimat veya bilgiler veriliyordu.

Bu rüyâlar vahyin başlangıcı olup, Muhammed Aleyhisselâm'ı uyanıklık hâlinde görülecek şeylere ve gelecek olan vahye hazırlıyordu. Nitekim daha sonraları sâdık rüyâyı, vahyin kırk altıda bir parçası olarak vasıflandırmışlardır.

Gün gibi ortaya çıkan bu rüyâları peygamberliğin-den altı ay önce görmeye başlamıştı. Hikmet-i İlâhî bu altı aylık süre, yirmi üç yıl süren peygamberliğinin kırk altıda biri olmuş oluyor. Peygamberlerin rüyâsı vahiydir.

Daha sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Bu ise yalnız kaldığı zaman kalbi her türlü dünyevî kayıtlardan uzak kalacağı içindir. Bazı zamanlar evlerden uzaklaşır, Mekke'nin dağ aralarında vâdilerin içlerine doğru dalar giderdi. Onun bu hâlini gören Kureyşliler: "Muhammed Rabb'ine âşık oldu." diyorlardı.

Nihayet Allah-u Teâlâ'nın Muhammed Aleyhisselâm'ı peygamber olarak göndereceği gün gelmiş bulunuyordu. 610 yılının Ramazan ayında daha önce olduğu gibi yine, Mekke-i mükerreme ile Mina arasında bulunan Hira'daki mağarada inzivaya çekilmişti. Kadir gecesinde ve gece yarısından sonra idi. Ridâsına bürünüp murakabaya dalmış olduğu bir sırada kendisine birden bire ilk açık ve bâriz vahiy geldi.

Vahiy meleği Cebrâil Aleyhisselâm görünerek: "Oku!" dedi. Resulullah Aleyhisselâm okuma bilmediği için:

"Ben okumayı bilmem!" diye cevap verdi.

Çünkü o gerçekten ümmî idi. Bunun üzerine melek onu tutup, takatı kesilinceye kadar sıktı ve bıraktı. Sonra yine: "Oku!" dedi, Resulullah Aleyhisselâm aynı cevabı verdi:

"Ben okumayı bilmem!" buyurdu. Melek yine kolları arasına alıp baştan ayağa takati kesilinceye kadar sıktı ve: "Oku!" dedi. Aynı şekilde:

"Ben okumayı bilmem!" diye cevap verince yine tuttu, her defasındakinden daha kuvvetli sıktıktan sonra bıraktı ve şu meâldeki Âyet-i kerime'leri okudu:

"Yaratan Rabb'inin adıyla oku! O, insanı kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabb'in nihayetsiz kerem sahibidir. O ki, kalemle (yazı yazmayı) öğretti, insana bilmediğini O öğretti." (Alâk: 1-5)

Resulullah Aleyhisselâm da vahyolunan bu Âyet-i kerime'leri tekrarladı ve kalbine nakşolunduğunu hissetti. Cebrâil Aleyhisselâm o sırada gözden kayboluverdi. İlk vahiy bu suretle başlamış oldu. (Buhârî - Müslim)

Bu emir ilk inmesinde Resulullah Aleyhisselâm'ı okumazken okur yapmış, ilk vazifesinin "Allah-u Teâlâ'yı tanıtmak ve O'nun ism-i şerif'iyle okumaya başlamak" olduğunu belirtmiş, onu henüz tebliğ ile vazifelendirmemişti.

İslâm'ın İlk Emri; "Oku!"
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ilk ilâhî hitap şöyle gelmiştir:

"Yaratan Rabb'inin adıyla oku!"
(Alâk: 1)

Sana vahyedilenleri O'nun yüce adıyla, Allah ismi ile başlayarak oku! Daha önce okuma-yazma bilmediğin için, okumanın imkânsız olduğunu düşünme! Sana da bilmediğini bildirir.

Resulullah Aleyhisselâm ümmî idi. Eğer okuma-yazma bilmiş olsaydı, müşrikler kuşku duyarlardı, bu ilâhî bilgilerin kendisine âit olduğunu iddiâ ederlerdi.

"O, insanı kan pıhtısından yarattı." (Alâk: 2)

Nutfe kendi vasıfları ile birlikte bir kan pıhtısı hâlinde bulunur. Bu ise, nutfenin tekâmül ettikten sonraki merhalesidir. Allah-u Teâlâ pıhtılaşmış kanı zikrederek, insanın ilk hâliyle son durumu arasındaki açık farkı göstermektedir. Kan pıhtısından mükemmel bir insan vücuda getirdi.

"Oku! Rabb'in nihayetsiz kerem sahibidir." (Alâk: 3)

Bu Âyet-i kerime'nin ikinci defa tekrar edilmesi okumanın önemine işaret etmektedir. Öğrenme, insanı mükerrem kılan özelliklerden birisidir.

Her kerem sahibinden daha çok kerem sahibi olan Allah-u Teâlâ'nın adıyla ve O'ndan yardım dileyerek kâinatın sırlarını okuyanlar, şüphesiz ki hiç kimsenin elde edemeyeceği bir ilme sahip olurlar.

"O ki, kalemle (yazı yazmayı) öğretti." (Alâk: 4)

Allah-u Teâlâ kalemle öğrettiği gibi, öğrettiğini okumaksızın vasıtasız da öğretir. Bu da O'nun kudretinin tezahürlerindendir. O öğretmeseydi insanoğlu kalem de bilmezdi yazı da bilmezdi. Her iş O'nun adıyla ve ve O'nun adına yapılır, O'nun adıyla neticelenir.

"İnsana bilmediğini O öğretti." (Alâk: 5)

Bu ilâhî beyandan anlaşılıyor ki, bu hakikatler ve bu esrâr ancak Allah-u Teâlâ'nın öğretmesi ve göstermesi ile bilinir, O'nun duyurması ile kaimdir. Hem bildirir, hem gösterir. İlmin kaynağı O'dur, kesbî olarak öğreten de O'dur, vehbî olarak öğreten de O'dur. İnsanları cehâletin karanlığından ilmin aydınlığına çıkaran O'dur.

Bir insanın bütün kalbi gerçekten ihlâsla, kalb-i selim ile Allah-u Teâlâ'ya yöneldiği zaman, O dilerse birçok esrârını ona duyurur.

Bu gibi kimselerin gerçek velisi Allah-u Teâlâ'dır, bu hususi bir beraberliğin ifadesidir. Sevdiği ve seçtiği bu kullarına dilediği şekilde tecellî eder.
_______________________________________________________________
Alâk Sûre-i Şerif'i (2)


Ebu Cehil ve Ateşten Hendek:
Mekke döneminde iken müşriklerin şiddetli düşmanlıklarına rağmen Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ı, kudret ve hikmetiyle halkettiği ciddî sebeplerle korumuştur.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- anlatıyor:

"Bir gün Ebu Cehil: 'Muhammed aranızda hâlâ yüzünü toprağa sürtüyor mu?' dedi. 'Evet!' cevabını alınca:

'Lât ve Uzza'ya yemin olsun! Onu böyle yaparken görürsem, mutlaka boynuna basarım, yahut mutlaka yüzünü toprağa gömerim.' dedi.

Az sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- namaz kılarken boynuna basmak üzere onun yanına yaklaştı. Fakat birdenbire onu bırakıp geri döndüğünü ve elleriyle korunduğunu gördüler. Kendisine: 'Sana ne oldu?' dediler.

'Onunla benim aramda ateşten bir hendek, korkunç bir şey ve birtakım kanatlar var!' cevabını verdi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de:
'Eğer bana yaklaşmış olsaydı, melekler onu uzuv uzuv kapıp parçalayacaktı!' buyurdu.

Bunun üzerine Allah-u Teâlâ Alâk sûre-i şerif'indeki (mütebâki) âyetleri indirdi."
"Gerçek şu ki insan kendini zengin (kendi kendini yeterli) gördüğü için azgınlık eder." (Alâk: 6-7)

"Tağâ"
kelimesi; sınırı aşmak, isyanda ve karşı çıkışta çok fazla ileri gitmek, haddi tecavüz etmek mânâlarına gelir. "Tuğyan" da bu kelimeden gelmektedir.

İnsan birçok nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarına ihtiyaçtan uzak gördüğü, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve kabiliyet olduğunu zannettiği zaman artık Allah-u Teâlâ'yı unutur. Dilediğini dileme ve yapabilme güç ve irâdesine sahip olan kudretin yalnızca Allah-u Teâlâ olduğunu aklından çıkarır.

İşte bu durum, insan için tuğyana açılan bir kapıdır. Artık aklına geleni yapar, hak-hukuk, had-hudud tanımaz olur. Rabb'ine şirk koşmaya, nefsini O'nun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeye başlar. İşte bu hâl "Tuğyan"dır ve bu gibi kişiler Kur'an-ı kerim'in ifadesi ile "Tâğut"tur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde Firavun'un, Nuh kavminin, Semud kavminin müşrik elebaşı Ebu Cehil'in ve daha başka, üzerlerine ilâhi gadabın hak olduğu milletlerin ve kişilerin isyankâr durumlarını "Tuğyan" kelimesi ile beyan buyurmaktadır.

Bunlar kendilerini dünyanın en büyüğü olarak görmüşlerdi. Her istediklerini yapabilecek güce sahip oldukları zannına kapılmışlardı. Âyet-i kerime'de belirtildiği üzere "Tuğyan"ın içine dalmışlardı.

Tuğyankâr insanların elebaşıları ve önde gelenleri kendi tuğyanlarını haklı göstermek için, var güçleri ile bâtıl deliller üretirler, kendi zanlarını hüküm yerine koyarlar. Böylece diğer insanlar da bunların koydukları zan hükümlerini kabul ederler, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü bırakırlar.

Hülâsa olarak haddi-hududu aşan her şey Tâğut'tur, şeytan ise bütün haddi aşanların arkasındadır.

İlk hükümleri tebliğ eden Âdem Aleyhisselâm'dan, son ve mütekâmil hükümleri tebliğ eden Muhammed Aleyhisselâm'a kadar İslâm dinini beşeriyete takdim eden bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerine Tâğut'tan kaçınmalarını ilân etmişlerdir.

Şüphesiz ki dönüş Rabb'inedir." (Alâk: 8)

Mal ve mülk edinmeyi tek hedef seçen, dünyada devamlı kalacağını zanneden, ahirette karşılaşacağı hesabı unutan kişi için hiçbir kurtuluş ümidi yoktur. Azgınlığının sonucunu işte ancak o zaman görecektir.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde insanın azgınlığına ve cehâletine küfrün elebaşılarından olan Ebu Cehil örnek olarak gösterilmektedir:

"Namaz kılarken bir kulu men edeni gördün mü?" (Alâk: 9-10)

O Resulullah Aleyhisselâm'ı Rabb'ine kulluk etmekten engellemeye çalıştığı için gerçekten çok çirkin ve iğrenç bir iş yapıyor!

"Gördün mü? Ya o kul doğru yolda ise?" (Alâk: 11)

Ey kâfir! Eğer o kul Allah'ın sevip seçtiği, yolunda bulundurduğu, Hakk yoluna dâvet için görevlendirdiği bir dâvetçi ise, bu durumda senin bu engellemenin sorumluluğunun ne kadar büyük bir vebal, cezâsının da ne kadar ağır olduğunu hiç düşündün mü?

"Veya takvâyı emrediyorsa?" (Alâk: 12)

Eğer o mümtaz kul halka kötülüklerden sakınmayı öğütlüyorsa, insanların dünya saâdetine ve ahiret selâmetine kavuşması için kendisini tüketircesine çalışıyorsa; bu güzel dâvetçiye karşı çıkmanın, hafsalanın alamayacağı kadar büyük bir sapıklık olduğunu hiç göz önüne getirdin mi? Sen onu nasıl engellemeye çalışıyorsun?

"Gördün mü? O (meneden, Peygamber'i) yalanlıyor ve (doğru yoldan) yüz çeviriyorsa?" (Alâk: 13)

Hem yalanlıyor, hem inanmıyor, hem de muhalefet ediyor, böylece suç üstüne suç işliyor, küfrü katmerleştikçe katmerleşiyor. Şimdiden cehennemdeki ateşini hazırlamış oluyor.

"Allah'ın daima kendini görmekte olduğunu bilmiyor mu o?" (Alâk: 14)

Allah-u Teâlâ onun yalanlamasını da karşı koymasını da, imansızlığını da bilmekte ve yaptıklarını görmektedir. Bu beyân-ı ilâhî büyük bir tehdittir. Zâlimlere bir zamana kadar ruhsat verecek, verilen mühlet kısa bir zaman sonra bitince iplerini çekecek ve zulümlerinin karşılığını verecektir. Nitekim Ebu Cehil öyle olmuştur. Her zamanın zâlimlerinin âkıbeti de böyle olacağında hiç şüphe yoktur. Çünkü o âdil-i mutlaktır.

Bu Âyet-i kerime aynı zamanda zâhirî ve bâtınî bütün ibadet vazifelerini, iman esaslarını, kalplerin ihlâsını izah etmektedir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:

"İhsan, Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Zira sen O'nu görmüyorsan bile O seni görüyor." (Müslim: 1)

Her yerde hazır, insanın her hâline nâzırdır.

Bu hâle gelen bir mümine Allah-u Teâlâ'nın her yerde mevcut olduğu hakikati zuhur eder, müşahede mertebesine yükselir. Rubûbiyet nurları, Ehadiyet sırları tecelli eder.

"Hayır! Hayır! Eğer bundan vazgeçmezse, yemin olsun ki onu perçeminden tutup sürükleriz. Yalancı, günahkâr perçeminden!"
(Alâk: 15-16)

Sapıklığından vazgeçmezse, Hakk ve hakikati yalanlamaya, isyan ve tuğyana devam ederse; o perçemin sahibini küçük düşürür, hor ve hakir kılar, yakıcı ve horlayıcı ateşe sürükleriz! Onun durağı cehennemden başka bir yer değildir.

"O hemen gidip meclisini (taraftarlarını) çağırsın!"
(Alâk: 17)

Deniz köpüğü ve saman alevi gibi olan bâtılın taraftarları, körü körüne peşinden gittikleri küfür liderlerini kurtarabilirlerse kurtarsınlar! Fakat ne mümkün!

"Biz de zebânîleri çağıracağız." (Alâk: 18)

O zaman bizim taraftarlarımızın mı yoksa kendi taraftarlarının mı galip geleceğini görmüş olur.

Cehennemde son derece sert tabiatlı, güçlü-kuvvetli ve sayılamayacak miktarda merhametsiz zebaniler bulunur, azaplara nezaret ederler.

Allah-u Teâlâ onlara ne emrederse ona koşarlar, bir göz kırpması kadar bile emr-i ilâhîden geri durmazlar. Hiçbir emri sonraya bırakmazlar, hemen yerine getirirler.

Haşin tabiatları azabın tabiatına uygundur. Bu haşin tabiatları sebebiyle, o şiddetli ateşin içinde azap yapmakla vazifelendirilmişlerdir. İşkence işlerini onlar tanzim etmektedirler. Onların bir adı da "Hazene-i cehennem"dir ki, cehennem bekçileri demektir.

Zebanilerin yapıları son derece ürkütücü bir görünümde, şiddet ve kesafettedir. Gözleri yıldırım gibi, dişleri demir gibidir, ağızlarından ateş yalınları çıkar.

Onlar sadece suçluya verilen cezâyı uygularlar. Kâfirlere karşı içlerinden merhamet duygusu silinmiştir, hiç kimseye zerre miktarı acımazlar. Çünkü onlar gazaptan yaratılmışlardır. İnsanoğluna nasıl yemek ve içmek sevdirilmişse, onlara da suçlulara işkence etmek sevdirilmiştir.

Bunların başkanları da "Mâlik"dir ve "Cehennem muhafızı" olarak anılmaktadır.

"Hayır! Ona itaat etme!"
(Alâk: 19)

Rabb'in ne emrediyorsa onu olduğu gibi yerine getir, itaatında sebat et, onların arzu ve heveslerine kapılma!

"Rabb'ine secde et ve O'na yaklaş!"
(Alâk: 19)

Namaz ve yakınlığa sebep olan diğer ibadetlerle Rabb'ine yakın ol!

Çünkü bir Hadis-i şerif'e göre; kulun Rabb'ine en yakın olduğu an, O'na secde hâlinde olduğu andır.



Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre: Resulullah Aleyhisselâm bu Âyet-i kerime'yi okuduğu zaman tilâvet secdesi yapardı.

ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
 
Üst