Alevilik İslamda Yeri Var Mı?

kurtuluş

KF Ailesinden
Özel Üye
Alevilik İslamda Yeri Var Mı?
4 Büyük mezhep var bu beşinci mezhep midir?
Peygamber efendimiz camileri gidin dediği halde camiye gidilmemesinin hükmü nedir?
Şehidlik mertebesine ermişler için niçin hala yas tutulur.
Şarkı türkü yaptıkları ,ateşin etrafında dönmeleri ibadet sayılır mı?
Kaç vakit namaz kılarlar.

Bana akıllıca cevap lazım güzelce öğrenelim.
Edeb ile sordum yanlış anlaşılmasın.
 

out of whack

© ◄ Ayarsız..! ►
Forum Administrator
Alevilik nedir? Müslümanlığın içinde bir mezhep mi?

Soru Öncelerden aleviliğin bir mahsuru olmadığı söyleniyor sonradan bozulduğu söyleniyor. Aleviliğin bozulma nedeni nedir?

Cevap

Değerli kardeşimiz;
Alevîlik aslında bir fırka veya mezhep değildir. Âl-i Beyt'in muhabbetini esas alan bir tarikat şeklinde ortaya çıkmıştır. Meselenin tarihi seyrine baktığımızda Alevîliğin bir tarikat şekline gelişmesi şöyle olmuştur:

Timur, Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayazıt'ı yendikten sonra Anadolu'dan aldığı otuz bin kadar esiri İran'a götürmüştü. Bunları Erdebil'e yerleştirmişti. Bunlar zamanla, Şah İsmail’in dedesi olan ve Erdebil Şeyhi olarak ta bilinen Şeyh Ali'ye intisap ettiler ve ondan tarikat dersi aldılar. Bir süre sonra Timur, ara sıra ziyarete gittiği Erdebil Şeyhinin kendisinden bir arzusu olup olmadığını sorduğunda, şeyh, “Hiçbir dileğim yok, sadece Anadolu'dan esir olarak getirmiş olduğun Türkleri serbest bırakmanı istiyorum.” dedi. Timur, şeyhin bu arzusunu memnuniyetle kabul etti ve onları serbest bıraktı.

Bu esirler, bu vesile ile, şeyhe olan muhabbetlerini aşırı derecede ziyâdeleştirdiler. Şeyhin bu sofilerinin bir kısmı Anadolu'ya döndü, bir kısmı da Erdebil'de kaldı. Erdebil Şeyhi, Anadolu'ya dönen bu müritleriyle alâkasını devam ettirdi. Erdebil Şeyhi'nin tarikatında “Hz. Ali muhabbeti” esas alındığı için, bu tarikata devam edenler Hz. Ali sevgisi ile tamamen boyandılar. Bunlara bu niteliklerinden dolayı “Alevî” denildi.

Aslında bu esirlerin ecdatları ve kendileri, bu tarikat ile bağ kuruncaya kadar, Ehl-i Sünnet inanışında idiler. Bu tarikatla irtibatlarını yoğunlaştırdıktan sonra, tamamen Erdebil tekkesinin emrine girdiler. Oradan gelen her emri, harfiyen yerine getirmeye gayret gösterdiler. Öyle ki, bu müritler vergi, sadaka ve zekâtlarını bile Erdebil'e tahsis ettiler.

Bunların bu fedakârane gayretleri ve karşılıklı diyalogları, gidip gelmeleri devam etti. Hattâ Erdebil'den gönderilen ve şeyhin “halifesi” olarak isimlendirilen şahıslar, Anadolu'da “nezir” ve “sadaka” namıyla para topluyor ve bu paraları gizli olarak İran'a gönderiyorlardı. Böylece Erdebil Şeyhi'nin tekkesi gittikçe genişliyor, müritleri çoğalıyordu.

Bu Şeyh'in asıl amacı, gerek İran'da, gerekse Anadolu'da müritlerini çoğaltarak irşat postundan saltanat tahtına, şeyhlikten şahlığa geçmekti. Ancak bu arzusuna nâil olamadan ölünce, yerine oğlu Şeyh Cüneyd geçti. O da babasının gizli emelini sürdürmeye devam etti. Bunu hisseden o zamanın İran hükümdarı Cinahşah, kendisini İran'dan sürdü. Bunun üzerine Şeyh Cüneyd Anadolu'ya geldi. Onun altı yıl süren bu Anadolu ziyareti, tarikatına çok mürit kazandırdı.

Sadece bir şeyh değil, aynı zamanda bir “seyyid” unvanı ile de dolaştığı için beklediğinin çok üstünde taraftar topladı. Artık Erdebil tekkesi Anadolu'da güçlenmiş, küçümsenmeyecek kadar büyük bir etki sahasına sahip olmuştu.

Şeyh Cüneyd de babasının âkıbetine uğradı. Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi takip etti. Bütün gayret ve ihtiraslarına rağmen o da siyasî amacına eremedi. Nihayet oğlu Şah İsmail, babasının ve dedelerinin rüyalarını gerçekleştirmeye maalesef muvaffak oldu. 13 yaşında iken Anadolu'daki müritlerinden teşkil ettiği bir orduyla, o gün İran'da hâkim olan Akkoyunlulara harp ilân etti ve Akkoyunlu hükümdarını devirerek irşat postundan saltanat tahtına çıkmaya muvaffak oldu ve Safeviler Devleti'ni kurdu.

Bununla beraber Şah İsmail Anadolu'dan elini çekmedi. Zaman zaman birçok halifeler göndererek Anadolu'daki nüfûzunu kuvvetlendirmek için çalıştı. Bu çeşit faaliyetler, Çaldıran Muharebesi'ne kadar artan bir hızla devam etti. Bu muharebeden sonra İran'la Osmanlı Devleti arasında kesin hudutlar çizildi. Böylece Erdebil sofileriyle Anadolu arasındaki irtibat kesilmiş oluyordu. Bunun neticesi olarak Anadolu'daki müritler, pirlerin tesirinden gitgide uzaklaştılar.

Bu tarikatın Anadolu'da kalan mensupları, Erdebil tekkesinden aldıkları tesirle, kendilerinin dışında kalan Müslümanları Ehl-i Beyt'e gerektiği gibi muhabbet beslemedikleri zannına kapıldılar. Onların bu anlayış ve davranışları diğer Müslümanlarla aralarında bir soğukluk ortaya çıkardı. Bu soğukluk, zamanla ayrılığa dönüştü. Bu ayrılık sonucunda, Erdebil tekkesine bağlı Anadolu Türkleri medreseden uzak kaldıkları için, İtikada, ibadete,... ait birçok hükümleri gereği gibi öğrenemediler. Sadece babadan oğula intikal eden birtakım telkinlerle yetindiler.

Diğer Müslümanlar ise, bunlarla yakın alâka kuramadı ve onlara karşı görevlerini lâyıkıyla yerine getiremediler. Ölçüsüz tartışmalar, yersiz tenkitler ve davranışlarla, aradaki soğukluk gittikçe büyüdü ve derin bir ayrılığa dönüştü. Buna bir de idarecilerin ihmali eklenince, Anadolu Müslümanları arasında Sünnîlik ve Alevîlik şeklinde bir ikilik ortaya çıktı.

Aslında bir Müslüman’ın veya bir tarikatın Hz. Ali muhabbetini meslek ve meşrebine esas almasının dinen hiçbir mahzuru yoktur. Diğer sahabelere tecâvüz etmemek, Kur'an ve Sünnet'in ışığında namazını kılmak, orucunu tutmak ve diğer sorumluluklarını yerine getirmek kaydı ile, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt muhabbetini rehber edinmenin hiçbir mahzuru yoktur.

Gerçek şu ki, Kitap ve Sünnet'i bilen ve gereği gibi yaşayan hakikî bir Alevî, ancak Allah-ü Teâlâ'yı ma'bûd olarak tanır. Kendisini, İslâmîyet’in bir ferdi olarak bilir, Peygamberimizi, en son Peygamber, Kur'ân-ı Kerîm'i de son semavî kitap kabul eder. Bu sun’î ayrılığın ortadan kalkmasının tek yolu, Kur'an'ın ışığı altına girmek ve O'nu yegâne ölçü kabul etmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de, “Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı sarılınız ve ayrılmayınız.” buyurmakla, bütün Müslümanların Kur'an etrafında toplanmasını emretmektedir. Müslümanların birlik ve beraberlikleri ancak böylece temin edilebilir, ayrılıklar O'nun prensipleriyle ortadan kaldırılabilir. Her türlü hurafe ve safsatalardan ancak böylece uzak kalınabilir.

Evet, Hakk'ı bulmanın, hakikate ermenin tek yolu, Kur'an'a iman ve onun gereği ile amel etmektir. Çünkü, Kur'an, insanlığı mutlak hayır ve hakikate sevk etmek için, bizzat Allah-ü Teâlâ tarafından gönderilmiş mukaddes bir kitaptır. İnsanın dünyevî ve uhrevî saadetini gösterecek ve olgunlaştıracak olan O'dur. O, insanı iman ve tevhide; ubudiyet ve kulluğa, kardeşlik ve sevgiye davet eder. İman ve salih amele ait ölçülerin en güzelini O vazetmiştir. İslâmîyet ancak ve ancak O'nun ölçüleriyle yapılanmıştır.

O'nun sarsılmaz ve muhteşem kurallarının dışında hiçbir hakikat yoktur ve aranılmaz. O'nun güzel görüp tasdik ettiği Her şey hakikat; çirkin bulup reddettiği Her şey ise uydurmadır. O'nun tesis ettiği İslâmîyet köhne hurafeleri, batıl inanışları, rezalet ve fuhşiyatı şiddetle reddeder. Şu halde, bütün Müslümanlar, itikada, ibadete, ahlâka, helâle, harama, zikre, fikre, muhabbete ait kutsî hakikatleri, O'nun terazisiyle tartacaklardır.

Kur'an ayetlerinin Allah'a ait beyanları her insanı ikna edecek bir kuvvettedir. Sıradan halk, O'nun beyanının sadeliğine meftûn, bilim adamları da fesahat ve belagatına hayrandır. “Kalpler O'nun zikriyle tatmin olur.” ve her seviyedeki fikir erbabı, inanma ihtiyacını O'nunla karşılarlar, O'na uymakla kemâle ererler. Kur'an, insanları tefekküre teşvik etmiş ve bunun ölçülerini aklın eline vermiştir. İnsanlar ancak O'nun ders verdiği ölçülerle kâinat Kitabı'nı okuyabilmişler ve O'ndaki gizli hakikatlerini keşfedip Hâliklarını, Mabûtlarını bulabilmişlerdir. O, hayatın karanlık ve fırtınalı yollarını aydınlatmak için aklın eline verilen bir ilâhi meşaledir. Güneş, madde âlemini aydınlattığı gibi, Kur'an da maneviyat âlemini aydınlatmak için nazil olmuştur. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: “Gerçekten bu Kur'an, insanları en doğru yola götürür.” (İsrâ, 9)

Bir fende terakki etmek için, o fennin kanunlarına uymak bir zaruret olduğu gibi, hak ve hakikati bulmak için de, Kur'ân ve Sünnet'in düsturlarını rehber kabul etmek son derece gereklidir. Evet, insan Cenâb-ı Hakk'ın zâtını, sıfatlarını ancak Kur'an'ın ve Sünnet'in irşadıyla bilebilir. Nereden gelip, nereye gittiğini, dünyadaki görevinin ne olduğunu, gideceği ahiret âleminin mahiyetini, hakikatini ve o âlemde nelerin makbul, nelerin merdut olduğunu, ancak bu iki vesile ile anlayabilir.

Hangi fiil ve hareketlerin, hangi hâl ve tavırların Cenâb-ı Hakk'ın rızasını, hangilerinin de gazabını celp edeceğini; neyin hak, neyin batıl ve neyin hata, neyin doğru olduğunu yine Allah'ın Kitabı ve O'nun sevgili Peygamberinden (s.a.v) öğrenecektir. Her Müslüman, kendi inanç ve ibadet dünyasını, bu iki hakikatin rehberliğinde gerçekleştirmekle sorumludur. Nelere, nasıl inanmakla iman dairesine gireceğini ve hangi amelleri işleyip nelerden çekinerek İslâm dairesinde kalacağını yine bu iki esastan, yâni Kur’an ve Sünnet'ten öğrenecektir.

Madem ki, bütün Müslümanların ölçüsü Kur'an ve Sünnet'tir, o halde bir Müslüman beşerî her fikri, her iddiayı, her inancı, her itikadı Kur'an'a ve O'nun birinci derecede tefsiri olan Hadîs-i şeriflere göre değerlendirecek ve muvazene edecektir. Kur'ân-ı Azimüşşân, imanın birinci rüknü olan “Allah'a iman”ı bizlere ders verdiği gibi, “melâikelere, semavî kitaplara, peygamberlere, ahirete, kadere (hayır ve şerri O'nun yarattığına) iman” etmeyi de ders verir. Bir insan, ancak iman hakikatlerine Kur'an'ın bildirdiği gibi iman etmekle mümin olur. Hem Kur'ân-ı Kerim, Allah-ü Teâlâ'nın bütün emir ve yasaklarından ibaret olan İslâmîyet’i müminlere talim etmiştir. Bir mümin, bu emir ve yasaklara harfiyen uymakla kâmil bir Müslüman olur.

Mehmet Kırkıncı Alevilik Nedir?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet




 

kurtuluş

KF Ailesinden
Özel Üye
Allah razı olsun gayet açıklayıcı ve güzel bir yazı.

Hangi fiil ve hareketlerin, hangi hâl ve tavırların Cenâb-ı Hakk'ın rızasını, hangilerinin de gazabını celp edeceğini; neyin hak, neyin batıl ve neyin hata, neyin doğru olduğunu yine Allah'ın Kitabı ve O'nun sevgili Peygamberinden (s.a.v) öğrenecektir. Her Müslüman, kendi inanç ve ibadet dünyasını, bu iki hakikatin rehberliğinde gerçekleştirmekle sorumludur. Nelere, nasıl inanmakla iman dairesine gireceğini ve hangi amelleri işleyip nelerden çekinerek İslâm dairesinde kalacağını yine bu iki esastan, yâni Kur’an ve Sünnet'ten öğrenecektir.

Burası akıllı bir müslüman için yeterlidir.

Allah razı olsun.
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
1.Hanefi Mezheb

Mezhebin kurucusu İmam-ı A‘zam Ebû Hanîfe’dir (rh.). Hicri 80 (M. 699) yılında Kufe’de doğmuş, 150’de (M. 767) Bağdat’ta vefat etmiştir. Aslen varlıklı bir aileden gelen İmâm-ı A‘zam hazretleri, ilim öğrenme ve öğretmenin yanında ticaretle de meşgul olmuştur. Ticari hayatı, günlük meseleleri iyi bilmesine, ihtiyaçları yakından tanıyıp problemleri kolay ve isabetli çözmesine yardımcı olmuştur.
İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.) ictihatlarında daima insanların ihtiyaçlarını, dinin inanç ve ameldeki maksadını, temel kriterleri dikkate alarak hareket etmiştir. Mezhebin en önemli özelliği, ayet ve hadislerin hükmü ile aklın yorumu arasında makul bir dengenin oluşudur. Dört ana şer‘î delilin yanında örf ve âdet gibi fer’î delilleri, kamu yararını daima göz önünde bulundurmuş, kişi hak ve hürriyetlerinin korunmasını düstur (ilke) edinmiştir.


Kaynaklarda, İmâm-ı Azam’ın (rh.) dört bine yakın talebesinin olduğu ifade edilir. Bunlardan kırk tanesi ictihad yapabilecek seviyeye gelmiştir. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed (İmameyn) rahımehümallah en meşhur iki talebesidir. Ebû Hanîfe (rh.), Ehl-i Irak fıkhının temsilcisidir. Mezhep ekseriyetle Türkiye, Balkanlar, Türkistan, Hindistan, Pakistan’da yaygındır.

2. Mâlikî mezhebi

Mezhebin kurucusu İmam Malik’tir (rh.). Hicri 93 (M. 711) yılında Medine’de doğmuş, 179 (M. 795) yılında yine Medîne’de vefat etmiştir. Mezhebin en önemli özelliği, İmam Mâlik’in, o günün ilim merkezi durumunda olan Medine halkının uygulamasına büyük ehemmiyet vermesidir. Ona göre, Medinelilerin ameli, mütevatir sünnet (en kuvvetli sünnet) hükmündedir. Mezheb genellikle Mısır ve Kuzey Afrika’da yaygındır. İmam Mâlik, ehl-i hadis veya ehl-i Hicaz fıkhının temsilcisidir.

3. Şâfiî mezhebi

Mezhebin kurucusu İmam Şâfiî’dir. Hicri 150 tarihinde (M. 767) Filistin’in Gazze şehrinde doğmuş, 204’te (M. 819) de Mısır’da vefat etmiştir (rh.). İmam Mâlik’ten Hicaz fıkhını, Ebû Hanîfe’nin talebesi olan İmam Muhammed’den de Irak fıkhını öğrendi. Mezhebinin en önemli özelliği, âdeta Hanefî ile Mâlikî fıkhının terkibi/sentezi (birleşimi) niteliğinde olmasıdır. Şâfiî mezhebi genellikle Mısır, Suriye, Irak, Horasan’da yaygındır. Ayrıca Türkiye’nin Doğu ve Güney Doğu bölgelerinde de epeyce mensubu bulunmaktadır.


4. Hanbelî mezhebi


Mezhebin kurucusu İmam Ahmed b. Hanbel’dir (rh.). Hicri 164’te (M. 780) Bağdat’da doğmuş, 204’te (855) de yine Bağdat’ta vefat etmiştir. İmam Ahmed b. Hanbel ibadet ve muamelat konularında iki ayrı usûl benimsedi. İbadetle ilgili hususlarda ayet ve hadislere çok sıkı sarılmakla birlikte, muamelat(3) konularında (günlük hayatın icapları) bir şeyin haram olduğuna dair ayet ve hadislerde açık bir delil yoksa, onun mubah olduğuna hükmederek daha serbest bir anlayış geliştirdi. Mezheb genellikle Hicaz, Filistin, Mısır gibi ülkelerde yaygındır.
Bu dört hak mezhepten başka daha otuza yakın amelde hak mezhebin olduğu bilinmektedir. Ancak bunların bağlıları kalmadığı için kitaplarda sadece isimleri vardır.
alıntı
 
Selamün aleyküm arkadaşlar.Siteye yeni üye oldum.Allah hepinizden razı olsun diyorum.İnşaallah yapıcı ve olumlu mesajlarımız olacaktır.Gelelim mevzumuza...

Burada ben aleviliği tartışmayacağım ama diyeceğim o ki bir kimse camiiye girmekten kaçıyorsa ve camiiden tiksiniyorsa gitsin imanını sorgulasın bize öyle cevap versin diyorum.
 

hirahos

Üye
Üye
Fıkhı tedvin edilmiş, usulünden pekçok alim ve arif yetişmiş, günümüze ulaşmış ve tabisi olan 4 Hak mezheb vardır: Hanefilik, Şafiilik, Hanbeli ve Maliki mezhebleri....

Bu dördünden başka mezheb günümüzde vardır ve başkasının tamamı bid'at mezheplerdir.

Necd kökenli Vahhabiyyun olanlar kendilerini Hanbeli gibi gösterirler; hakiki hanbeliler Ehli Sünnettir bunlardan tenzih ederiz.

Başka deyişle, Kitap ve Sünneti muhafaza edip, İslam'ın yaşanabileceği bu dört mezhebdir. Gayrisinin yolu nara uğrar.

Bid'at mezhebler içinde de fıkıh geliştirebilen sadece Şiadır. Şianın küfre düşen, gulat kabul edilen kolları vardır.

Anadolu aleviliği denilen de içinde Şiadan inançlar brındıran kültür ve geleneklerin karıştığı bir akımdır. Safevi Şah İsmail tarafından anadoluda yayılmıştır.

İçlerinde namaz kılanları, oruç tutanları mevcut olmakla birlikte küfre kayanları da vardır. Son devir alevi gençlerinin ekserisi, hususen büyük şehirlerdekilerin çoğu ateistlerin, kemalistlerin, solcuların, sabetayların esiri olmuşlardır.

Ves'selam.
 

kurtuluş

KF Ailesinden
Özel Üye
Alevi sorunu diye tabir edilen sorun çözülmüştür.
https://www.kunfeyekun.org/kf/alevilik-sorunu-cozuldu.33136/

Aslında Alevilik hiçbir zamansorun olmamıştır.Hakka batıl karıştırma nedeniyle sorunlar yaşamaktadır.Fakat bu kadar ilme teknolojiye artık ben bilmiyordum demek olmaz.Hesap günündede zaten böyle bir bahane sığınabileceğini düşünen birinin olacağını sanmıyorum.Bazı gençlikten itibarenden sürekli baskı ile beyinlere etki ettilerse o zaman zaten sadece Allaha yönelmesi ve sorgulamasıyla doğruyu bulacaktır.

Birçok ateist kuranı kerimi hakkıyle inceleyerek doğruyu bulmuştur.Hakkıyle diyorum çünkü bunun için arapça öğreniyorlar ve kuranı kerimde bir hata olmadığını görüp Allahın izniyle müslüman oluyorlar.
İşte ilmin ,öğrenmenin,araştıramanın faydalarını hep görüyoruz.İslam tüm ilimleri içine alır.Herkezi öğrenmeye düşünmeye yöneltir.
Örneği biyoloji bilen Allahın ne kadar detaylı ve kusursuz birşekilde yarattığnı görür.Hücrelerin nekadar hızlı hareket edip hiçbirinin asla şasırmadığı ve birçok şeyi gözlemler.Daha çok şey söylenir yazılarım fazla uzuyor.
Matematik ele alırsak sırf kromozon örneği bile yeter.Herşey hesaplı bir eksik olursa kromozon ya ölüyor yada down sendromu hastalığı oluyor.Daha geniş düşünürsek
Yüce Allah(c.c.) rahman süresinde
İkisinde de her meyveden iki çift vardır. (RAHMAN / 52)
Kuranı kerimde çift kelimesi geçen bir çok ayet var.Bunları düşünmek gerek.
 
Son düzenleme:
M

mehmet kilic

Ziyaretçi
Alevilik nedir? Müslümanlığın içinde bir mezhep mi?

Soru Öncelerden aleviliğin bir mahsuru olmadığı söyleniyor sonradan bozulduğu söyleniyor. Aleviliğin bozulma nedeni nedir?

Cevap

Değerli kardeşimiz;
Alevîlik aslında bir fırka veya mezhep değildir. Âl-i Beyt'in muhabbetini esas alan bir tarikat şeklinde ortaya çıkmıştır. Meselenin tarihi seyrine baktığımızda Alevîliğin bir tarikat şekline gelişmesi şöyle olmuştur:

Timur, Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayazıt'ı yendikten sonra Anadolu'dan aldığı otuz bin kadar esiri İran'a götürmüştü. Bunları Erdebil'e yerleştirmişti. Bunlar zamanla, Şah İsmail’in dedesi olan ve Erdebil Şeyhi olarak ta bilinen Şeyh Ali'ye intisap ettiler ve ondan tarikat dersi aldılar. Bir süre sonra Timur, ara sıra ziyarete gittiği Erdebil Şeyhinin kendisinden bir arzusu olup olmadığını sorduğunda, şeyh, “Hiçbir dileğim yok, sadece Anadolu'dan esir olarak getirmiş olduğun Türkleri serbest bırakmanı istiyorum.” dedi. Timur, şeyhin bu arzusunu memnuniyetle kabul etti ve onları serbest bıraktı.

Bu esirler, bu vesile ile, şeyhe olan muhabbetlerini aşırı derecede ziyâdeleştirdiler. Şeyhin bu sofilerinin bir kısmı Anadolu'ya döndü, bir kısmı da Erdebil'de kaldı. Erdebil Şeyhi, Anadolu'ya dönen bu müritleriyle alâkasını devam ettirdi. Erdebil Şeyhi'nin tarikatında “Hz. Ali muhabbeti” esas alındığı için, bu tarikata devam edenler Hz. Ali sevgisi ile tamamen boyandılar. Bunlara bu niteliklerinden dolayı “Alevî” denildi.

Aslında bu esirlerin ecdatları ve kendileri, bu tarikat ile bağ kuruncaya kadar, Ehl-i Sünnet inanışında idiler. Bu tarikatla irtibatlarını yoğunlaştırdıktan sonra, tamamen Erdebil tekkesinin emrine girdiler. Oradan gelen her emri, harfiyen yerine getirmeye gayret gösterdiler. Öyle ki, bu müritler vergi, sadaka ve zekâtlarını bile Erdebil'e tahsis ettiler.

Bunların bu fedakârane gayretleri ve karşılıklı diyalogları, gidip gelmeleri devam etti. Hattâ Erdebil'den gönderilen ve şeyhin “halifesi” olarak isimlendirilen şahıslar, Anadolu'da “nezir” ve “sadaka” namıyla para topluyor ve bu paraları gizli olarak İran'a gönderiyorlardı. Böylece Erdebil Şeyhi'nin tekkesi gittikçe genişliyor, müritleri çoğalıyordu.

Bu Şeyh'in asıl amacı, gerek İran'da, gerekse Anadolu'da müritlerini çoğaltarak irşat postundan saltanat tahtına, şeyhlikten şahlığa geçmekti. Ancak bu arzusuna nâil olamadan ölünce, yerine oğlu Şeyh Cüneyd geçti. O da babasının gizli emelini sürdürmeye devam etti. Bunu hisseden o zamanın İran hükümdarı Cinahşah, kendisini İran'dan sürdü. Bunun üzerine Şeyh Cüneyd Anadolu'ya geldi. Onun altı yıl süren bu Anadolu ziyareti, tarikatına çok mürit kazandırdı.

Sadece bir şeyh değil, aynı zamanda bir “seyyid” unvanı ile de dolaştığı için beklediğinin çok üstünde taraftar topladı. Artık Erdebil tekkesi Anadolu'da güçlenmiş, küçümsenmeyecek kadar büyük bir etki sahasına sahip olmuştu.

Şeyh Cüneyd de babasının âkıbetine uğradı. Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi takip etti. Bütün gayret ve ihtiraslarına rağmen o da siyasî amacına eremedi. Nihayet oğlu Şah İsmail, babasının ve dedelerinin rüyalarını gerçekleştirmeye maalesef muvaffak oldu. 13 yaşında iken Anadolu'daki müritlerinden teşkil ettiği bir orduyla, o gün İran'da hâkim olan Akkoyunlulara harp ilân etti ve Akkoyunlu hükümdarını devirerek irşat postundan saltanat tahtına çıkmaya muvaffak oldu ve Safeviler Devleti'ni kurdu.

Bununla beraber Şah İsmail Anadolu'dan elini çekmedi. Zaman zaman birçok halifeler göndererek Anadolu'daki nüfûzunu kuvvetlendirmek için çalıştı. Bu çeşit faaliyetler, Çaldıran Muharebesi'ne kadar artan bir hızla devam etti. Bu muharebeden sonra İran'la Osmanlı Devleti arasında kesin hudutlar çizildi. Böylece Erdebil sofileriyle Anadolu arasındaki irtibat kesilmiş oluyordu. Bunun neticesi olarak Anadolu'daki müritler, pirlerin tesirinden gitgide uzaklaştılar.

Bu tarikatın Anadolu'da kalan mensupları, Erdebil tekkesinden aldıkları tesirle, kendilerinin dışında kalan Müslümanları Ehl-i Beyt'e gerektiği gibi muhabbet beslemedikleri zannına kapıldılar. Onların bu anlayış ve davranışları diğer Müslümanlarla aralarında bir soğukluk ortaya çıkardı. Bu soğukluk, zamanla ayrılığa dönüştü. Bu ayrılık sonucunda, Erdebil tekkesine bağlı Anadolu Türkleri medreseden uzak kaldıkları için, İtikada, ibadete,... ait birçok hükümleri gereği gibi öğrenemediler. Sadece babadan oğula intikal eden birtakım telkinlerle yetindiler.

Diğer Müslümanlar ise, bunlarla yakın alâka kuramadı ve onlara karşı görevlerini lâyıkıyla yerine getiremediler. Ölçüsüz tartışmalar, yersiz tenkitler ve davranışlarla, aradaki soğukluk gittikçe büyüdü ve derin bir ayrılığa dönüştü. Buna bir de idarecilerin ihmali eklenince, Anadolu Müslümanları arasında Sünnîlik ve Alevîlik şeklinde bir ikilik ortaya çıktı.

Aslında bir Müslüman’ın veya bir tarikatın Hz. Ali muhabbetini meslek ve meşrebine esas almasının dinen hiçbir mahzuru yoktur. Diğer sahabelere tecâvüz etmemek, Kur'an ve Sünnet'in ışığında namazını kılmak, orucunu tutmak ve diğer sorumluluklarını yerine getirmek kaydı ile, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt muhabbetini rehber edinmenin hiçbir mahzuru yoktur.

Gerçek şu ki, Kitap ve Sünnet'i bilen ve gereği gibi yaşayan hakikî bir Alevî, ancak Allah-ü Teâlâ'yı ma'bûd olarak tanır. Kendisini, İslâmîyet’in bir ferdi olarak bilir, Peygamberimizi, en son Peygamber, Kur'ân-ı Kerîm'i de son semavî kitap kabul eder. Bu sun’î ayrılığın ortadan kalkmasının tek yolu, Kur'an'ın ışığı altına girmek ve O'nu yegâne ölçü kabul etmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de, “Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı sarılınız ve ayrılmayınız.” buyurmakla, bütün Müslümanların Kur'an etrafında toplanmasını emretmektedir. Müslümanların birlik ve beraberlikleri ancak böylece temin edilebilir, ayrılıklar O'nun prensipleriyle ortadan kaldırılabilir. Her türlü hurafe ve safsatalardan ancak böylece uzak kalınabilir.

Evet, Hakk'ı bulmanın, hakikate ermenin tek yolu, Kur'an'a iman ve onun gereği ile amel etmektir. Çünkü, Kur'an, insanlığı mutlak hayır ve hakikate sevk etmek için, bizzat Allah-ü Teâlâ tarafından gönderilmiş mukaddes bir kitaptır. İnsanın dünyevî ve uhrevî saadetini gösterecek ve olgunlaştıracak olan O'dur. O, insanı iman ve tevhide; ubudiyet ve kulluğa, kardeşlik ve sevgiye davet eder. İman ve salih amele ait ölçülerin en güzelini O vazetmiştir. İslâmîyet ancak ve ancak O'nun ölçüleriyle yapılanmıştır.

O'nun sarsılmaz ve muhteşem kurallarının dışında hiçbir hakikat yoktur ve aranılmaz. O'nun güzel görüp tasdik ettiği Her şey hakikat; çirkin bulup reddettiği Her şey ise uydurmadır. O'nun tesis ettiği İslâmîyet köhne hurafeleri, batıl inanışları, rezalet ve fuhşiyatı şiddetle reddeder. Şu halde, bütün Müslümanlar, itikada, ibadete, ahlâka, helâle, harama, zikre, fikre, muhabbete ait kutsî hakikatleri, O'nun terazisiyle tartacaklardır.

Kur'an ayetlerinin Allah'a ait beyanları her insanı ikna edecek bir kuvvettedir. Sıradan halk, O'nun beyanının sadeliğine meftûn, bilim adamları da fesahat ve belagatına hayrandır. “Kalpler O'nun zikriyle tatmin olur.” ve her seviyedeki fikir erbabı, inanma ihtiyacını O'nunla karşılarlar, O'na uymakla kemâle ererler. Kur'an, insanları tefekküre teşvik etmiş ve bunun ölçülerini aklın eline vermiştir. İnsanlar ancak O'nun ders verdiği ölçülerle kâinat Kitabı'nı okuyabilmişler ve O'ndaki gizli hakikatlerini keşfedip Hâliklarını, Mabûtlarını bulabilmişlerdir. O, hayatın karanlık ve fırtınalı yollarını aydınlatmak için aklın eline verilen bir ilâhi meşaledir. Güneş, madde âlemini aydınlattığı gibi, Kur'an da maneviyat âlemini aydınlatmak için nazil olmuştur. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: “Gerçekten bu Kur'an, insanları en doğru yola götürür.” (İsrâ, 9)

Bir fende terakki etmek için, o fennin kanunlarına uymak bir zaruret olduğu gibi, hak ve hakikati bulmak için de, Kur'ân ve Sünnet'in düsturlarını rehber kabul etmek son derece gereklidir. Evet, insan Cenâb-ı Hakk'ın zâtını, sıfatlarını ancak Kur'an'ın ve Sünnet'in irşadıyla bilebilir. Nereden gelip, nereye gittiğini, dünyadaki görevinin ne olduğunu, gideceği ahiret âleminin mahiyetini, hakikatini ve o âlemde nelerin makbul, nelerin merdut olduğunu, ancak bu iki vesile ile anlayabilir.

Hangi fiil ve hareketlerin, hangi hâl ve tavırların Cenâb-ı Hakk'ın rızasını, hangilerinin de gazabını celp edeceğini; neyin hak, neyin batıl ve neyin hata, neyin doğru olduğunu yine Allah'ın Kitabı ve O'nun sevgili Peygamberinden (s.a.v) öğrenecektir. Her Müslüman, kendi inanç ve ibadet dünyasını, bu iki hakikatin rehberliğinde gerçekleştirmekle sorumludur. Nelere, nasıl inanmakla iman dairesine gireceğini ve hangi amelleri işleyip nelerden çekinerek İslâm dairesinde kalacağını yine bu iki esastan, yâni Kur’an ve Sünnet'ten öğrenecektir.

Madem ki, bütün Müslümanların ölçüsü Kur'an ve Sünnet'tir, o halde bir Müslüman beşerî her fikri, her iddiayı, her inancı, her itikadı Kur'an'a ve O'nun birinci derecede tefsiri olan Hadîs-i şeriflere göre değerlendirecek ve muvazene edecektir. Kur'ân-ı Azimüşşân, imanın birinci rüknü olan “Allah'a iman”ı bizlere ders verdiği gibi, “melâikelere, semavî kitaplara, peygamberlere, ahirete, kadere (hayır ve şerri O'nun yarattığına) iman” etmeyi de ders verir. Bir insan, ancak iman hakikatlerine Kur'an'ın bildirdiği gibi iman etmekle mümin olur. Hem Kur'ân-ı Kerim, Allah-ü Teâlâ'nın bütün emir ve yasaklarından ibaret olan İslâmîyet’i müminlere talim etmiştir. Bir mümin, bu emir ve yasaklara harfiyen uymakla kâmil bir Müslüman olur.

Mehmet Kırkıncı Alevilik Nedir?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


 

Natu

Yeni Üye
Üye
Türkiye'nin çeşitli bölgelerinde, farklı uygulama ve inanışlar mevcuttur. Ancak ben Trakya'da yaşayan Aleviler hakkında bilgi vermek için geldim. Bizler Kayı Boyuna mensup Ertuğrul Gazi oğlu, Gündüz Alp soyundan gelen Yörük Türkmenleriz. Karakeçili Aşiretinin Softalı Kolundan, Amuca Kabilesi olarak geçmekteyiz. Amuca denmesinin sebebi ise, Padişahlar ile amca çocukları olmamızdandır. Osmanlı'nın kuruluş aşamasında Aleviliğe verdiği önem, yaptırdıkları ve yardımda bulundukları dergahlar ve tekkeler ile ortadadır, ancak daha sonra, kardeş çocukları olduğumuzdan, devlet üzerinde hak iddia etmemiz için bir çok sürgün ve kıyıma maruz kalmışızdır. Eski Alevi köylerini incelediğiniz de zulümden kaçmak için hep dağlık, taşlık, ulaşımın zor olduğu bölgelerde kurulmuş olduğunu görürsünüz. Toplumdan soyutlanan aleviler aynı zamanda olmadık yalanlar ve iftiralara da maruz kalmıştır. Arkadaşın söylediği gibi namaz kılmamak, ateşin etrafında dönmek, mum söndü vb.

Alevilik bir meshep değildir. Alevilik bir tarikattır. Eski Alevi dedelerinin hepsi "Namaz Hak'tır." der. Aklında alevilik hakkında soru işareti kalan arkadaşlar için Hacı Bektaşi Veli'nin Makalat adlı eserinde Cami ve Cem Evi (Eski adı Meydan'dır 1990'lı yıllarda Cem Evi kavramı ortaya çıkmıştır) inanç ve ibadet dünyamızda ki yeri konusunda taşları nasıl yerine oturtuyor.

  • Cami, şeriat kapısıdır, meydan (Cem Evi) tarikat kapısıdır.
  • Camide ezan-ı Muhammed-i okunur; meydanda Gülbang-ı Muhammedi çekilir.
  • Camide Fatiha Suresi okunur el yüze sürülür; meydanda Fatiha Suresinin sırrına varılır, yüz yere sürülür.
  • Camide Allah’ın cemali tecelli eder zikri la ilahe illallah’tır; meydanda Allah’ın zatı tecelli eder, zikri Allah Allah'tır ve “hû”dür.”
  • Camide namaz kılınır; meydanda niyaz verilir.
  • Cami gündüz açıktır, gece kapalı; meydan gündüz kapalıdır, gece açıktır.
  • Minareden ezan-ı Muhammedi'yi okuyan müzezzinlerin piri de Bilal-i Habeşi'dir; meydanda deyiş ve nefes okuyan zakirlerin piri de Bilal-i Habeşi'dir.
  • Güneş gibi ibadet etmek şeriat, ay gibi ibadet etmek tarikat, yıldız gibi ibadet etmek ise hakikattir.

    Bir şey daha eklemek isterim ki, nasıl bugün İŞİD ya da FETÖ sunni bir topluluk ve cemaat/tarikat olduğunu iddia edip sapkın tavırlar için de yer alıyorsa, Alevi/Bektaşi tarikatı içerisinde de sapkın kişiler olabilir. Aleviliği/Bektaşiliği de pirinden öğrenmekte fayda vardır. Bu yüzden Aleviliği merak eden kimseler bunu konu hakkında bilgisi olmayan Sunni ya da Alevi kişilerden değil, işi ehlinden öğrenmeli, Hacı Bektaşi Veli'nin eserlerini incelemelidir.
 
Son düzenleme:
Üst