Tahrîm Sûre-i Şerif’inin Tefsiri

kurtuluş

KF Ailesinden
Özel Üye
TAHRÎM SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1

“EZVÂC-I TÂHİRÂT”

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Tamamı Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on iki Âyet-i kerime, iki yüz kırk yedi kelime ve bin altmış harften teşekkül etmiştir.

İsmini birinci Âyet-i kerime’den almıştır. İlâhî hükümleri konu alan Sûre-i şerif’lerdendir.

Bundan önceki “Talâk sûre-i şerif’i”nde mümine hanımların boşanması ile ilgili hükümler yer aldığı gibi; “Tahrîm sûre-i şerif’i”nde de Resulullah Aleyhisselâm’ın nezih hanımları ile ilgili hükümler bulunmaktadır.

Muhtevâsı:

Bu mübarek Sûre-i şerif’te Resulullah Aleyhisselâm’ın hanımları ile arasında geçen birçok mühim hadiseye işaret edilmekte, onların Allah katındaki ulvî makamları, yüce mevkileri anılmakta ve bir numune-i imtisal olarak beşeriyete duyurulmakta, “Peygamber hanımları”nda bulunacak vasıflar öz bir şekilde ifade edilmektedir.

Başkalarını memnun etmek için helâl olan bir şeyi haram imiş gibi göstermenin doğru olmadığı belirtilmektedir.

Yapılması meşru olan bir şey terkedilip yapılan yeminde durulmadığı zaman kefaret verilmesi gerektiği açıklanmaktadır.

Âile sırrının gizli kalması hususunda çok dikkatli olmak gerektiği üzerinde durulmakta ve bir ahlâkî özellik olarak tanıtılmaktadır.

Allah-u Teâlâ’nın nuru, âlemlerin gurur ve surûru olan Muhammed Aleyhisselâm’ın Allah katındaki en yüksek mertebesi en beliğ bir şekilde inanmış gönüllere zerkedilmektedir.

Resulullah Aleyhisselâm pâk zevcelerini boşasa da, onlardan daha hayırlı zevcelere nâil olacağı müjdelenmektedir.

Müminlerin hem kendilerini hem de âile halkını pek şiddetli cehennem ateşinden korumaları emredilmekte, bu mesuliyetin çok ağır olduğu ihsas ettirilmektedir.

Kâfir ve münafıklar ahiret gününde her ne kadar yaptıkları azgınlıklar için özür beyan etseler de hiçbir zaman kabul edilmeyeceği, cezalarını mutlaka çekecekleri ihtar edilmektedir.

Müminlere merhamet kanatları açılmakta, nefislerine uyarak yaptıkları günahlardan, bilerek veya bilmeyerek işledikleri kusurlardan dolayı, acısını duyarak tevbe etmeleri istenmektedir.

Allah-u Teâlâ’nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini ve ona gönülden inanan, yolunda ve izinde yürüyen müminleri kıyamet gününde rüsvay etmeyeceğini, utandırmayacağını, nurlara gark edeceğini haber vermektedir.

Her türlü şartlarda kâfirlerle ve münafıklarla cihad edilmesi, onlara sert davranılması, böylece küfrün ve nifakın önüne geçilmesi emredilmektedir.

Tahrîm sûre-i şerif’inin sonunda iki misal getirilmekte; Nuh Aleyhisselâm ile Lut Aleyhisselâm’ın eşlerinin kocalarına ihanet ettikleri ve en kötü âkıbete uğradıkları, Firavun’un Allah’a gönülden iman eden karısı Hazret-i Âsiye’nin imanındaki sadakati ile iffet numunesi Hazret-i Meryem’in Allah katındaki ulviyeti beyan buyurulmakta, böylece âile yapısında kadının yerinin ne kadar önemli olduğu vurgulanmaktadır.

Resulullah Aleyhisselâm

ve Muhtereme Hanımları:

Hicret’in dokuzuncu yılında İslâmiyet artık maddî ve mânevî kuvvet bulmuş, müslümanların eline birçok maddî imkânlar geçmiş, durumları oldukça düzelmişti.

Her türlü imkâna kavuşmuş olmasına rağmen, Resulullah Aleyhisselâm hiç iltifat etmiyor, sade ve mütevâzi yaşayışına devam ediyordu.

Fakat Ümmehât-ı müminîn -radiyallahu anhünne- Hazerâtı, kadınlığın fıtratında bulunan ziynet ve dünya malına karşı meyil sebebiyle yiyecek ve giyecek hususunda Resulullah Aleyhisselâm’dan bazı isteklerde bulundular. “Bizler de başka kadınların istedikleri ziynetlerden isteriz.” dediler. Her biri birtakım şeyler istiyordu. Onların bu teklifleri, uygunsuz tutum ve davranışları kalbinin kırılmasına sebep olmuştu. Çünkü kendisi sade yaşadığı gibi, onların da sade bir hayat sürmelerini arzu ediyordu.



Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in bildirdiğine göre, Ezvâc-ı tâhirat iki gruba ayrılmıştı.

Grupların birinde; Hazret-i Âişe, Hazret-i Hafsa, Hazret-i Safiye, Hazret-i Sevde -radiyallahu anhünne- bulunuyordu.

Diğer grubu ise; Hazret-i Ümmü Habibe, Hazret-i Ümmü Seleme, Hazret-i Zeyneb, Hazret-i Meymune ve Hazret-i Cüveyriye -radiyallahu anhünne- teşkil ediyordu.



Resulullah Aleyhisselâm günlerini Ezvâc-ı tâhirat arasında taksim ederdi. Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in günü geldiğinde, anne ve babasını ziyaret için Resulullah Aleyhisselâm’dan izin istemiş ve gitmişti.

Bu arada Resulullah Aleyhisselâm, câriyesi Hazret-i Mâriye -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’e haber gönderip yanına getirtti ve onunla beraber oldu.

Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz dönüp onu kendi odasında görünce fevkalâde gücenerek bir kıskançlık duydu. “Ben yok iken onu odama alıp, onunla birlikte mi oldun? Bunu sadece beni hakir gördüğün için yaptığın kanaatindeyim.” dedi.

Resulullah Aleyhisselâm bunun üzerine gönlünü almak için:

“Mâriye’yi kendime haram kıldım, fakat sakın bundan hiç kimseye söz etme!” buyurdu.

Fakat Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz daha sonra Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz ile kendi arasındaki duvara vurarak Resulullah Aleyhisselâm’ın sırrını ona duyurdu. Çünkü birbirleriyle çok sıkı-fıkı idiler. Bundan sonra diğer hanımları da durumdan haberdar oldu.

Resulullah Aleyhisselâm bu duruma çok kızdı, onlardan bir ay uzak durmak üzere yemin etti ve “Meşrebe” diye anılan çardakta tek başına yatıp kalkmaya başladı.



Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

“Ey Peygamber! Eşlerinin hoşnutluğunu gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?” (Tahrîm: 1)

Bu hitap, kınama için değildir. Zira Resulullah Aleyhisselâm’ın helâl olan şeyi nefsine haram kılması, evlâyı terk kabilindendir. Yoksa Allah-u Teâlâ’nın helâl kıldığı bir şeyi hakikatte haram kılmak değildir.

“Allah çok bağışlayan, merhamet edendir.” (Tahrîm: 1)

Sana merhamet buyurarak bundan dolayı seni sorumlu tutmamıştır, hakkında rahmet-i Sübhânî’ye tecellî edecektir.

“Allah yeminlerinizi çözmeyi meşru kılmıştır.” (Tahrîm: 2)

Yemin kefareti vermek suretiyle o terkedilen şey yine ifâ edilebilir.

“Allah sizin Mevlâ’nızdır.” (Tahrîm: 2)

Onun için kendi arzunuza göre değil, O’nun emirlerine göre hareket ediniz.

“O ilim ve hikmet sahibidir.” (Tahrîm: 2)

Binaenaleyh, size verdiği emirleri ve hükümleri de sizin ihtiyaç ve menfaatlerinizi bilerek ilim ve hikmetiyle vermiştir. Onun bütün emirleri baştan sona hikmete dayalıdır.



Daha sonra Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm ile Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’le arasında geçen hadiseyi açıklamak üzere şöyle buyurdu:

“Hani Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti.” (Tahrîm: 3)

Bu, Hazret-i Mâriye -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’i kendisine haram kılması sırrıdır.

“Fakat eşi o sözü başkasına haber verdi. Allah da bunu Peygamber’e açıkladı.” (Tahrîm: 3)

Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- bu sırrı Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-ya açınca, Allah-u Teâlâ Cebrâil Aleyhisselâm vasıtası ile onun bu sırrı yaydığını Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bildirdi.

“Bir kısmını bildirmiş bir kısmından da vazgeçmişti.” (Tahrîm: 3)

Resulullah Aleyhisselâm Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ-ya sitem ederek yaydığı bu sırrın bir kısmını ona bildirdi. Lütufta bulunarak bütün yaptıklarını kendisine bildirmedi, yüzüne vurarak utandırmak istemedi.

“Peygamber bunu ona haber verince eşi: ‘Bunu sana kim haber verdi?’ dedi.” (Tahrîm: 3)

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-nın haber verip vermediğini öğrenmek istedi.

Buna karşılık Resulullah Aleyhisselâm da:

“‘Her şeyi bilen ve haberdar olan Allah haber verdi.’ dedi.” (Tahrîm: 3)

Resulullah Aleyhisselâm bu kadar söylemekle yetindi ve yine onların hoşnutluklarını düşündü. Bu sebeple onlarda gördüğü bazı dilekleri ve birbirlerine arka çıkmaları karşısında da başka bir şey yapmayıp sırf bir ibret dersi olmak üzere, bir ay müddetle onları kendi hallerine bırakarak bir yeminle yakın alâkadan mahrum etti. Büyük bir irfan sahibi olan Ezvâc-ı tâhirat’ın daha fazla ıslah olmaları için bu şekilde acı bir dersin olması gerekiyordu.

O kadının sıradan bir insanın hanımı olmayıp, kendisinin hassas bir mevkide olduğu yüce bir zâtın hanımı olması sebebiyle, Allah-u Teâlâ kıyamete kadar okunacak olan Kur’an-ı kerim’de bu hadiseyi anmıştır.

Bu ilâhî beyandan sonra Allah-u Teâlâ Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- ve Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’e hitaben Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:

“Eğer tevbe ederseniz, kaymış olan kalpleriniz düzelmiş olur.” (Tahrîm: 4)

Resulullah Aleyhisselâm’a eziyet yapmış olmakla, kalb-i nebevî’lerini rencide etmişlerdi. Binaenaleyh bu halden dolayı kalpleri kaymıştı, düzelmesi için tevbe etmeleri gerekiyordu.

Maksat yalnız iki hanımın değil, Ezvâc-ı tâhirat iki grup halinde toplandıkları için, iki grubun hepsinin de kalplerine tembihte bulunmaktır.

“Şayet onun aleyhinde birbirinize arka çıkarsanız, hiç şüphesiz ki Allah onun Mevlâ’sıdır.” (Tahrîm: 4)

Resulullah Aleyhisselâm’a karşı birlik olup cephe kurmak sadece kendilerine zarar verir. Çünkü her şeyden önce onun sahibi ve yardımcısı Allah-u Teâlâ’dır. Hem de Ruh’ul-emin olan ve ona vahiy getiren Cebrâil Aleyhisselâm da onun yardımcısıdır. O iki hanımın babaları Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den her biri, müminlerin iyi olan her ferdi onun yardımcısıdır.

Allah-u Teâlâ Cebrâil Aleyhisselâm’ın şânını yüceltmek ve Allah katındaki makamını açıklamak için tek olarak andığı gibi; sâlih müminleri şereflendirmek ve sâlih olmanın faziletini yüceltmek için de onları meleklerden önce zikretti.

“Cebrâil de, müminlerin sâlih olanları da, bunun ardından bütün melekler de ona yardımcıdırlar.” (Tahrîm: 4)

Allah-u Teâlâ’nın, Cebrâil Aleyhisselâm’ın ve sâlih müminlerin muhabbetle yardımlarından sonra, bütün melekler de onun yardımcısıdır.

Onu bizzat kendisi koruduğu gibi, Cebrâil Aleyhisselâm ve mukarreb meleklerle koruyacağını, sâlih kullarının da canı ve malı ile yardımcı olacağını bize duyuruyor.

“Bütün melekler” ibaresinden, her meleğin ondan haberdar olduğu ve onun hakkında emir beklediği ifadesi çıkıyor.

Bütün mânevî ve maddî kuvvetlerin desteğine, sevgi ve yardımına kavuşan bir zâta karşı çıkmanın nasıl bir felâkete yol açacağını düşünerek, böyle bir durumdan bütün müminlerin erkek ve kadınları korunup sakınmalıdırlar.

Daha sonra Allah-u Teâlâ Ezvâc-ı tâhirat’ı korkutmak için şöyle buyurdu:

“Eğer o sizi boşarsa, Rabb’i ona sizden daha iyi, kendini Allah’a veren, inanan, gönülden itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bakire eşler verir.” (Tahrîm: 5)

Bu hitâb-ı ilâhî hanımlarının hepsinedir.

Onlar “Müminlerin anneleri” ünvanına sahiptirler. Resulullah Aleyhisselâm’ın sevgili ve itaatli hanımları olmaları sebebiyle yeryüzünde onların dengi olabilecek, onlardan daha hayırlı kadınların olabileceği düşünülemez. Eğer eziyet ve isyan ederler de, Resulullah Aleyhisselâm onları boşayacak olursa; o zaman bu hususiyetleri kalmaz ve onların yerine gelecek, her hususta itaat edecek, onun rızâsını ve sevgisini kazanacak olan hanımlar, onlardan daha hayırlı olmuş olurlar.

Âyet-i kerime’de: “Peygamber hanımları”nda bulunacak vasıflar öz bir şekilde ifade edilmiştir.

İlk vasıf; şirkten uzak olarak, Allah-u Teâlâ’nın birliğini ve Resulullah Aleyhisselâm’ın hakikatini kabul edip, Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emirlerine boyun eğmek, teslim olmak.

İkincisi; diliyle de söylediği gibi, kalbiyle de tasdik ederek içi dışı müslüman olmak.

Üçüncüsü; cân-u gönülden itaat etmek.

Dördüncüsü; en küçük bile olsa, kusur ve günahlardan dâima tevbe edip sakınmak.

Beşincisi; gerek farz gerekse nâfile ibadetlere devam etmek.

Altıncısı; dünya hayatını bir yolculuk bilip, geçim hususunda bir yolcu gibi olduğuna kanaat ederek oruç ve riyazeti ahlâk edinip, Allah-u Teâlâ’nın mükâfat ve cezasını düşünmek.



Resulullah Aleyhisselâm “Meşrebe” diye anılan çardakta bir ay kadar yalnız başına kaldı, sabah ve akşam yemeğini yalnız başına yedi.

Bu durumu öğrenen Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı telâşa kapıldılar, Resulullah Aleyhisselâm’ın hanımlarını boşadığını sandılar. İçlerinden bazıları Mescid’de mahzun mahzun oturuyor, küçük çakıl taşlarıyla oynayarak içlerindeki sıkıntıyı açığa vuruyorlardı, bazıları da ağlıyordu.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- izin alarak Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna girdi. Beline bir ihram bağlayıp hurma lifinden yapılmış bir hasır üzerine uzanmış olduğunu gördü, selâm verdi. Vücudundaki hasır izlerini görünce dayanamadı, ağlamaya başladı.

Resulullah Aleyhisselâm:

“Niye ağlıyorsun yâ Ömer!” diye sorduğunda:

“Yâ Resulellah! Ne diye ağlamayayım ki? Kisrâlar, Kayserler dünyanın zevk ve sefâsını sürerken, siz Allah katında en seçkin kul olduğunuz halde böyle bir hayat sürüyorsunuz!” dedi.

Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:

“Yâ Ömer! Dünya onların, ahiretin de bizim olmasına râzı değil misin?”

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: “Râzıyım!” diye cevap verdi. Daha sonra hanımlarını boşayıp boşamadığını sordu.

“Hayır boşamadım.” buyurdu.

Bu cevap karşısında: “Allahu Ekber!” demekten kendini alamadı ve: “Bütün Ashâb üzüntü içindeler, gidip de kendilerine durumu haber vereyim mi?” dedi. Resulullah Aleyhisselâm:

“Olur!” buyurdu ve mübarek simâsından üzüntüsü dağılıncaya kadar konuştu. Nihayet yüzü gülmeye başladı.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- huzur-u nebevî’den ayrılarak Mescid’in kapısına geldi ve yüksek sesle:

“Resulullah Aleyhisselâm hanımlarını boşamamıştır!” diye bağırdı.



Bir ay dolunca Resulullah Aleyhisselâm inzivadan çıkarak hanımları ile görüşmeye başladı.

Bu sırada Ahzâb sûre-i şerif’indeki ilgili Âyet-i kerime’ler nâzil oldu:

“Ey Peygamber! Hanımlarına söyle: Eğer dünya hayatını ve onun ziynetini istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerini vereyim de sizi güzellikle salıvereyim.” (Ahzâb: 28)

“Eğer Allah’ı, Peygamber’ini ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden güzel davranan hanımlara büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb: 29)

Bu hadiseye “Tahyir” adı verilir. Bir erkeğin hanımını boşanma veya yanında kalma hususunda karar vermede serbest bırakması demektir.

Bu duruma göre Resulullah Aleyhisselâm hanımlarını dünya ziyneti ile Allah ve Resul’ünü tercih etmekte serbest bırakmaya memur edilmiş bulunuyordu.

İlk olarak meseleyi Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’e açtı.

“Yâ Âişe! Sana bir şey soracağım, cevap vermekte acele etme, anne-babana sor, sonra karar ver.” buyurdu ve nâzil olan Âyet-i kerime’leri okudu. O ise derhal cevap verdi. “Yâ Resulellah! Ben bu hususta anneme babama hiç danışır mıyım? Elbette Allah’ı, Allah’ın Resul’ünü ve ahireti tercih ederim.” dedi. Diğer Ezvâc-ı tâhirat da aynı şekilde Allah ve Resul’ünü, dünya ziynetine tercih ettiler. Böylece sadâkatlerini ispat etmiş oldular.



30. ve 31. Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ Ezvâc-ı tâhirat’a bizzat hitap ederek onlara ikazlarda bulundu.

Onlar Allah ve Resul’ünü seçtikleri için, Allah-u Teâlâ da onlara böyle ikram ve lütufta bulunmuş, Resulullah Aleyhisselâm da vefatına kadar sadece bu hanımlarla evli kalmış, vefatından sonra da onlar müminlerin anneleri olarak kalmışlardı.

Onun ümmetinin nikâhlayabileceği azami hanım sayısı dört olduğu gibi, Resulullah Aleyhisselâm’ın aynı anda nikâhı altında tutabileceği hanım sayısı da dokuzdur.

Bu, hem onların şereflerini muhafaza etmek, hem de yaptıkları tercihlerine ve rızâlarına bir mükâfat olmak üzere verilmiş bir hükümdür.
_______________________________________________________________
TAHRÎM SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2

ÇOCUK TERBİYESİ

Büyük Sorumluluk:

İslâm’da kişinin çocuk sahibi olması, büyük sorumluluk gerektiren bir durumdur. Nitekim ana-baba ile çocuk arasındaki münasebet hem ahlâkî hem de hukukî yönden belli esaslara bağlanmıştır. Durum böyle olunca çocuğun varlığı ciddiye alınmalı, iyi bir insan ve samimi bir müslüman olarak yetişmesi için her türlü gayret ve fedakârlık gösterilmelidir. Çocuğun dünya saâdetini ahiret selâmetini gözetmek, onu dünyaya getiren insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir husustur. İslâmiyet bu hususta birinci derecede babayı sorumlu tutar.

İşte bunun içindir ki çocuğumuz daha doğarken İslâm terbiyesini uygulamaya başlamak gerekmektedir.

Çocukların ahkâma uygun olarak yetiştirilmeleri ilâhî bir emirdir:

“Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (Tahrîm: 6)

Ateşin taşla tutuşturulması, hararetinin fazlalığındandır.

İnsan bu ilâhî emir ile mükellef olduğu gibi, evlâd-u ıyâlini bu emre tâbi tutmakla mükelleftir. Aksi halde mesuldür.

Bu ise ancak ilâhî emirleri bizzat yapmakla, yasaklardan öncelikle kendisi sakınmakla ve böylece âilesine güzel numune olmakla mümkündür.

Âile efrâdının cehennem ateşine sürüklenmelerine sebep olacak fitne ve isyandan koruyarak Allah-u Teâlâ’nın emirlerine itaat yoluna götürür. Çünkü âile reisi kendisinden sorumlu olduğu gibi âilesinden ve çocuklarından da sorumludur.

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Erkek âile fertlerinin muhafızı durumundadır ve onların hukukundan sorumludur.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 487 - Müslim: 1829)

Müslümanların gerek kendilerine ve gerekse âilesine karşı mükellefiyetleri çok ağırdır. Anne de bu sorumluluğa ortaktır, âilenin iç düzeniyle birlikte çocukların bakımı ve yetiştirilmesi onun sorumluluk dâiresine girmektedir.

Çocuğun en mükemmel bir şekilde yetişmesi ve:

“Onlar Rabb’lerine inanmış gençlerdi.” (Kehf: 13)

Âyet-i kerime’sinde belirtilen imanlı gençlerden olması için ana-babanın bütün imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun dünya saâdeti ve ahiret selâmetini hedef alan böyle bir terbiye, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından ana-babanın çocuğuna bırakacağı “En güzel miras” olarak vasıflandırılmıştır.

Saîd bin Âs -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“Hiçbir baba evlâdına güzel edep ve terbiyeden daha değerli ve üstün bir miras bırakamaz.” (Tirmizî: 1953)

Bir baba için en önemli vazife, çocuklarının terbiyesini hakkıyla yerine getirmektir.

Çocuk eğitmek zor ve sabır gerektiren bir iştir. Çocukların üzerine titremek gerekiyor. Güç bir vazife olmakla birlikte, her müslüman çocuklarını koruyup kollamak mecburiyetindedir.

Zebaniler:

Cehennemde son derece sert tabiatlı, güçlü-kuvvetli ve sayılamayacak miktarda merhametsiz zebaniler bulunur, azaplara nezaret ederler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Biz de zebânileri çağıracağız!” buyuruyor. (Alâk: 18)

Allah-u Teâlâ onlara ne emrederse ona koşarlar, bir göz kırpması kadar bile emr-i ilâhiden geri durmazlar. Hiç bir emri sonraya bırakmazlar, hemen ifaya çalışırlar.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Onun başında pek haşin, pek şiddetli, Allah’ın kendilerine verdiği emirlere baş kaldırmayan, emredildikleri şeyi yapan melekler vardır.” (Tahrîm: 6)

Haşin tabiatları azabın tabiatına uygundur. Bu haşin tabiatları sebebiyle, o şiddetli ateşin içinde azap yapmakla vazifelendirilmişlerdir. İşkence işlerini onlar tanzim etmektedirler. Onların bir adı da “Hazene-i cehennem”dir ki, cehennem bekçileri demektir.

Mümin sûre-i şerif’inin 47. ve 48. Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurulduğu üzere; cehennemlikler birbirlerine yaptıkları çağrının bir sonuç vermemesi üzerine bir fayda göremeyeceklerini anlayınca cehennem bekçilerine yönelirler. Dünya günü ile bir gün bile olsa azaplarının hafifletilmesi için Rabb’lerine talepte bulunuvermelerini onlardan isterler. Fakat zebaniler onların bu isteklerini kınayarak ve azarlayarak reddederler.

Zebanilerin yapıları son derece ürkütücü bir görünümde, şiddet ve kesafettedir. Gözleri yıldırım gibi, dişleri demir gibidir, ağızlarından ateş yalınları çıkar.

Onlar sadece suçluya verilen cezayı uygularlar. Kâfirlere karşı içlerinden merhamet duygusu silinmiştir, hiç kimseye zerre miktarı acımazlar. Çünkü onlar gazaptan yaratılmışlardır. İnsanoğluna nasıl yemek ve içmek sevdirilmişse, onlara da suçlulara işkence etmek sevdirilmiştir.

Cehenneme nezaret eden, cehennemi beklemekle vazifeli melekler de vardır. Bunlar zebanilerin öncüleridir. Bunların başkanları da “Mâlik”dir ve “Cehennem muhafızı” olarak anılmaktadır.



Allah-u Teâlâ imansız olarak ömür tüketip küfür üzere ölenlere ahirette söylenecek sözleri Âyet-i kerime’sinde haber vermektedir.

Cehenneme atılacakları gün onlara şöyle denilir:

“Ey kâfirler! Bugün özür dilemeyin. Çünkü siz ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz.” (Tahrîm: 7)

Çünkü bugün özür beyan etmenin hiçbir faydası yoktur. Bugün özür dilenecek gün değildir, azgınlıklarınızın cezasının verileceği gündür. Allah size zulmetmedi, siz kendi ellerinizle kendinizi ateşe attınız.

Tevbeye Dâvet:

Allah-u Teâlâ elde fırsat dilde ruhsat varken, ecel kapıyı çalmadan evvel kullarını tevbe ve istiğfara dâvet etmektedir:

“Ey inananlar! Yürekten samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabb’iniz sizin kötülüklerinizi örter.” (Tahrîm: 8)

Allah-u Teâlâ samimiyetle tevbe edenlerin tevbelerini kabul buyuracağını vaad etmektedir. Tevbeleri kabul buyurmak ilâhî bir lütuftur. Kötülüklerden vazgeçen, bir daha o hudutları aşmamaya azmeden ve tevbe etmek isteyen insanlara karşı tevbe kapısını açık bırakmaktadır.

Allah-u Teâlâ Afüvv’dür, affı çok boldur, günahları çokça bağışlar. Engin merhameti ile yaptığı hatalardan pişmanlık duyanların, günahlardan vazgeçip samimiyetle Hakk’a dönenlerin, lütuf ve keremiyle tevbelerini kabul eder. Dilediğinin büyük olsun küçük olsun günahlarını bağışlar. Günahların izlerini tamamen yok eder, Kirâmen kâtibîn meleklerinin kayıtlarını sildirir. Kıyamet günü bu günahlardan dolayı hesap sormaz, mahçup olmasınlar diye kullarına unutturur, günah yerine sevap yazar.

Günahlar ne kadar büyük olsalar dahi, O’nun bağışlamasının daha büyük olduğu bilinmelidir.

İtaatkârlara Yapılan En Büyük İhsan:

Allah-u Teâlâ kıyamet gününde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ve beraberindeki müminlere ikram ve ihsanların en büyüğünü yaparak taltif eder, onları mahçup edip rüsvaylığa sürüklemez.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“O gün Allah Peygamber’ini ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek, utandırmayacak.” (Tahrîm: 8)

Zira Allah-u Teâlâ’nın vaad-i Sübhânî’si vardır. Günahları olsa bile onları örtecek ve affedecek, yüzlerini aslâ kara çıkarmayacak. Çünkü onlar o nurlu Peygamber’e uymuşlar ve o nur izinde yürümüşlerdir.

“Nurları önlerinde ve sağlarında koşup parlayacak.” (Tahrîm: 8)

O nur onları cennete götüren yollarını aydınlatacak.

Gece ceryanlar kesildiği zaman insan karanlıkta kalıyor, gideceği yeri de bilemiyor bulamıyor. Mahşer karanlığını bir tasavvur buyurun. Ancak nur ihsan ettiği kimse, o nur ışığı ile önünü görür, yolunu bulur, gideceği yere gider. Nuru olmayanlar nereye gidecek?

Onları Peygamber’ine bağlayarak herkesin başının derdine düşüp perişan olduğu o günde bu şerefe erdirmesi, gerçekten de son derece imrendirici bir lütuftur.

Kendilerinden başka kimselerin yürekler acısı durumlarını görünce şöyle derler:

“Ey Rabb’imiz! Nurumuzu tamamla ve bizi bağışla. Şüphesiz ki sen her şeye kâdirsin.” (Tahrîm: 8)

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- buyurur ki:

“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in duâlarından birisi de şu idi:

“Allah’ım! Kalbimde bir nur kıl, gözümde bir nur kıl, kulağımda bir nur kıl, sağımda bir nur, solumda bir nur, üstümde bir nur, altımda bir nur, önümde bir nur, arkamda bir nur kıl. Beni nur eyle!” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 2146)

Cihadın Ruhu:

Allah-u Teâlâ İslâm’ın en azılı düşmanı olan kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad etmeyi müminlere emir buyurmuştur:

“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et!” (Tahrîm: 9 - Tevbe: 73)

Bu Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki; “Cihad etmek” kelimesi “Savaşmak” kelimesinden daha geniş muhtevalı ve daha şümullüdür. Zira münâfıklar gizli kâfir oldukları için diğer açık kâfirler gibi savaş şeklinde bir cihad bahis mevzuu değildir.

Gerek alenen cephe alan kâfirlerin ve gerekse gizlice cephe alan münafıkların İslâm’ı tehdit bakımından farkları yoktur. Her iki zümre de müslümanları parçalayıp yıkmak hususunda aynı derecede tehlike arzetmektedirler.

Münâfıklara karşı açılacak cihad; delil ortaya koymak, belgeleri açıklamak, içlerindeki kötü niyetleri teşhir etmek, ikiyüzlülüklerini ve dönekliklerini su yüzüne çıkarmak demektir.

Cehennemden korunabilmek için cihad zaruridir.

“Onlara karşı sert davran!” (Tahrîm: 9 - Tevbe: 73)

Bu her iki cepheye karşı katı muamele et, şiddet göster, sert sözler söyle. Aslâ yumuşak davranma ki azimleri kırılsın, alçaldıkça alçalsınlar.

“Onların varacağı yer cehennemdir.” (Tahrîm: 9 - Tevbe: 73)

Orası onların son duraklarıdır, orada sonsuz olarak kalacaklardır.

“O gidilecek yer ne kötüdür!” (Tahrîm: 9 - Tevbe: 73)

Öyle uğursuz bir gidiş ki, bunun ötesinde bir kötü gidiş olamaz.

İki Kâfire kadın:

Nuh Aleyhisselâm’ın karısı ile Lut Aleyhisselâm’ın karısı, hakkında hüküm geçmiş olan nasipsizlerden idiler. Her ikisi de sâlih kocalarını değil, kâfirler tarafını tutmuşlardı.

Âyet- i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Allah, inkâr edenlere Nuh’un karısı ile Lut’un karısını misal gösterir. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kulun nikahı altında iken onlara hâinlik ettiler.” (Tahrîm: 10)

Gece gündüz o iki peygamberin yanında onlarla birlikte yiyip içtikleri, en ileri derecede onlarla beraber bulundukları halde küfür ve nifakta ihanet ettiler. İman hususunda onlara uygun bir tavır takınmadılar.

Halbuki her ikisi de büyük bir nimet içindeydiler. Allah-u Teâlâ’nın iki sevgili kulu ve peygamberinin zevcesi olmuşlardı. Fakat bu ihanetleri ile bu nimeti ellerinden kaçırmışlardı.

“Kocaları da Allah’tan gelen azabı onlardan savamadı.” (Tahrîm: 10)

İlâhî azaba karşı o kadınlara herhangi bir faydası olmadı.

Gerçi Lut Aleyhisselâm’ın karısı, kavmi gibi o fuhşiyatı bizzat işlemiş değildi, fakat Lut Aleyhisselâm’a gelen misafirleri kavmine haber vermekle ihanet ettiği için, bağlı kaldığı cânilerle birlikte helâk olup gitmiştir. Çünkü küfre rıza küfür, masiyete rızâ masiyettir.

“O iki kadına: ‘Cehenneme girenlerle beraber siz de girin!’ denildi.” (Tahrîm: 10)

Nuh Aleyhisselâm’ın karısı da bu aziz peygamberin getirdiği dini kabul etmemiş, din düşmanları ile işbirliği yapmıştı. Neticede de boğulanlarla beraber o da boğulmuştu. Ahirette ise Allah dostlarının yakınları olmayan diğer kâfirlerle beraber cehenneme girecektir.

Hazret-i Meryem:

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Irzını korumuş olan İmran kızı Meryem de bir misaldir.” (Tahrîm: 12)

Hazret-i Meryem Kur’an-ı kerim’de kendi adı ile yedi defa zikredilmiş, başka hiçbir kadın ismen anılmamıştır. Allah-u Teâlâ ona verilen dünya ve ahiret kerametini ve onun bütün âlemlerin kadınları üzerindeki seçkinliğini misal göstermiştir.

“Biz ona ruhumuzdan üflemiştik.” (Tahrîm: 12)

Üflemek, Kuddüs olan Allah-u Teâlâ’nın emriyle Ruh’ul-kudüs’tendir. Ona İsa Aleyhisselâm Cebrâil Aleyhisselâm’dan bir kelime üfürülür gibi, Allah tarafından üfürülmüştür. Allah-u Teâlâ onu şereflendirmek için ruhu zâtına izafe etmiştir.

“Rabb’inin sözlerini ve kitaplarını tasdik etmişti.” (Tahrîm: 12)

Hazret-i Meryem onlara inanmış olduğu gibi, bu şekilde İsa Aleyhisselâm’a hamile kalarak Allah-u Teâlâ’nın dilediğini yaratıcı olduğunu anlatan mucizelerle ilgili vahiy haberlerini doğru çıkarmıştı.

“O bize gönülden itaat edenlerdendi.” (Tahrîm: 12)

Taate devam edenler arasında olduğu gibi, itaat eden sâlih kişilerin neslindendir.

Hem kendi zamanlarının hem de kendilerinden sonraki zamanların insanlarına büyük bir ibrettirler.

ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
 
Üst