Şakk-ı Kamer Mucizesi

kurtuluş

KF Ailesinden
Özel Üye
HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm

Şakk-ı Kamer Mucizesi

Her peygamberden bir takım olağanüstü şeyler istenmiş, akla gelmedik mucizeler beklenmiştir. Şu kadar var ki bu mucize isteyen sapıkların çoğu, istedikleri mucize gösterildiğinde yine inanmamış ve peygamberlerini sihirbazlıkla suçlamışlardır.

Nitekim Mekkeli müşrikler de sırf alay olsun diye zaman zaman bir takım mucizeler istemekten geri kalmamışlar, Resulullah Aleyhisselâm'ı küçük düşürmek için bu yolu seçmişlerdir.

"Hiçbir peygamber Allah'ın izni olmadan herhangi bir âyeti (mucizeyi) kendiliğinden getiremez. Allah'ın emri gelince de hak ile hükmolunur ve bâtılı seçenler o zaman hüsrana uğrarlar." (Mümin: 78)

Hicretten beş yıl kadar önce idi. Kureyş'in Ebu Cehil gibi, Velid bin Muğire, Âs bin Vâil gibi, Nadr bin Hâris gibi ileri gelenlerinden bazıları Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e: "Eğer sen gerçekten peygamber isen ayı ikiye ayır." dediler. "Eğer bunu yaparsam iman eder misiniz?" diye sordu. "Evet iman ederiz." dediler.

Bunun üzerine ayın bedir halinde iyice göründüğü, yeni yeni yükseldiği bir gece Allah-u Teâlâ'ya sığınarak aya şehâdet parmağı ile işaret etti. Ay derhal ikiye ayrıldı, yarısı Safâ tepesi üzerinde, diğer yarısı da Safâ'nın mukabilinde olan Kaykaân tepesi üzerinde göründü, sonra tekrar eski vaziyetini aldı.

Resulullah Aleyhisselâm orada bulunanlara bu manzarayı işaret ederek:

"Şâhid olunuz!.. Şâhid olunuz!.." diye seslendi. (Müslim: 2800)

Fakat müşrikler bu apaçık mucizeyi gözleriyle gördükleri ve hayretler içinde kaldıkları halde inat ve inkârlarından vazgeçmediler. "Muhammed bizi büyüledi, sihir yaptı." dediler. "Ayı büyüledi ve ay yarıldı." diyenler de oldu. İçlerinden bazıları da: "Muhammed bizi sihirledi ise bütün insanları da sihirleyemez ya!" dediler. O sırada seyahatten dönenler olmuştu. Onlara sordular, "Evet ay'ı biz de iki parçaya ayrılmış bir halde gördük." diye cevap verdiler. Her taraftan gelenlerden ayın ikiye ayrıldığını görüp de haber vermeyen bir kimse kalmadı.

Buna rağmen müşrikler: "Ebu Tâlib'in yetiminin sihri semaya da tesir etti." diyerek: "İman ederiz." vâdinde bulundukları halde imandan yine yüz çevirdiler. Sapıklıklarında devam ettiler.

Resulullah Aleyhisselâm'ın bu en parlak mucizesini inkâr etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerini inzâl ederek şöyle buyurdu:

"Kıyamet saati yaklaştı ve ay yarıldı." (Kamer: 1)

Müminlere sevabın, kâfirlere cezânın vaad edildiği kıyamet vakti günden güne yaklaşmaktadır. Son peygamber Muhammed Aleyhisselâm'ın en parlak mucizelerinden olan ayın yarılması mucizesi meydana geldi.

Bu mucize yalanlamaya imkân bırakmayacak şekilde fiilen vuku bulmuştur. Eğer müşrikler yalanlamaya bir yol bulabilselerdi mutlaka yalanlayacaklardı. Halbuki onlar ancak: "Büyülendik!" diyebildiler.

Bu mucize mütevatirdir. Kur'an-ı kerim'de delili mevcuttur. Buhârî, Müslim ve diğer sahih Hadis kitaplarında muhtelif rivayetler bulunmaktadır.

"Onlar bir mucize görseler, hemen yüz çevirirler ve: 'Eskiden beri devam edegelen bir büyüdür.' derler." (Kamer: 2)

Hiçbir delili, hiçbir mucizeyi nazar-ı itibara almıyorlar da büyü deyip geçiyorlar. Halbuki büyü her ne suretle olursa olsun bâtıl olacağından, onların böyle söylemeleri şaşkınlıkla bir nevi tenakuza düşmüş olduklarını göstermektedir.

"Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular." (Kamer: 3)

Bir şey bildiklerinden veya bir delile dayandıklarından değil de, keyiflerine ve nefislerinin isteklerine uydukları için yalanladılar. Şeytanın kendilerine süslü gösterdiği bâtıl yollara saptılar. Meydana gelen hadisedeki gerçeğin lüzumunu hesaba katmadılar.

"Halbuki her iş kararlaşmıştır." (Kamer: 3)

Bütün işler bir hedefe ulaşmaktadır. O hedefte mutlaka karar kılacaktır. Her şey yerinde ve zamanındadır. Dünyada olsun ahirette olsun, iyi olsun kötü olsun, bütün neticeler bu şekilde ortaya çıkar.

Bu böyle olduğuna göre Resulullah Aleyhisselâm'ın hakikat ve yüceliği, şan ve şerefi zuhur edecek; karşı çıkanların gaye ve maksatları da günü gelince ortaya çıkacaktır.

"Andolsun ki, onları bu hallerinden vazgeçirecek nice mühim haberler gelmiştir." (Kamer: 4)

Geçmiş nesillerin haberlerinin yer aldığı Kur'an-ı kerim'de kâfirleri küfürlerinden vazgeçirecek buyruklar gelmiş bulunmaktadır.

"O haberlerde hikmetin en üstünü vardır. Fakat uyarılar aslâ fayda vermiyor." (Kamer: 5)

Aklını kullanan ve düşünen kimseler için Kur'an-ı kerim'de bulunan hikmetin ulaştığı dereceye hangi hikmet ulaşabilir? Fakat Kelâmullah'ı dinlemeye karşı kulaklarını kapayanlara hiçbir uyarının ve tehdidin faydası dokunmuyor. Böyle bir kimseyi Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse hidayete erdiremez.

"O halde sen de onlardan yüz çevir." (Kamer: 6)

Çünkü onlar hakikate kulaklarını tıkamışlar, verilen öğütleri dinlemek istemiyorlar.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Kendilerine öğüt verildiği zaman öğüt almazlar. Bir âyet (mucize) gördüklerinde alaya kalkışırlar. Ve derler ki: Bu apaçık bir büyüdür." (Sâffât: 13-15)

İnkârlarını böyle bâtıl bir iddiâ ile kuvvetlendirmek isterler.



İran-Bizans Savaşı:

İslâm'ın intişârı sıralarında Doğu Roma ile İran, dünyanın en büyük devletleriydi. Nübüvvetin beşinci yılında, Hıristiyan olan Romalılarla Mecûsî olan İranlılar birbirleriyle kanlı bir savaşa girişmişler ve İranlılar üstün gelmişlerdi. Rumlara iki koldan saldırmışlar, Rum kuvvetlerini denize dökünceye kadar takip etmişler, Suriye'deki bütün mukaddes şehirleri zaptetmişler, Filistin ve Kudüs'ü ele geçirmişlerdi. İstilâ ettikleri yerlerdeki bütün kiliseler yıkılmış, bütün dini binalar tahrip edilip kirletilmişti. İranlılara katılan yahudiler, binlerce hıristiyanı kılıçtan geçirdiler.


Bu istilâ tufanı Mısır'ı da basmış, İran orduları bir taraftan Nil vâdisini işgal ederek İskenderiye'ye ulaşmışlar, diğer taraftan bütün Anadolu'yu ele geçirerek İstanbul'un boğaziçi sahillerine kadar gelmişlerdi. İstanbul Doğu Roma İmparatorluğu'nun başşehri durumunda idi. Hatta imparator, İstanbul'u terkederek Kartaca'ya kaçmayı bile aklında kurmuştu.

İranlılar girdikleri her yerde ateşgedeler meydana getiriyorlar, böylece de hıristiyanlığın çıktığı yerlerde ateşperestliği yaymaya çalışıyorlardı.

Romalıların bu yenilgisi karşısında kendisine tâbi bulunan birçok memleketler isyan etmişler, bu devletin hakimiyetinden çıkmışlar, imparatorluk darmadağınık olmuştu. İç isyanlar başlamış, ordu dağılmış, hazine boşalmıştı.

İranlılar bu savaşa Mecûsîlikle Hıristiyanlık arasındaki üstünlük mücadelesi havası vermişler ve bunu siyasi bir fetihten daha çok Mecûsîliği yayma aracı olarak görmüşlerdi. Kudüs'ün fethinden sonra Hüsrev Perviz, İmparator Herakliyus'a yazdığı mektupta, bu zaferi Mecûsîliğin hak olduğunun bir delili olarak kabul ettiğini belirtmiştir.

İranlıların galip kumandanları, zaferin verdiği sarhoşlukla şöyle bir barış teklifi yaptılar.

İmparator İranlılar tarafından istenecek her şeyi verecektir. Bu cümleden olarak bin yük altın, bin yük gümüş, bin yük ipek, bin at, bin kadın teslim edecektir.

Rum imparatorluğu bütün bu aşağılayıcı şartları kabul etmiş, bu esaslar üzerinde barışı görüşecek bir heyet göndermişlerdi.

Heyet İranlıların yanına vardıkları zaman Hüsrev şu sözleri söyledi:

"Bizzat imparator Herakliyus karşıma zincirler içinde gelerek, asılıp çarmıha gerilmiş olan ilâhına karşılık ateşe ve güneşe tapmalıdır."

Bu yenilgi işte böyle bir yenilgiydi. Böyle bir çöküş içinde Rumların birkaç yıl içinde canlanıp yeniden toparlanacaklarına ve galip geleceklerine kesinlikle hüküm vermek şöyle dursun, ihtimal vermek bile havsalaya sığacak bir şey değildi.



Rumların bu bir daha kımıldayamayacak şekilde hezimete uğraması Mekke'de duyulunca, müşrikler çok sevindiler ve müslümanlara: "Siz ve hıristiyanlar ehl-i kitapsınız. Biz ve İranlılar ise kitapsız ümmîleriz. İranlı kardeşlerimiz sizin Rum kardeşlerinize gâlip geldiler. Biz de sizinle savaşacak olursak sizi mağlup ederiz." gibi şımarıkça sözler söylemeye başladılar.

Rumların mağlubiyet haberine Resulullah Aleyhisselâm da, müslümanlar da üzülmüşlerdi. Çünkü Rumlar ehl-i kitap, İranlılar ise mecûsî idi, ateşe tapıyorlardı. Bu sebeple tabii olarak Rumların tarafını tutuyor, ateşperestlerin hakim olmasını istemiyorlar, Rumların üstün gelmesini arzu ediyorlardı.

Allah-u Teâlâ inzâl buyurduğu Âyet-i kerime'lerle, Rumların İranlıları birkaç yıl sonra mağlup edeceğini haber vererek müminlerin üzülmesine gerek olmadığını hatırlattı:

"Elif Lâm Mim. Arzın size en yakın bir yerinde Rumlar mağlup oldular. Amma onlar bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde mutlaka gâlip geleceklerdir." (Rûm: 1-4)

Diğer bir savaş neticesinde o mağlubiyetlerinin intikamını alacaklardır.

Nitekim Kitab-ı ilâhî'nin bu haberi hiç umulmayan bir zamanda tahakkuk etti. Rumlar İranlıların işgal ettikleri yerleri kurtararak düşmanlarını Dicle ve Fırat'ın gerilerine attılar. Zerdüşt'ün doğum yerini harap edip İran'ın en büyük ateş tapınağını yerle bir ettiler.

Rumların mağlubiyetine üzülenlerden birisi de Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- idi. Âyet-i kerime'ler nâzil olunca çok sevindi. Allah-u Teâlâ'nın gerçek vaadine inanmanın verdiği cesaretle müşriklere: "Allah sizin sevincinizi fazla sürdürmeyecek. Çünkü O, birkaç sene içinde Rumların tekrar galip geleceğini haber verdi." diyerek bu tebşiri teşhir etti. Onlar ise buna imkân tasavvur edemiyorlardı. Böyle bir şey olacağını havsalasına sığdıramayan Ubey bin Halef bahse girişmeyi teklif etti. Kumar henüz o yıllarda haram kılınmamıştı. Üç yıl içinde Rumların galip gelip gelemeyeceği hususunda on deve üzerine bahse girdiler. Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- durumu arzettiğinde Resulullah Aleyhisselâm; Âyet-i kerime'de geçen ve "Birkaç sene" mânâsına gelen "Bid'" sözünün üç ile dokuz sene arasındaki bir süreyi ifade ettiğini, bu sebeple süreyi de deve sayısını da üç katına çıkarmayı teklif etti. Bu sefer süreyi dokuz seneye, deve sayısını da yüze çıkararak bahsi yenilediler.



Nitekim mağlubiyetlerinden dokuz yıl sonra Bizanslılar beklenmedik bir şekilde kalkınarak 624 yılında İran'a girdiler ve düşmanlarını müthiş bir bozguna uğrattılar. Buna da müslümanlar sevindi, müşrikler ise son derece üzüldü.

Rumların İranlıları kısa bir zaman içinde mağlup edeceklerine dair Kur'an-ı kerim'in haber verdiği mucizenin gerçekleştiğini gören birkaç Mekkeli, müslüman oldular.

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- de, Ubey'in vârislerinden bahiste kazandığı develeri aldı ve Resulullah Aleyhisselâm'ın tavsiyesi üzerine fakirlere dağıttı.

Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'lerin devamında şöyle buyuruluyor:

"Eninde sonunda emir Allah'ındır." (Rûm: 4)

Hüküm her zaman için Allah-u Teâlâ'ya âittir. Rumlar galip gelecekler diye, ondan sonra emir ve irade Rumlarda olacak zannedilmesin. Onlar galip gelmezden önce hakimiyet ne onların ne de İranlıların olmayıp Hakk'ın olduğu gibi, onların galip gelmesinden sonra yine Hakk'ındır. O, önce onları mağlup ettiği gibi, sonra da eder. Galibiyet ve mağlubiyetten hiçbiri O'nun hükmünün dışında değildir. O'nun yücelttiği yücelir, alçalttığı alçalır. O'nun emir ve iradesini kayıt altına alacak, sınırlandıracak hiç kimse yoktur.

"O gün müminler de Allah'ın yardımı ile sevineceklerdir." (Rûm: 4-5)

Allah-u Teâlâ'nın Rumların galip geleceğine dâir ilâhî vaadi gerçekleştiğinde müminler sevindiler.

Ehl-i kitap'tan olan Rumlar ateşperest İranlılara galip gelirken diğer taraftan da aynı yıl müslümanlar Allah-u Teâlâ'nın yardımıyla Bedir'de müşriklere karşı zafer elde ettiler. Hususiyetle kendilerini galip kılan bu ilâhî yardım karşısında daha çok sevindiler. Bu bakımdan Âyet-i kerime'nin bu sevinç gününü gösteren mucizesi, Rumların galibiyetini haber veren mucizesinden daha büyük bir şerefe hâizdir.



Böyle iken birçok kimseler bu hakikatten mahrumdurlar.

"Allah dilediğine yardım eder. O Azîz'dir, çok merhametlidir." (Rûm: 5)

O'nun yardımı sebeplere bağlı değil, sebepler O'nun iradesine bağlıdır. Her şey O'ndan gelmekte ve O'na gitmektedir.

Zafer insanların kendi zâtî güçlerinden doğan bir şey olsaydı, istenildiği zaman elde edilirdi. Aynı şekilde yenilgi de insanların zâtî bir zaaflarından dolayı husule gelen bir şey olsaydı, yine düşmanların istedikleri zamanda elde edilen bir şey olurdu. O kime dilerse ona yardım eder. O Azîz'dir, dostlarını da azîz kılar, güçlendirir, kuvvet ve kudretiyle onları takviye eder.

"Bu Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden aslâ caymaz. Amma insanların çoğu bilmezler." (Rûm: 6)

Cehâlet ve dalâletlerinden, tefekkürden mahrumiyetlerinden dolayı Allah-u Teâlâ'nın vaadinin kıymetini ve kesinliğini takdir edemezler. O'nun verdiği sağlam sözün bozulması mümkün değildir.

"Bu eser, Pakistan Devleti tarafından 1997 yılında düzenlenen Dünya Sîret yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüş ve Muhterem Müellif'e bir liyakat belgesi verilmiştir."

ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
 
Son düzenleme:
Üst