Hilfül-fudûl

kurtuluş

KF Ailesinden
Özel Üye
HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm

Hilfül-fudûl

İlâhî Muhafaza 2:
Çocukluk çağını amcasının şefkat kanadı altında geçirdi. Ebu Tâlib yeğenine gerçekten hâmilik yapıyor, onu câhiliyet devrinin kötülüklerine bulaştırmamak için olanca titizliği gösteriyordu. Zaten Allah-u Teâlâ onu her türlü kötülüklerden nefret duyacak şekilde yaratmış, her iyiliği her üstün meziyeti onda toplamıştı. Bunun içindir ki daha çok “El-emin” diye anılır, diğer adı ile pek anılmazdı.

Hayatında hiç içki içmemiştir. Hiçbir zaman putlara tapmadığı gibi, putlar için yapılan törenlere ve bayramlara katılmaktan da kaçınmıştır. Putlar için kurban edilen ve putların adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden de yemezdi.

Kureyş müşrikleri Büvâne putunun yanında yılda bir gün toplanırlar, ona tâzim için büyük bir tören yaparlardı. Ebu Tâlib de âdet üzere âilesi ile birlikte oraya giderdi. Resulullah Aleyhisselâm ise her yıl bu bayrama katılmamak için bir mâzeret bulurdu. Gerek Ebu Tâlib gerekse halaları onun bu durumunu yadırgarlar, aralarında bir gerginlik olurdu. Bir defasında götürmek için öyle ısrar ettiler ki, yanlarına düşüp gitmek zorunda kaldı. Pek az bir zaman geçince ortadan kayboldu, sonra korkudan benzi sararmış ve titrer bir halde yanlarına geldi. Gördüğü acâip kişilerin bu putperest bayramına katılmayı kendisine yasak ettiklerini anlattı. Bundan sonra da hiçbir zaman onların bayramlarına ve törenlerine katılmamıştır.

Gençliğinde boş eğlencelere katılmaktan alıkonduğu da olurdu. O günlere âit bir hatırasını bizzat kendileri anlatıyorlar:

“Câhiliyet döneminde diğer insanların yaptıkları kötü işlere sadece iki defa meylettim. Fakat Allah her ikisinde de beni korudu, bundan sonra kötü fikirler aklıma bile gelmedi.

Bir defasında gece idi, Mekke’nin yukarı taraflarında Kureyş’ten bir gençle koyunlarımızı otlatıyorduk. Arkadaşıma: ‘Koyunlarıma göz kulak olursan, ben de gideyim, diğer gençlerin katıldığı gece hayatına bir bakayım nasıl oluyor?’ dedim. Arkadaşım râzı oldu. Derken şehre yöneldim. Rastladığım ilk evden def ve şarkı sesleri işittim. ‘Ne oluyor?’ diye sordum. ‘Düğün var!’ dediler. Oturup onlara bakmaya başladım. Derken Allah kulaklarımı tıkadı, hemen sonra öyle bir uyku bastı ki uyuya kaldım. Tâ ki sabah oldu, güneşin ışıkları gözüme vurunca uyanabildim. Geri döndüğümde arkadaşıma durumu anlattım.

Başka bir gece arkadaşıma yine şehre inmek istediğimi söyledim. O da: ‘Olur, dilediğini yap!’ dedi, ben de Mekke yolunu tuttum. Şehre girdiğim zaman aynı sesleri işittim, hemen oraya çöküp bakmaya başladım. Derken Allah kulaklarımı tıkadı, yine uyuya kaldım ve yine sabahladım. Beni ancak güneşin sıcaklığı uyandırabildi. Arkadaşımın yanına döndüğümde başımdan geçeni ona anlattım.

Ve bundan sonra Allah beni peygamberlikle şereflendirinceye kadar böyle şeylerle hiç ilgilenmedim.”
(Beyhakî)

Peygamberlik verildikten sonra, birkaç kişi dışında herkesin kendisine azılı düşman olduğu bir çevrede aleyhine tezgâhlanan her türlü tuzak ve plânlara rağmen, hayatının korunması başlıbaşına bir mucizedir.

Nitekim Allah-u Teâlâ’nın şu ilâhî hitabına mazhar olmuştu:

“Allah seni insanlardan koruyacaktır.” (Mâide: 67)



Yemen Seyahati:

On yedi yaşlarında bulunduğu yıllarda bir defasında da amcaları Zübeyr ve Abbas ile, Kureyşliler’in ticaret kafilesine katılarak Yemen’e gidip gelmiştir.

Bu ticarî seyahatler onun üzerinde derin izler bıraktı. Çeşitli muhitleri gezip görüyor, çeşitli insanlarla karşılaşıyordu.

Daha sonraları Sâip gibi, onun oğlu Abdullah gibi bazı kimselerle ticaret ortaklığı yapmaya başlayınca, çocukluğundan beri taşıdığı meziyet ve kabiliyetlerinden herkes haberdar oldu. Ticaret alanındaki çalışmalarında doğruluğu ve dürüstlüğü ile dikkatleri üzerine çekmeye başladı. Bu yüzden kendisine güvenilir kişi mânâsında “El-emin” lâkabı verilmişti. Ticaret hususunda hatır gönül dinlemez, kimsenin hakkını yemez, emanete hıyanet etmez, hile yapmaz, verdiği sözde durur, iş ortaklarına karşı vefakâr davranırdı.

Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- işte bu sıralarda onu tanıyarak ticaretine ortak etmiştir.

Peygamberlikle görevlendirildikten sonra Allah-u Teâlâ onun dâvet vazifesine halel getirecek, menfi yönde etki edecek şeylerden kendisini korumuş; ticaret vasıtasıyla kimseye muhtaç olmayacak şekilde kazanç elde etme yollarını kolaylaştırmıştı.

Şu bir gerçektir ki, bir dâvetin sahibi geçimini halkın verdiği bağış ve hediyelere bağladığı sürece dâvâsında muvaffak olamaz. Hiç kimseye minnet borcu olmayan Resulullah Aleyhisselâm, geçimini bağış kabul etmeyen ilâhî bir kaynağa dayamış bulunuyordu.



Ficâr Savaşları:

Câhiliyet devrinde Arap kabileleri arasında çeşitli sebeplerle iç savaşların ardı arkası kesilmezdi. Yalnız Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarında savaşmak haram sayılırdı. Eğer bu dört ayda savaş yapılacak olursa, fâcirane olduğu için ficâr savaşı adını alırdı.

Müşrik Araplar sırf menfaatleri doğrultusunda, İslâm’dan bir süre önce Muharrem ayını kendi arzularına göre helâl kılmışlar ve bu ayın haramlığını Sefer ayına ertelemişlerdi. Böylelikle onlar haram ayı helâl, helâl olan ayı da haram kıldılar.

Allah-u Teâlâ onların hidayetten mahrum kalacaklarını Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:

“Haram ayları geciktirmek, küfrü artırmaktan başka bir şey değildir. Çünkü onunla kâfir olanlar saptırılır. Bunu bir yıl helâl, bir yıl da haram sayarlar ki, Allah’ın haram kıldığına sayıca uysunlar da Allah’ın haram ettiğini helâl kılmış olsunlar. Onların kötü işleri kendilerine güzel gösterildi.

Allah kâfirler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Tevbe: 37)

Onların bu işleri küfürde bir artıştır. Allah-u Teâlâ’nın bu husustaki emrini dinlememek, küfür üzerine küfürdür. Onların sapıklıkları durmadan artar, ilâhî emirlerdeki hikmetleri anlamaktan mahrum olurlar. Yaptıklarını güzel sanarak cüretlerini daha da artırırlar. Hidayet yoluna yönelmedikleri için sapıklıkta direnir dururlar.

Bu savaşların Araplar arasında dört defa olduğu bilinmektedir. Resulullah Aleyhisselâm ilkinde on yaşındaydı. Dördüncüsü ise Kureyş ile Kînâne’nin birleşerek Hevâzin kabilesi’yle yaptığı, dört sene süren savaştır. Savaş çok şiddetli olmuş, zaferi Kureyş tarafı kazanmış, neticede taraflar ölülerini sayıp, hangisinin ölüsü fazla ise karşı taraftan diyetini almak şartı ile bir andlaşma yapılmıştır. Kureyş için bir ölüm kalım savaşı olan bu savaşa Resulullah Aleyhisselâm yirmi yaşları civarında, amcaları ile birlikte katılmıştı. Fakat kimseye karşı silâh kullanmamış, kimsenin kanını dökmemiş, sadece karşı taraftan atılan okları toplayarak amcalarına vermiştir.



Hilfül-fudûl:

Son Ficâr savaşından sonra Mekke’de işler iyice çığırından çıkmış, koruyucusuz kimseler için can, mal, ırz ve namus emniyeti kalmamıştı. Kabileler arasında zaman zaman çekişme ve çatışmalar oluyordu. Ayrıca dışarıdan Hacc ve ticaret için şehre gelen zayıf ve güçsüz yabancıların malları gasb olunuyor, satın alınan mallarının parası verilmiyor, Hacc’a gelenlerin hoşa giden kadınları ve kızları zorla ellerinden alınıyordu.

Bir defasında Mekke’nin ileri gelenlerinden Âs bin Vâil, Yemenli bir tâcirin mallarını gasbetmişti. Adam bu haksızlığa dayanamadı. Ebu Kubeys dağına çıkarak yüksek sesle mağduriyetini dile getiren bir şiir okudu ve bütün kabileleri yardıma çağırdı. Bu durum bazı kişileri gayrete getirdi. Abdülmuttalib’in oğlu Zübeyr, Yemenli’nin bu feryadı üzerine hemen temaslara başlamak suretiyle harekete geçti. Mekke’nin zengin, itibarlı ve yaşlı kişilerinden olan Abdullah bin Cüd’an’ın evinde; Hâşim, Muttalib, Zühre, Esed, Teym oğulları ve diğer âileler toplandılar. “Yerli ve yabancı hiç kimseye zulüm yapılmamasına, haksızlığa uğrayanlara yardım edilmesine” karar verdiler ve yemin ettiler. İlk iş olarak da Yemenli’nin hakkını alıp geri verdiler.

Vaktiyle Kureyşliler’den önce Cürhümlüler devrinde eşraftan üç kişi bir araya gelip; Mekke’de zâlim bırakmamaya, zayıfların hakkını zâlimlerden almaya yemin etmişlerdi. “Fadl” isimlerini taşıyan bu kişilerin yeminlerine “Fâdılların yemini” mânâsına “Hilfül-fudûl” denilmişti.

Bu adalet cemiyetinin ikinci defa kurulması ile Mekke’de âsâyiş yoluna konmuş oldu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz yirmi yaşında iken amcaları ile beraber bu toplantıda üye olarak bulunmuş ve yapılan çalışmalardan son derece memnun kalmıştı. Memnunluklarını da daha sonraları:

“İslâm’da da böyle bir cemiyete çağrılsam yine icâbet ederim.” sözleriyle ifade etmişlerdir.

Gerçi bu andlaşma fazla sürmemiş, az zaman sonra hükümleri unutulmuştur.

Suriye’ye İkinci Seyahat:

Kureyş’in en zengin, en asil ve en soylu kadını olan Hazret-i Hatice, mal sahibi tüccar bir kadındı. Sahibi olduğu servetini yalnız başına idare eder, malının başına adamlar kiralar, güvendiği kimselere sermaye verir, kârına ortak ederdi.

Ebu Tâlib, Hazret-i Hatice’nin Şam’a yine bir kervan göndereceğini duyunca yeğenine bu işe talip olmasını tavsiye etti. Durumu Hazret-i Hatice’ye açtılar. O da zaten Muhammed Aleyhisselâm’ın hâl ve ahvâlini, doğruluk ve güvenilirliğini uzaktan takip edip duruyordu. Teklifi memnuniyetle kabul etti. Kendisine emanet ve sermaye olarak mühim mallar verip bir kafile ile Şam’a gönderdi. Kölesi Meysere’yi yanına hizmetçi olarak verdi, akrabalarından olan Huzeyme bin Hâkim’i de refakat ettirdi.

Kafile Busrâ kasabasına vardığında Bahîrâ’nın vefat ettiğini, yerine rahip Nasturâ’nın geçtiğini öğrendiler. Meysere daha önceki gelişlerinde Nasturâ ile tanışmış bulunuyorlardı. Görüştüklerinde o da aynı Bahîrâ gibi sorular sorarak Muhammed Aleyhisselâm’ın son peygamber olduğunu anladı, Şam’a giderlerse yahudiler tarafından zarar gelebileceğini söyledi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz getirdiği malları Busrâ’da hiç kimsenin satamadığı yüksek bir fiyatla sattı, alacağı malları da ucuza alarak, herkesin kazandığı kârın iki mislini kazandı. O senelerde bu kadar kâr yapan hiç kimse olmamıştı.

Ticaret kervanı Mekke’ye döndüğünde Hazret-i Hatice, içlerinde Nefise’nin de bulunduğu bazı kadın arkadaşları ile birlikte konağının üst katında oturuyordu. Resulullah Aleyhisselâm devesinin üzerinde iken iki meleğin kendisini güneşten gölgelediği halde şehre girdiğini gördü, bunu onlara da gösterdi. Hepsi de hayretler içinde kaldılar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Hatice ile görüştüğünde malların satışından ne kadar kazanç sağladıklarını haber verdi ve üzerindeki emaneti büyük bir dürüstlük içinde takdim etti. Bu duruma minnettar kalan Hazret-i Hatice, müstakbel eşine aynı şekilde iki misli mükâfat verdi. Meysere ise bu seyahatte Resulullah Aleyhisselâm’ın ahlâkının yüceliğini daha iyi tanımış, ona karşı gönlü hayranlıkla dolmuştu. Kendisine karşı gösterdiği nezaketi övmekle bitiremiyordu.

Hazret-i Hatice bu ticarî kazançtan daha çok, bu büyük insanın doğruluğuna ve insanlığına hayran olmuştu. İş bahanesi ile sık sık görüşür, hediyeler gönderirdi. Nihayet içindeki sevgi aşka tahavvül etti. Araya vasıtalar girerek evlenmeleri kararlaştırıldı.

"Bu eser, Pakistan Devleti tarafından 1997 yılında düzenlenen Dünya Sîret yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüş ve Muhterem Müellif'e bir liyakat belgesi verilmiştir."

ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
 
Son düzenleme:

Benzer Konular

Üst