Her şey zıttı ile bilinirse, Allah’ın zıttı olmadığına göre, insan Allah’ı nasıl bilebilir

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Soru

Her şey zıttı ile bilinirse, Allah’ın zıttı olmadığına göre, insan Allah’ı nasıl bilebilir? Allah’ın zıddı, niddi, misli, benzeri, şeriki yoktur ne demektir?

Cevap

Değerli kardeşimiz;
Cevap 1:

Varlık kavramı için şöyle üçlü bir sınıflandırma yapılıyor:

Vacib, mümkin ve mümteni.

Vacib, olması zaruri, olmaması muhal olan demektir. Allah’ın varlığı zatındandır ve vaciptir.

Mümkin ise “olup olmaması eşit olan” şeklinde tarif edilir. Mümkinin varlığı, zatından değildir. Allah’ın var etmesiyle var, yok etmesiyle yok olur.

Bir de varlığı imkânsız şeyler vardır. Allah’ın şeriki gibi. Veya ne tek ne de çift olmayan sayının varlığı gibi. Bunlar mümteni grubuna girerler.

Mümteni grubundakilerin varlıkları muhal olduğundan, bunlar Allah’ın zıddı değillerdir, çünkü bunlar hiçbir şey değillerdir.

Mümkin sınıfına girenler ise, varlık itibariyle gölge, hatta gölgenin gölgesi gibi zayıf bir mertebededirler. Bunlar, Allah’ın zıddı değil, Onun mahlukudurlar. Yani, mümkin, vacibin zıddı değil, isimlerinin aynasıdır.

O halde, Allah’ın zıddının mümkinat aleminde olması muhaldir. Mümteninin ise zaten varlığı muhaldir. O halde Allah’ın zıddı yoktur.

Zıt meselesine sayılardan bir örnek verelim:

-5 rakamı +5 rakamının zıddıdır. Bunların her ikisi de rakamdırlar ve biri diğerinin zıddıdır.

Allah’ın zıddı olan bir ilah düşünülemeyeceği gibi, mahlukat da Allah’ın isimlerinin aynası makamındadırlar ve Ona zıt bir mahiyet taşımazlar.

Cevap 2:

“Her şey zıddı ile bilinir” kuralı yaratılmış varlıklar hakkında söz konusudur. “Her kuralın mutlaka bir/birkaç istisnası vardır” kaidesi de kabul gören bir kuraldır.

Bu kural zahiren bir hasrı ifade etse bile, gerçekte her şeyin bilinmesi, tanınması, mutlaka onun zıddının karşılaştırılmasıyla olmak zorunda değildir. Bu husus için yüzlerce misal verilebilir. Örneğin, bir insanı, bir hayvanı, bir çiçeği, bir ağacı, bir meyveyi bilip tanırken, onların zıddı aklımızın ucundan bile geçmez.

Ayrıca, peygamber ve melekler dahil hiç kimse Allah’ın Zat- akdesinin hakikatini bilemez. Bunun bir nedeni de zıddının olmamasıdır.

Cevap 3:

Allah’ın hakikî zıddı yoktur, ama onun zıtsız, eşsiz, sonsuz sıfatlarını anlamak için, insanda “vahid-i kıyasî” denilen bazı ölçüler verilmiştir. Bununla hayalî bir zıddın görünümü tasavvur edilerek o zıdsız sıfatlar tanınır. Mesela, âcizliğimizle Allah’ın kudretini; cahilliğimizle Allah’ın ilmini; fena vasfımızla Allah’ın bekasını; muhtaçlık vasfımızla Allah’ın hiç bir şeye muhtaç olmadığını ifade eden Samed sıfatının varlığını anlayabiliriz. Anlayabiliriz, çünkü noksan sıfatlar yaratılmışların özelliğidir, Allah ise her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. “Muhalefetün lil-havadis/Allah’ın yaratılanlara benzememesi” sıfatı bu gerçeğe işaret etmektedir.

İnsan bir şeyi zıttı ile anlar, kıyas ile kavrar. Mesela, soğuk olmazsa, sıcak anlaşılmaz, mertebe ve dereceleri kavranmaz. Gece olmazsa, gündüzün kıymet ve derecesi anlaşılmaz. Hakiki manada Allah’ın da bir zıddı, bir rakibi, bir benzeri olmadığından, kavramak ve anlamak zorlaşıyor. Hatta ihata ile idrak etmek imkansız oluyor.

Bu yüzden Allah, kendi mutlak isim ve sıfatlarını, bir parça kavratmak ve idrak ettirmek için farazi zıtlar ve itibari ölçüleri yaratıp insanın eline vermiş. Ta ki, insan, kıyas yolu ile Allah’ı bilebilsin.

İşte, kâinat’ta Allah’ın zıddı, rakibi ve kıyası olmayınca, çıplak akıl ile görünmüyor. Onun için, vahyin terbiyesi altına girmiş bir ene dürbünü ile bakıldığında, bir parça görünür ve anlaşılır.

İnsan, elli kilogramlık bir taşı havaya kaldırdığında, bu işi kendisine ihsan edilen kuvvet sayesinde yaptığını bilir; ama yine de “ben bu taşı kaldırdım” diyerek o işe sahip çıkar. Zira o işi irade eden ve yapan kendisidir; bir başkası değil.

İşte insan, bu kuvvetini vahid-i kıyasî yaparak der ki “Allah da şu üzerinde durduğum dünyayı İlâhî kudretiyle döndürüyor.”

İnsan, kendisine ihsan edilen kuvvet sayesinde bu hükme varabiliyor. Sonra ‘mevhum hattı’ bozuyor. Yani, dünyayı döndüren kudretin, onu ve elindeki taşı da birlikte döndürdüğünü düşündüğünde kendi kuvvetinin vehim kadar zayıf olduğunu anlayarak, bütün kuvvet ve kudretin Allah’a ait olduğunu tasdik ediyor.

Bu konu üzerinde düşünürken, öncelikle, Allah’ın varlığının “vacip”, insan varlığının ise “mümkin” olduğu dikkatten uzak tutulmamalı. İnsan mahlûk olduğu gibi, sıfatları da mahlûktur. İnsan mümkin olduğu gibi, sıfatları da mümkindir. Ve nihayet bir mahlûk olan insanın Hâlık’ına benzemesi düşünülemeyeceği gibi, onun mahlûk sıfatlarının da, meselâ, iradesinin, ilminin, kudretinin de Allah’ın ilim, kudret ve iradesine hiçbir cihetle benzemeyeceği unutulmamalıdır.

Bize takılan sıfatlar, İlâhî sıfatlara birer işaret... Bunlarla o vacip, sonsuz ve mutlak sıfatların varlıklarını bilebiliriz. Ama haritadaki noktalara benzeyen bu sıfatlarımızla, İlâhî kudret arasında hiçbir benzerlik olamayacağını da hatırdan çıkarmayız. Bunlar birer işarettirler, o kadar.

Cevap 4:

Misil: Kelime olarak benzer, eş, nâzır, tıpkısı gibi manalara gelir. Allah’ın misli olması demek ise; aynı Allah gibi ikinci bir Allah’ın olması demektir ki, bu mümkün değildir.

Zıt, burada rakip, karşıt anlamındadır. Yani şayet Allah’ın bir misli olsa idi, bu misli olan şey aynı zamanda Allah’a rakip ve karşıt olacaktı. Zira misil kelimesinin içinde gizli olarak zıddiyet manası da vardır.

Allah’ın bir benzeri olan başka bir Allah, aynı zamanda Allah’ın zıddı ve rakibidir. Kavga, gürültü ve zıtlıklar; benzer ve denk olan şeyler arasında olur.

Mesela; iki benzer ve misil olan padişah, aynı ülkede olsa; rekabet ve zıtlık ortaya çıkar. Aynı şekilde iki misil olan İlah arasında da rekabet ve zıtlık oluşur.

Büyük dil bilgini Ahfeşe’e göre, bir şeyin zıddı, niddi, şebihi aynı manaya; onun muhalifi olan benzerleri manasına gelirler(bk. Lisanu’l-Arab).

Buna göre, Allah’ın zıddı, niddi, şebihi demek, Allah’ın dışında -haşa- onun gibi bir varlık gösteren benzer şeyler demektir.

Bununla beraber, “dıd/zıt” kelimesi sözlük manası itibariyle “muhalif” anlamına gelir. Mesela, “gece- gündüz, kara-ak” zıt kavramlardır.

“Nid” ise, sözlük anlamı itibariyle misil, benzer manasına gelir.

“Misil” kelimesi şebih/benzer manasına gelir. Yani bunlar eş anlamlı kelimelerdir(bk. el-Vecîz).

“Şerik” ortak manasına gelir. “Benzer” kelimesi, Arapça “Misil” kelimesinin Türkçe tercümesidir.

Cevap 5:

Mertebeler konusunda herşey zıddıyla bilinir. Mesela sıcak soğuk gibi mertebeler konusunda durum böyledir. Bir şeyi bilmenin bir yönü zıddıyla bilinmesidir. Yoksa yalnızca zıddıyla bilinir demek değil.

"Evet, bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerrâtı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zât-ı Akdes-i İlâhînin şeriki, nazîri, zıddı, niddi olmadığı gibi, "leyse ke mislihı şey/Onun misli yoktur" ayetinin sırrıyla, sûreti, misli, misâli, şebîhi dahi olamaz.

Fakat, "ve lehül meselül a'la fis semavati vel ard ve hüvel azızül hakım" sırrıyla, mesel ve temsil ile şuûnâtına ve sıfât ve esmâsına bakılır. Demek, mesel ve temsil, şuûnât nokta-i nazarında vardır." (Said Nursi, Sözler, s. 19)

Hayatımın Hâlıkıma bakan fıtrî vazifelerine ve mânevî faydalarına baktım. Gördüm ki hayatım, hayatın Hâlıkına üç cihetle aynadarlık ediyor:

Birinci vecih: Hayatım, acz ve zaafıyla ve fakr ve ihtiyacıyla Hâlık-ı hayatın kudret ve kuvvetine ve gınâ ve rahmetine aynadarlık eder.

Evet, nasıl ki açlık derecesiyle yemeğin lezzet dereceleri ve karanlığın mertebeleriyle ışık mertebeleri ve soğuğun mikyasıyla hararetin mizan dereceleri bilinir; öyle de, hayatımdaki hadsiz acz ve fakr ile beraber hadsiz ihtiyaçlarımı izale ve hadsiz düşmanlarımı def etmek noktasında Hâlıkımın hadsiz kudret ve rahmetini bildim; sual ve dua ve iltica ve tezellül ve ubudiyet vazifesini anladım ve aldım.

İkinci vecih: Hayatımdaki cüz'î ilim ve irade ve sem' ve basar gibi mânâlarıyla Hâlıkımın küllî ve ihâtalı sıfatlarına ve şuûnâtına aynadarlıktır.

Evet, ben kendi hayatımda ve şuurlu fiillerimde bilmek, işitmek, görmek, söylemek, istemek gibi çok mânâlarıyla bildim ki, bu kâinatın şahsımdan büyüklüğü derecesinde daha büyük bir mikyasta Hâlıkımın muhit ilmini, iradesini, sem' ve basar ve kudret ve hayat gibi evsafını ve muhabbet ve gazap ve şefkat gibi şuûnâtını anladım; iman ederek tasdik ettim ve itiraf ederek bir mârifet yolunu daha buldum.

Üçüncü vecih: Hayatımda nakışları ve cilveleri bulunan esmâ-i İlâhiyeye aynadarlıktır.

Evet, ben kendi hayatıma ve cismime baktıkça, yüzer tarzda mucizâne eserler, nakışlar, san'atlar görmekle beraber, çok şefkatkârâne beslendiğimi müşahede ettiğimden, beni yaratan ve yaşatan Zât, ne kadar fevkalâde sehâvetli, merhametli, san'atkâr, lütufkâr, ne derece hârika iktidarlı-tâbirde hata olmasın-maharetli, hüşyar, işgüzar olduğunu iman nuruyla bildim, tesbih ve takdis ve hamd ve şükür ve tekbir ve tâzim ve tevhid ve tehlil gibi fıtrat vazifeleri ve hilkat gayeleri ve hayat neticeleri ne olduğunu bildim. Ve kâinatta en kıymettar mahlûk hayat olduğunun sebebini ve herşey hayata musahhar olmasının sırrını ve hayata karşı herkeste fıtrî bir iştiyak bulunduğunun hikmetini ve hayatın hayatı iman olduğunu ilmel yakîn ile anladım. (Said Nursi, Şualar, 4. Şua, s.63)

BİRİNCİ REMİZ: Sualde diyor ki: "Birşeyin zıddı olmazsa, o şeyin nasıl kemâli olabilir?"

Elcevap: Şu sual sahibi, hakikî kemâli bilmiyor, yalnız nisbî bir kemal zannediyor. Halbuki, gayra bakan ve gayra nisbeten hasıl olan meziyetler, faziletler, tefevvuklar hakikî değiller; nisbîdirler, zayıftırlar. Eğer gayr nazardan sakıt olsalar, onlar da sukut ederler. Meselâ, sıcaklığın nisbî lezzeti ve fazileti, soğuğun tesiriyledir. Yemeğin nisbî lezzeti, açlık eleminin tesiriyledir. Onlar gitse, bunlar da azalır.

Halbuki, hakikî lezzet ve muhabbet ve kemal ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun. Lezzet-i vücut ve lezzet-i hayat ve lezzet-i muhabbet ve lezzet-i marifet ve lezzet-i iman ve lezzet-i beka ve lezzet-i rahmet ve lezzet-i şefkat ve hüsn-ü nur ve hüsn-ü basar ve hüsn-ü kelâm ve hüsn-ü kerem ve hüsn-ü sîret ve hüsn-ü suret ve kemâl-i zat ve kemâl-i sıfât ve kemâl-i ef'al gibi bizzat meziyetler, gayr olsun olmasın, şu meziyetler tebeddül etmez.

İşte, Sâni-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemal ve Hâlık-ı Zülkemâlin bütün kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir. Gayr ve mâsivâ Ona tesir etmez, yalnız mezâhir olabilirler.

İKİNCİ REMİZ: Seyyid Şerif Cürcânî Şerhu'l-Mevâkıf'ta demiş ki: "Sebeb-i muhabbet, ya lezzet veya menfaat, ya müşâkelet (yani meyl-i cinsiyet), ya kemaldir. Çünkü kemal mahbub-u lizâtihîdir." Yani, ne şeyi seversen, ya lezzet için seversin, ya menfaat için, ya evlâda meyil gibi bir müşâkele-i cinsiye için, ya kemal olduğu için seversin. Eğer kemal ise, başka bir sebep, bir garaz lâzım değil; o bizzat sevilir. Meselâ, eski zamanda sahib-i kemâlât insanları herkes sever; onlara karşı hiçbir alâka olmadığı halde istihsankârâne muhabbet edilir.

İşte, Cenâb-ı Hakkın bütün kemâlâtı ve Esmâ-i Hüsnâsının bütün merâtipleri ve bütün faziletleri hakikî kemâlât olduklarından, bizzat sevilirler; mahbûbetün lizâtihâdırlar. Mahbub-u Bilhak ve Habîb-i Hakikî olan Zât-ı Zülcelâl, hakikî olan kemâlâtını ve sıfât ve esmâsının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever, muhabbet eder. Hem o kemâlâtın mazharları, aynaları olan san'atını ve masnuatını ve mahlûkatının mehâsinini sever, muhabbet eder. Enbiyasını ve evliyasını, hususan Seyyidü'l-Mürselîn ve Sultanü'l-Evliya olan Habîb-i Ekremini sever. Yani, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin aynası olan Habîbini sever. Ve kendi esmâsını sevmesiyle, o esmânın mazhar-ı câmii ve zîşuuru olan o Habîbini ve ihvânını sever. Ve san'atını sevmesiyle, o san'atın dellâl ve teşhircisi olan o Habîbini ve emsalini sever. Ve masnuatını sevmesiyle, o masnuata karşı "Maşaallah, bârekâllah, ne kadar güzel yapılmışlar!" diyen ve takdir eden ve istihsan eden o Habîbini ve onun arkasında olanları sever. Ve mahlûkatının mehâsinini sevmesiyle, o mehâsin-i ahlâkın umumunu câmi olan o Habîb-i Ekremini ve onun etbâ ve ihvânını sever, muhabbet eder.

ÜÇÜNCÜ REMİZ: Umum kâinattaki umum kemâlât, bir Zât-ı Zülcelâlin kemâlinin âyâtıdır ve cemâlinin işârâtıdır. Belki, hakikî kemâline nisbeten bütün kâinattaki hüsün ve kemal ve cemal, zayıf bir gölgedir. Şu hakikatin beş hüccetine icmâlen işaret ederiz.

Birinci hüccet: Nasıl ki, mükemmel, muhteşem, münakkaş, müzeyyen bir saray mükemmel bir ustalık, bir dülgerliğe bilbedâhe delâlet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o nakkaşlık, bizzarure, mükemmel bir fâile, bir ustaya, bir mühendise ve "nakkaş" ve "musavvir" gibi ünvan ve isimleriyle beraber delâlet eder. Ve mükemmel o isimler dahi, şüphesiz, o ustanın mükemmel, san'atkârâne sıfatına delâlet eder. Ve o kemâl-i san'at ve sıfat, bilbedâhe, o ustanın kemâl-i istidadına ve kabiliyetine delâlet eder. Ve o kemâl-i istidat ve kabiliyet, bizzarure, o ustanın kemâl-i zâtına ve ulviyet-i mahiyetine delâlet eder.

Aynen öyle de, şu saray-ı âlem, şu mükemmel, müzeyyen eser, bilbedâhe, gayet kemaldeki ef'âle delâlet eder. Çünkü, eserdeki kemâlât, o ef'âlin kemâlâtından ileri gelir ve onu gösterir.

Kemâl-i ef'âl ise, bizzarure, bir Fâil-i Mükemmele ve o Fâilin kemâl-i esmâsına, yani, âsâra nisbeten Müdebbir, Musavvir, Hakîm, Rahîm, Müzeyyin gibi isimlerin kemâline delâlet eder.

İsimlerin ve ünvanların kemâli ise, şeksiz şüphesiz, o Fâilin kemâl-i evsafına delâlet eder. Zira, sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neş'et eden isimler, ünvanlar mükemmel olamaz.

Ve o evsâfın kemâli, bilbedâhe, şuûnât-ı zâtiyenin kemâline delâlet eder. Çünkü, sıfatın mebdeleri, o şuûn-u zâtiyedir.

Ve şuûn-u zâtiyenin kemâli ise, biilmilyakîn, Zât-ı Zîşuûnun kemâline ve öyle lâyık bir kemâline delâlet eder ki, o kemâlin ziyası şuun ve sıfât ve esmâ ve ef'al ve âsâr perdelerinden geçtiği halde, şu kâinatta yine bu kadar hüsnü ve cemâli ve kemâli göstermiş.

İşte, şu derece hakikî kemâlât-ı zâtiyenin burhan-ı kat'î ile vücudu sabit olduktan sonra, gayra bakan ve emsal ve ezdâda tefevvuk cihetiyle olan nisbî kemâlâtın ne ehemmiyeti kalır, ne derece sönük düşer, anlarsın.

İkinci hüccet: Şu kâinata nazar-ı ibretle bakıldığı vakit, vicdan ve kalb bir hads-i sadıkla hisseder ki, şu kâinatı bu derece güzelleştiren ve süslendiren ve envâ-ı mehâsinle tezyin edenin, nihayet derecede bir cemal ve kemâlâtı vardır ki şöyle yapıyor.

Üçüncü hüccet: Malûmdur ki, mevzun ve muntazam ve mükemmel ve güzel san'atlar, gayet güzel bir programa istinad eder. Mükemmel ve güzel bir program ise, mükemmel ve güzel bir ilme ve güzel bir zihne ve güzel bir kabiliyet-i ruhiyeye delâlet eder. Demek, ruhun mânevî güzelliğidir ki, ilim vasıtasıyla san'atında tezahür ediyor.

İşte, şu kâinat, hadsiz mehâsin-i maddiyesiyle, bir mânevî ve ilmî mehâsinin tereşşuhatıdır. Ve o ilmî ve mânevî mehâsin ve kemâlât, elbette hadsiz bir sermedî hüsün ve cemâlin ve kemâlin cilveleridir.

Dördüncü hüccet: Malûmdur ki, ziyayı verenin ziyadar olması lâzım; tenvir edenin nuranî olması gerek; ihsan gınâdan gelir; lütuf lâtiften zuhur eder. Madem öyledir; kâinata bu kadar hüsün ve cemal vermek ve mevcudata muhtelif kemâlât vermek, ışık güneşi gösterdiği gibi, bir cemâl-i sermedîyi gösterirler.

Madem mevcudat, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi, kemâlâtın lem'alarıyla parlar, geçer. O nehir güneşin cilveleriyle parladığı gibi, şu seyl-i mevcudat dahi hüsün ve cemal ve kemâlin lem'alarıyla muvakkaten parlar, gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lem'aları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki, cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler nasıl kendilerinden değil, belki bir güneşin ziyasının güzellikleri, cilveleridir. Öyle de, şu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehâsin ve kemâlât, bir Şems-i Sermedînin lemeât-ı cemâl-i esmâsıdır...................

Beşinci hüccet: Malûmdur ki, üç dört muhtelif yoldan gelenler aynı bir hadiseyi söyleseler, yakîni ifade eden tevatür derecesinde o hadisenin kat'î vukuuna delâlet eder. İşte, meşrepçe ve meslekçe ve istidatça ve asırca gayet muhtelif, ayrı ayrı bütün muhakkıkînin muhtelif tabakatından ve evliyanın muhtelif turuklarından ve asfiyanın muhtelif mesleklerinden ve hükema-yı hakikiyenin muhtelif mezheplerinden olan bütün ehl-i keşif ve zevk ve şuhud ve müşahede, keşif ve zevk ve şuhud ile ittifak etmişler ki, kâinat mezâhirinde ve mevcudat aynalarında görülen mehâsin ve kemâlât, birtek Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun tecelliyât-ı kemâlidir ve cilve-i cemâl-i esmâsıdır. İşte bunların icmâı sarsılmaz bir hüccet-i katıadır.

Tahmin ederim ki, şu Remizde, ehl-i dalâletin vekili işitmemek için kulağını kapayıp kaçmaya mecburdur. Zaten zulmetli kafaları, huffaş misilli, bu nurları görmeye tahammül edemezler. Öyleyse, bundan sonra onları pek de nazara almayacağız.

DÖRDÜNCÜ REMİZ: Birşeyin lezzeti, hüsnü, cemâli, emsal ve ezdâdına bakmaktan ziyade, mazharlarına bakarlar. Meselâ, kerem güzel ve hoş bir sıfattır. Kerîm olan zat, başka mükrimlere tefevvuk cihetiyle aldığı lezzet-i nisbiyeden bin defa daha hoş bir lezzeti, ikram ettiği adamların telezzüzleriyle, ferahlarıyla alır. Hem bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlûkların istirahatleri derecesinde hakikî bir lezzet alır. Meselâ, bir validenin, evlâdının mes'udiyetlerinden ve istirahatlerinden şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet o derece kuvvetlidir ki, onların rahatı için ruhunu feda eder derecesine getirir. Hattâ o şefkatin lezzeti, tavuğu civcivlerini himaye etmek için arslana saldırtır.

İşte, madem evsâf-ı âliyedeki hakikî lezzet ve hüsün ve saadet ve kemal, akran ve ezdâda bakmıyor, belki mezâhir ve müteallikatına bakıyor. Elbette, Hayy-ı Kayyûm ve Hannân-ı Mennân ve Rahîm ve Rahmân olan Zât-ı Zülcemal ve Kemâlin rahmetindeki cemal ise, merhumlara bakar. Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz envâ-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânü'r-Rahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnatla tabir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. "Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye" tabir edilen, izn-i şer'î olmadığından yad edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz. O mânâların birer lem'asına bakmak istersen, gelecek temsilâtın dürbünüyle bak:

Meselâ, nasıl ki sehâvetli, âlicenap, müşfik bir zat, güzel bir ziyafeti, gayet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukaranın minnettârâne tena'umları ve o aç olanların müteşekkirâne telezzüzleri ve o muhtaç olanların senâkârâne memnuniyetleri, ne derece o kerîm zâtı mesrur ve müferrah eder, ne kadar onun hoşuna gider, anlarsın.

İşte, küçücük bir sofranın hakikî mâliki olmayan ve bir tevziat memuru hükmünde olan bir insanın mesruriyeti böyle ise, cin ve insi ve hayvânâtı feza-yı âlem denizinde seyir ve seyahat ettiren ve bir sefine-i Rabbâniye olan koca zeminin üstüne bindirip, yüzünde hadsiz envâ-ı mat'umâtı câmi bir sofrayı serip, bütün zîhayatı küçük bir kahvaltı nev'inde o ziyafete davet etmekle beraber, gayet mükemmel ve bütün envâ-ı lezâizi câmi, sermedî, ebedî bir dâr-ı bekada Cennetleri, herbirisini birer sofra-i nimet ederek hadsiz lezâizi ve letâifi câmi bir tarzda, nihayetsiz bir zamanda, nihayetsiz muhtaç, nihayetsiz müştak, nihayetsiz ibâdına, hakikî yemek için ziyafet açan bir Rahmân-ı Rahîme ait ve tabirinde âciz olduğumuz maânî-i mukaddese-i muhabbeti ve netâic-i rahmeti kıyas edebilirsin.

Hem meselâ, mahir bir san'atperver, maharetini göstermeyi sever bir usta, güzel, plâksız konuşan fonoğraf gibi bir san'atı icad ettikten sonra onu kurup tecrübe ediyor, gösteriyor. O san'atkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse, onun mucidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider, kendi kendine "Bârekâllah" der.

İşte, küçücük bir insan, icadsız, sırf surî bir san'atçığıyla, bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa, acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir musiki, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî ve bir musika-i İlâhî tarzında yapmış ki, hikmet-i beşer, o san'at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor. İşte, bütün o masnuat, bütün onlardan matlup neticeleri nihayet derecede ve gayet güzel bir surette gösterdiklerinden ve ibâdât-ı mahsusa ve tesbihat-ı hususiye ve tahiyyât-ı muayyene ile tabir edilen, evâmir-i tekvîniyeye karşı onların itaatleri ve onlardan matlup olan makasıd-ı Rabbâniyenin husulünden hasıl olan ve iftihar ve memnuniyet ve ferahla tabir edemediğimiz maânî-i mukaddese ve şuûn-u münezzeh, o derece âli ve mukaddestir ki, bütün ukul-ü beşer ittihad edip bir akıl olsa, yine onların künhüne yetişemez ve ihata edemez.

Hem meselâ, adaletperver, ihkak-ı hakkı sever ve ondan zevk alır bir hâkim, mazlumların haklarını vermekten ve mazlumların teşekkürlerinden ve zalimleri tecziye etmekle mazlumların intikamlarını almaktan nasıl memnun olur, bir zevk alır.

İşte, Hakîm-i Mutlak ve Âdil-i Bilhak ve Kahhâr-ı Zülcelâl, değil yalnız cin ve inste, belki bütün mevcudatta ihkak-ı haktan, yani herşeye hakk-ı vücudu ve hakk-ı hayatı vermekten ve vücut ve hayatını mütecavizlerden muhafaza etmekten ve dehşetli mevcutları tecavüzlerden tevkif ve durdurmaktan, hususan mahşerde ve dâr-ı âhirette cin ve insin muhakemesinden başka bütün zîhayata karşı tecellî-i kübrâ-yı adl ve hikmetten gelen maânî-i mukaddeseyi kıyas edebilirsin.

İşte şu üç misal gibi, bin bir esmâ-i İlâhiyenin herbirinde pek çok tabakat-ı hüsün ve cemal ve fazl ve kemal bulunduğu gibi, pek çok merâtib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriyâ vardır. İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan muhakkıkîn-i evliya, "Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir" demişler...

Muhabbet-i İlâhiyenin tecellîsinde ve o şarâb-ı muhabbetten, herkes istidadına göre mesttir. Malûmdur ki, her kalb, kendine ihsan edeni sever ve hakikî kemâle muhabbet eder ve ulvî cemâle meftun olur. Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zatlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever. Acaba, sabıkan beyan ettiğimiz gibi, herbir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsânâtıyla mes'ud eden ve binler kemâlâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemâlin medarı olan bin bir esmâsının müsemmâsı olan Cemîl-i Zülcelâl, Mahbub-u Zülkemal ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat Onun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şayeste bulunduğu anlaşılmaz mı?

İşte şu sırdandır ki, Vedûd ismine mazhar bir kısım evliya, "Cenneti istemiyoruz. Bir lem'a-i muhabbet-i İlâhiye ebeden bize kâfidir" demişler.

Hem ondandır ki, hadiste geldiği gibi, "Cennette bir dakika rüyet-i cemâl-i İlâhî, bütün Cennet lezâizine fâiktir."

İşte şu nihayetsiz kemâlât-ı muhabbet, vâhidiyet ve ehadiyet dairesinde, Zât-ı Zülcelâlin kendi esmâ ve mahlûkatıyla hasıl olur. Demek, o daire haricinde tevehhüm olunan kemâlât, kemâlât değildir. (Said Nursi, Sözler, 32.söz, s.616)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
 
Üst