Niyet
Gidiyorsun. Bir ömür boyu bu yolculuğu beklemiştin. Belki kalbini gidenlerle birlikte oralara gönderdin, belki ruhunla hayalen tavaflar ettin. Şimdi ayaklarınla basa basa yola düştün işte. Belki daha önce uzun yolculuklara çıkmıştın, belki daha önce de hacca gitmiştin. Bilmelisin ki, hac yolculuğu diğer yolculuklarından farklıdır ve ayrı bir yöndedir. Şimdi her gün beş vakit yöneldiğin kıblene doğru yöneldin. Şimdi çokluktan birliğe uçuyorsun. Şimdi kendini keşfe gidiyorsun. Vardığın yerde kendini yeniden tanıyacak ve tanımlayacaksın. Daha önce hacca gitmiş olsan da, yine, yeniden yeni heyecanlar yüklenmelisin. Her hac yegânedir, bir tanedir değil mi? Kaç kez gidersen git, hacı olma heyecanı hep tazedir ve hep ilk kez hacı olmanın heyecanını taşıyor olmalısın. Yoksa tekrar gitme ihtiyacını niye hissediyor olasın ki? Hem sonra bu ilk haccın olmayabilir ama ya son haccınsa...
Yol
Şimdi yolcusun. Yolculuk hâli, yaşadığımız hayata daha çok yakın ve yakışır bir haldir. Hazır sırası gelmişken, hayatını ve çevreni bir de yolcu edasıyla seyretmeyi dene. Ayaklarının altından dünya toprağı kayıyor mesela. Alışık olduklarından uzaklaşıyorsun, Ona yakın olmak adına. Ölüm de böyledir ya! Uçarı bir kelebek heyecanını yüklenip, gördüğün herşeye eğreti bakışlar atıyorsun. Herşey sapından kopuyor, kökünden ayrılıyor, kabuğundan sıyrılıyor; günışığı eşyadan renklerini çekiyor. Sokaklar ve duvarlar incelip eriyor. Dünya toprağına sıkı sıkıya basmış ayakların tatlı bir rüzgâra karışıyor.
İhram
Yolcu dediğin dengini yeğni tutmalı. Dünya adına omuzladığın ne varsa at, kalbine yük ettiğin ne kadar dünyalık varsa geriye bırak. Zaten, birazdan giyeceğin ihram fazladan ağırlıklarını omzundan atmanı gerektiriyor. Beyaz bir bez içinde yalın ve yalnız bir yolcu edası giymişken, kendini de iptilalardan koparmalısın, yeniden yazmalısın kalbini. İhramı giymek için yalnız elbiselerini çıkarman yetmiyor. Küllî bir soyunuşu gerektiriyor ihramlanmak. Şimdiye kadar kendi kıymetinin ölçüleri bildiğin her şey, mevki, makam, milliyet, kavim, soy, sınıf meslekten yana ne varsa, hepsi ihramın beyaz yüzüne çarpıp eriyecek. Herkesten uzakta, tek başına sadece Rabbine kul olduğunu artık daha rahat görebilirsin. Seni kıymetlendirecek tek şey, Rabbine kulluğun, yalnız ve yalnız Ona kul olmandır. Renksiz, desensiz, rozetsiz ve bayraksız ihramın yalnız Rabbine nispet ediyor seni. Beyazlara büründükçe heva ve hevesin kökleri dünya toprağından çekiliyor. İhramın içinde emredemeyen, tek bir kıl bile koparamayan, helâl zevklerini dahi tadamayan teslim olmuş bir insansın artık.
Yöneliş
Gel gör ki, insan kolayca kabullenemiyor gidişini. Ayağın çıplak, başın açık ağırlığını unutmuş bir su damlası uçarılığında dünyanı ve dünya adına sevişlerini terk etmek için bu yola girdin. Bak, herkesle ve her şeyle olan bağların çözülmek üzere. Habire eğirip durduğun hayat yumağı dağılıverdi.
İncecik ve keskin bir yolculuk niyeti her şeyi ve herkesi arkada bırakmalı. O niyet ki, kalbimize düşer düşmez yaşadığımız mekânı solgun bir güle dönüştürür. Etraftaki her şey birden eğretileşir, âdeta arzın çekim alanından sıyrılır, uçuşmaya başlar. Mekânla olan bağların zayıflar, müphemleşir. Mekâna bağlılığın çözüldükçe, zamanın da senin üzerindeki hükmü ağırlaşır, bir mahpus edasıyla fenanın hükmünü boynuna dolanmış bulursun. Yarına randevu verememek bulunduğun anın daracık duvarlarını göğsüne bitiştiriverir. Zamanın paslı kılıcı değer yüreğine, ölümün soğuk nefesi yüzünü yalar geçer. Sen gidiyorsun, sen gidicisin; dönüyorsun, dönücüsün.
Yakınlık heyecanı
Evet, Kâbeye gidiyorsun. Hayat kırıntılarımızın göllendiği yere doğru gidiyorsun. Kulluğunun keskin sıratlarda sınanacağı yere uçuyorsun. Böylece hesap günü ile aynı yöne düşüyor Kâbenin yöresi. Hergün beş vakit döndüğün yere dönüyorsun. Öteden beri yönelegeldiği yöreye dönmek, bir geri dönüşü içerdiği için, insan bu yolculukta uzaklaşma değil, bir yakınlaşma duygusu yaşamalı. Gurbet değil, sıla kokmalı alnına değen rüzgârda.
Uzaklık korkusu
Ama hayır! Kâbeye yönelmek dehşetli bir uzaklık korkusunu da haber veriyor gibi. Mesele Kâbenin bulunduğumuz yere uzaklığı değil, bizim ubudiyet hâline uzaklığımızdır. Bu yolculuk, bu yöneliş o baş döndürücü uçurumu gün yüzüne çıkarıyor şimdi. Yüzünü herhangi bir duvara çevirir gibi kolayca ve üstünkörü kıbleye yönelişlerini hatırla. Döndüm kıbleye demek, Ondan başka her şeyden, Ondan haber vermeyen her şeyden yüz çevirmeyi gerektirmiyor muydu? Ne gam Kâbe çok uzaklarda olsa! Lâkin Rabbimize uzaklık kıble Kâbenin hakikatine sonsuz ırak eyliyor bizi. Kâbenin eteğine varsan da bu uzaklık erimeyebiliyor, arada uçurumlara baş gösteriyor. Bu uzaklık, bu uçurum baş döndürüyor, kalbi ürpertiyor! Nereye gitsen ayağını bu uçurumun kenarından uzak edemiyorsun.
Dilerim, Rabbim seni de beni de Kendine yakın eyler! Kâbeye yakınlaşma isteğin de bu duadan başkası değil.
Terkediş
Aslında, hacca ister var, ister varma, Kâbeden pek uzak düşmediğimizi de söylemem gerekiyor. Her gün beş vakit Kâbeye dönüp, Rabbimize ubudiyet sözü veriyor değil miyiz? Bu da bir Kâbe yolculuğudur aslında. Mesafeler kat edilmiyor bu yolculukta. Tek bir niyet menzile eriştiriyor bizi: kul olma niyeti. İşte bu niyettir ki, en bitmez mesafelerden daha uzak, en sarp dağların kestiği yollardan daha dolambaçlı, belki çöllerle ve dağlarla ölçülemeyecek bir yolun yolcusu eyler bizi. Kul olmaya niyet, en küllî terkedişleri içeren bir uzun ve keskin seferdir.
Varış
Ona, yalnız Ona dönmek nelerden koparmıyor ki bizi? Kıbleye dönmek, Onun delillerini gösterenlerden başka herşeye yüzçevirmektir. Peki, Onu göstermeyen bir şey var mı ki şu kâinat yüzünde? Herşey hâl diliyle Onu zikrederken, her zerre Ona tesbihfeşân iken, yüz çevireceğimiz ne kalır geriye? Hangi şey var ki Ondan söz açmıyor bize? Hayır, Onu göstermeyen bir şey yoktur. Olsa olsa Onu gösterenleri görmeyen biri vardır. Ona yönelmek ise, herşeye Onu görme niyetiyle bakmak demektir.
Ne ki, kendisini kendi başına buyruk bilen insan, eşyayı da kendi başına buyruk bilir. Eşyayı başkasını gösteren âyineler olmaktan çıkarır. Bu kör niyetle, kâinat dolusu aynalar kırılır; semâlar boyu güneşler ebediyen batırılır. İnsanın bakışı bir karadelik gibi, kâinattan nefsine gelen nurlu haberleri soğurup, herşeyi bir derin karanlığa itiverir. İşte Onu göstermeyen tek şey, tek karanlık nokta, nefsimize takılmış enaniyetimizdir. Şu halde, Kâbeye yöneliş, Onu göstermeyen ve başka herşeyin âyinesini paslandıran tek kara noktayı, yâni enaniyetimizi arkamıza atmayı gerektiriyor. Ve ancak kabını terkeden Kâbeye varır. Önünde o kara noktayı, yâni Kâbeyi bulduğunda, arkanda mutlaka karanlık bir nokta, yani benliğin kalacak. Kabından çıktığın an Kâbeni bulacaksın.
Tavaf
Kâbeye varmak da, kıbleye dönmek de, ben-merkezimizin yörüngesinden çıkıp, Rabbimizin marziyatı dairesinde bir tavafa girmeyi gerektiriyor. Tavaf odur ki, kendi başınalığını terk edesin, kendi heva ve hevesinin etrafında pervane olmaktan vazgeçesin. Öbür türlü, Kâbeye varmak da, Kâbeyi dolanmak da kolaydır. Kâbeye varmak benliği aşıp kulluğa ermeyi, çokluğu yırtıp birliğe erişmeyi bulmaktır. Yolculuğun şimdi ülkeni terk etmekle başlıyor, Kâbeye vardığında ise kendini terk edeceksin. Kara bir çiçeğin yakasında ak bir toz olup uçuşacaksın. Ve yol hiç bitmeyecek.
Say
Şimdi SafaMerve arasında yedi kez koşuyorsun. Kimden kaçıyorsun? Kime koşuyorsun? Ondan kaçıyor ama yine Ona koşuyorsun. Onun kahrından kaçıp yine Onun lûtfuna koşuyorsun aslında. Onun bu halimizle bizi ancak ateşe lâyık gören adaletinden, Onun lâyık olmadığımız halde cenneti ihsan eden fazlına koşmalı, sığınmalıyız.
Arafat
Şimdi herkesin akın akın gelip etrafında göllendiği Kâbeden ayrılış vakti. Ve aslında Kâbe dahi vuslata yetmiyormuş... Tavafta Ona teslimiyetin kıyısına kadar varmışken, sayde Ondan Ona koşma hürriyetinin zirvesine ermişken, kendin, kendi ikiliğini keşfettin. Teslim olan yanını, hür kalan yanını bildin. Şimdi Onu tanıma sırası. Arefe Onu bilme zamanı, Arafat Onunla bilişme, muarefe etme mekânıdır. Cennetten yana arzusunu soranlara Rabia Bana ev değil komşu lazım demişti. Şimdiye dek ev etrafında dönüp durduğun yeter, artık komşuyu tanıma zamanı. Kâbeden ayrıl; şimdi Bana Kâbeden daha yakınsın! diye fısıldanıyor kalbine. Ve varış Allahadır de. (Bak. Nûr 42 ve Fatır 18). Kâbeyi terket, Kâbeyi kutsal eyleyene yanaş! Mekkeye sırtını dön, Mekkeyi mübarek kılanla yüzleş. Ve anla ki, Onun vechinden başka herşey helâk olucudur. (Bak. Kasas 88). Kâbe de, Mekke de ve sen de Onun vechine dönük olduğunuz sürece helâketten ve hiçlikten kurtulabilirsiniz. Öyleyse Arafata koş. Allaha kaç!
Meşar
Gurub vaktine doğru, güneş Arafattan kaybolurken, sen de benliğinin yalancı aydınlığını kalbinin karasında yitirmeye çalış. Beyazlara bürülü bedenini yanına alıp, Arafattan boşanan kullara karış... Meşare doğru ak!. Kendini unutup, yalnızca Allahı hatırla! O nasıl seni hiçlik derelerinde unutmayıp varlık düzüne çıkardıysa, nasıl seni dalalet karanlığından hidayet nuruna yönelttiyse, sen de Onu öylece hatırla. Sen bundan önce unutulmuş da olabilir, dalalette de kalabilirdin. (Bak. Bakara 198).
Meşare (Müzdelifeye) karanlık düştüğünde varıyorsun, gece boyu bekliyorsun. Arafatta da gündüz boyu kalmıştın. Arafattaki muarefe yani tanışma ve bilişme ne kadar gündüzü ve aydınlığı gerektiriyorsa, Meşardeki şuurlanma da o kadar geceyi ve karanlığı istiyor. Gece boyu yalnız ve yalın kalıyorsun. Nazarını afaktan ve dışarıdan çekmeni, gözünü enfüse ve içeri çevirmeni kolaylaştırıyor gece. Göğün güneşi eksik ama yıldızlar ve ay karanlığı yırtarak uzanıyor sana. Öylece yüzünü arzdan semâya çeviriyorsun. Ama henüz sınav bitmiş değil. Yüzün semâda, gözün kalbinde iken, elini yere ve toprağa daldırıyorsun. Meşar toprağından çakıl taşları toplayacaksın. İllâ da kendi ellerinle! Tıpkı kimsenin kimseye faydasının dokunmadığı o günde olduğu gibi. Ardından kefen misali beyaz ihramınla, kara toprağa benzeyen gecenin koynuna uzanıyorsun.
Mina
Ve haşir sabahı... Yeniden diriliş... Günün ilk ışıklarının dürtmesiyle kendi yalnızlığından diriliyor, mahşerin kalabalığına karışıyorsun. Meşarin içe doğru yolculuğu dışarıya doğru vuruyor. Meşar gecesinin zahitleri şimdi Mina gündüzünün mücahidi olmaya hazırlanıyor. Meşar ile Mina arasındaki görünmez duvarı sadece geceyi gündüze kalbeden, güneşi döndüren, ayın ardı sıra güneşi getiren yıkabiliyor. Günışığı tenine değmedikçe, sınırından taşmak üzere olan o eşsiz kalabalıktan kimse o hayalî çizgiyi aşmaya, Meşarden ayrılmaya cesaret edemiyor. Gece boyu hayalî çizgiye varıp, geri püsküren o büyük kalabalık yalnız ve yalnız Allaha itaat etmenin o eşsiz özgürlüğünü yankılandırıyor. Sen de tıpkı çölün kumları arasından kopardığın taşlar gibi, arzın seni bağlayan zincirlerini kırmalısın. Ve ilk gün ışığının dokunmasıyla geliyor emir... Gelen bayram sabahıdır artık. Yorgun yüzlerde gezinen, çökmüş omuzlara inen bayram güneşinin sıcak dokunuşudur. Görüyorsun ya, güneş de haccediyor. Arafatta doğup bekliyor, Meşarden geçiyor ve senin önün sıra Minaya giriyor. Şimdi Minaya girdin ve emne vardın! Sınavı kazandığından emin olabilirsin. Şeytan taşlama imtiyazını nerden elde ettin sanıyorsun?
Şeytan taşlama
Elinle attığını taş sanma. Atmadan önce o taşları nasıl topladığını hatırla. Yüzünü arza dönerek, elini kirleterek seçip aldın hepsini. Şimdi avucundaki o minik şeyler, semâdan ve vahiyden yüz çevirip gafil olmakla kazandığın cehalet ve iradene dayanıp işlediğin şerlerdir. Taşları şeytana fırlatırken sendeki cehaleti, gafleti, şerri ve günahı da şeytana savur. Cehaleti ve gafleti kendinden uzaklaştır, şerri elinden taşlar gibi savur ki, Ona kurbiyetin yani yakınlığın artsın, kurbanın Ona yakınlık vesilesi olsun.
Ve kurban ve bayram! İhram içinde bir kılına bile dokunamazken, bir otu bile koparamazken, şimdi bir canlıyı boğazlaman emrediliyor. Ne yaman çelişki değil mi? Demek ki, ne yaparsan yap, Onun emriyle yaparsan ancak hayır oluyor. Onun emrine kayıtsız kalarak öldürmemek ne kadar da öldürücü! Ve onun emriyle ölüme vesile olmak ne kadar hayat verici! Kötü-iyinin ne olduğunu belirlemek, çirkin ve güzeli ayırt etmek, hayır ve şerri belirlemek insanın keyfine bırakılmış değil. Unutma ki, kestiğin ya da kestirdiğin şey ne devedir ne inek ne de koyun. Şehvetini, hevanı, hevesini ve iradeni boğazlayıp, Onun rızasında fani etmelisin! Kurban günü, bayram sabahı, Ondan uzaklığın yitecek, Onun yakınlığını kazanacaksın! Bayram öylece yürüyecek yüreğine...
Hacdan dönmek olmaz Hac yolculuğunun yönü tam da hayatımızın aktığı yöne doğrudur. Hac, ruhumuzu çokluktan bire, muhitten merkeze doğru çekerek, hayatımızın kristalleştiği ölüm anına yakınlaştırır bizi. Kulluğumuzun sınanacağı keskin sıratlara değer ayaklarımız bu yolculukta. Böylece hesap gününe giden yol üzerine düşer Kâbenin yöresi. İstesek de yoldan dönmek olmaz.
Her gün beş vakit döndüğümüz yeri belleriz hacda. Vahdeti elle dokunulur, gözle görülür eyler Kâbe. Kıblemizi dosdoğru doğrulturuz. Bundan beri kıbleden dönmek olmaz.
Elimiz bir yanda otu ve bir saç telini bile koparmaktan men edilirken, diğer yanda bir hayvanı boğazlama emredilir. Anlarız ki, elimiz bile elimizde değilmiş ve irademiz de Onun elindeymiş. Öylece Ona ezelde verdiğimiz sözü yeniden hatırlarız. Gayrı sözden dönmek olmaz.
Şeytanı taşladığımız elimizle, Resulullahın (s.a.) mescidinde el bağlarız. Attığımız taşlarca şeytana nefret duyup, nefse ve hevaya baş kaldırırız ve Muhammede (s.a.) muhabbeti artırıp, biatımızı tazeleriz. Öyleyse biattan dönmek olmaz.
Öteden beri hasretini çektiğimiz yöreye varmakla, bir uzaklaşma değil, bir yakınlaşma duygusu yaşarız. Secdelerce yöneldiğimiz yön, alnımıza gurbet değil de sıla kokulu rüzgârlar değdirir olmalı. Değil mi ki, sılaya bir kez vardı mı, gurbete dönmek olmaz.
Ve illâ ki hacdan dönmek olmaz...
sorularlaislamiyet.com
Gidiyorsun. Bir ömür boyu bu yolculuğu beklemiştin. Belki kalbini gidenlerle birlikte oralara gönderdin, belki ruhunla hayalen tavaflar ettin. Şimdi ayaklarınla basa basa yola düştün işte. Belki daha önce uzun yolculuklara çıkmıştın, belki daha önce de hacca gitmiştin. Bilmelisin ki, hac yolculuğu diğer yolculuklarından farklıdır ve ayrı bir yöndedir. Şimdi her gün beş vakit yöneldiğin kıblene doğru yöneldin. Şimdi çokluktan birliğe uçuyorsun. Şimdi kendini keşfe gidiyorsun. Vardığın yerde kendini yeniden tanıyacak ve tanımlayacaksın. Daha önce hacca gitmiş olsan da, yine, yeniden yeni heyecanlar yüklenmelisin. Her hac yegânedir, bir tanedir değil mi? Kaç kez gidersen git, hacı olma heyecanı hep tazedir ve hep ilk kez hacı olmanın heyecanını taşıyor olmalısın. Yoksa tekrar gitme ihtiyacını niye hissediyor olasın ki? Hem sonra bu ilk haccın olmayabilir ama ya son haccınsa...
Yol
Şimdi yolcusun. Yolculuk hâli, yaşadığımız hayata daha çok yakın ve yakışır bir haldir. Hazır sırası gelmişken, hayatını ve çevreni bir de yolcu edasıyla seyretmeyi dene. Ayaklarının altından dünya toprağı kayıyor mesela. Alışık olduklarından uzaklaşıyorsun, Ona yakın olmak adına. Ölüm de böyledir ya! Uçarı bir kelebek heyecanını yüklenip, gördüğün herşeye eğreti bakışlar atıyorsun. Herşey sapından kopuyor, kökünden ayrılıyor, kabuğundan sıyrılıyor; günışığı eşyadan renklerini çekiyor. Sokaklar ve duvarlar incelip eriyor. Dünya toprağına sıkı sıkıya basmış ayakların tatlı bir rüzgâra karışıyor.
İhram
Yolcu dediğin dengini yeğni tutmalı. Dünya adına omuzladığın ne varsa at, kalbine yük ettiğin ne kadar dünyalık varsa geriye bırak. Zaten, birazdan giyeceğin ihram fazladan ağırlıklarını omzundan atmanı gerektiriyor. Beyaz bir bez içinde yalın ve yalnız bir yolcu edası giymişken, kendini de iptilalardan koparmalısın, yeniden yazmalısın kalbini. İhramı giymek için yalnız elbiselerini çıkarman yetmiyor. Küllî bir soyunuşu gerektiriyor ihramlanmak. Şimdiye kadar kendi kıymetinin ölçüleri bildiğin her şey, mevki, makam, milliyet, kavim, soy, sınıf meslekten yana ne varsa, hepsi ihramın beyaz yüzüne çarpıp eriyecek. Herkesten uzakta, tek başına sadece Rabbine kul olduğunu artık daha rahat görebilirsin. Seni kıymetlendirecek tek şey, Rabbine kulluğun, yalnız ve yalnız Ona kul olmandır. Renksiz, desensiz, rozetsiz ve bayraksız ihramın yalnız Rabbine nispet ediyor seni. Beyazlara büründükçe heva ve hevesin kökleri dünya toprağından çekiliyor. İhramın içinde emredemeyen, tek bir kıl bile koparamayan, helâl zevklerini dahi tadamayan teslim olmuş bir insansın artık.
Yöneliş
Gel gör ki, insan kolayca kabullenemiyor gidişini. Ayağın çıplak, başın açık ağırlığını unutmuş bir su damlası uçarılığında dünyanı ve dünya adına sevişlerini terk etmek için bu yola girdin. Bak, herkesle ve her şeyle olan bağların çözülmek üzere. Habire eğirip durduğun hayat yumağı dağılıverdi.
İncecik ve keskin bir yolculuk niyeti her şeyi ve herkesi arkada bırakmalı. O niyet ki, kalbimize düşer düşmez yaşadığımız mekânı solgun bir güle dönüştürür. Etraftaki her şey birden eğretileşir, âdeta arzın çekim alanından sıyrılır, uçuşmaya başlar. Mekânla olan bağların zayıflar, müphemleşir. Mekâna bağlılığın çözüldükçe, zamanın da senin üzerindeki hükmü ağırlaşır, bir mahpus edasıyla fenanın hükmünü boynuna dolanmış bulursun. Yarına randevu verememek bulunduğun anın daracık duvarlarını göğsüne bitiştiriverir. Zamanın paslı kılıcı değer yüreğine, ölümün soğuk nefesi yüzünü yalar geçer. Sen gidiyorsun, sen gidicisin; dönüyorsun, dönücüsün.
Yakınlık heyecanı
Evet, Kâbeye gidiyorsun. Hayat kırıntılarımızın göllendiği yere doğru gidiyorsun. Kulluğunun keskin sıratlarda sınanacağı yere uçuyorsun. Böylece hesap günü ile aynı yöne düşüyor Kâbenin yöresi. Hergün beş vakit döndüğün yere dönüyorsun. Öteden beri yönelegeldiği yöreye dönmek, bir geri dönüşü içerdiği için, insan bu yolculukta uzaklaşma değil, bir yakınlaşma duygusu yaşamalı. Gurbet değil, sıla kokmalı alnına değen rüzgârda.
Uzaklık korkusu
Ama hayır! Kâbeye yönelmek dehşetli bir uzaklık korkusunu da haber veriyor gibi. Mesele Kâbenin bulunduğumuz yere uzaklığı değil, bizim ubudiyet hâline uzaklığımızdır. Bu yolculuk, bu yöneliş o baş döndürücü uçurumu gün yüzüne çıkarıyor şimdi. Yüzünü herhangi bir duvara çevirir gibi kolayca ve üstünkörü kıbleye yönelişlerini hatırla. Döndüm kıbleye demek, Ondan başka her şeyden, Ondan haber vermeyen her şeyden yüz çevirmeyi gerektirmiyor muydu? Ne gam Kâbe çok uzaklarda olsa! Lâkin Rabbimize uzaklık kıble Kâbenin hakikatine sonsuz ırak eyliyor bizi. Kâbenin eteğine varsan da bu uzaklık erimeyebiliyor, arada uçurumlara baş gösteriyor. Bu uzaklık, bu uçurum baş döndürüyor, kalbi ürpertiyor! Nereye gitsen ayağını bu uçurumun kenarından uzak edemiyorsun.
Dilerim, Rabbim seni de beni de Kendine yakın eyler! Kâbeye yakınlaşma isteğin de bu duadan başkası değil.
Terkediş
Aslında, hacca ister var, ister varma, Kâbeden pek uzak düşmediğimizi de söylemem gerekiyor. Her gün beş vakit Kâbeye dönüp, Rabbimize ubudiyet sözü veriyor değil miyiz? Bu da bir Kâbe yolculuğudur aslında. Mesafeler kat edilmiyor bu yolculukta. Tek bir niyet menzile eriştiriyor bizi: kul olma niyeti. İşte bu niyettir ki, en bitmez mesafelerden daha uzak, en sarp dağların kestiği yollardan daha dolambaçlı, belki çöllerle ve dağlarla ölçülemeyecek bir yolun yolcusu eyler bizi. Kul olmaya niyet, en küllî terkedişleri içeren bir uzun ve keskin seferdir.
Varış
Ona, yalnız Ona dönmek nelerden koparmıyor ki bizi? Kıbleye dönmek, Onun delillerini gösterenlerden başka herşeye yüzçevirmektir. Peki, Onu göstermeyen bir şey var mı ki şu kâinat yüzünde? Herşey hâl diliyle Onu zikrederken, her zerre Ona tesbihfeşân iken, yüz çevireceğimiz ne kalır geriye? Hangi şey var ki Ondan söz açmıyor bize? Hayır, Onu göstermeyen bir şey yoktur. Olsa olsa Onu gösterenleri görmeyen biri vardır. Ona yönelmek ise, herşeye Onu görme niyetiyle bakmak demektir.
Ne ki, kendisini kendi başına buyruk bilen insan, eşyayı da kendi başına buyruk bilir. Eşyayı başkasını gösteren âyineler olmaktan çıkarır. Bu kör niyetle, kâinat dolusu aynalar kırılır; semâlar boyu güneşler ebediyen batırılır. İnsanın bakışı bir karadelik gibi, kâinattan nefsine gelen nurlu haberleri soğurup, herşeyi bir derin karanlığa itiverir. İşte Onu göstermeyen tek şey, tek karanlık nokta, nefsimize takılmış enaniyetimizdir. Şu halde, Kâbeye yöneliş, Onu göstermeyen ve başka herşeyin âyinesini paslandıran tek kara noktayı, yâni enaniyetimizi arkamıza atmayı gerektiriyor. Ve ancak kabını terkeden Kâbeye varır. Önünde o kara noktayı, yâni Kâbeyi bulduğunda, arkanda mutlaka karanlık bir nokta, yani benliğin kalacak. Kabından çıktığın an Kâbeni bulacaksın.
Tavaf
Kâbeye varmak da, kıbleye dönmek de, ben-merkezimizin yörüngesinden çıkıp, Rabbimizin marziyatı dairesinde bir tavafa girmeyi gerektiriyor. Tavaf odur ki, kendi başınalığını terk edesin, kendi heva ve hevesinin etrafında pervane olmaktan vazgeçesin. Öbür türlü, Kâbeye varmak da, Kâbeyi dolanmak da kolaydır. Kâbeye varmak benliği aşıp kulluğa ermeyi, çokluğu yırtıp birliğe erişmeyi bulmaktır. Yolculuğun şimdi ülkeni terk etmekle başlıyor, Kâbeye vardığında ise kendini terk edeceksin. Kara bir çiçeğin yakasında ak bir toz olup uçuşacaksın. Ve yol hiç bitmeyecek.
Say
Şimdi SafaMerve arasında yedi kez koşuyorsun. Kimden kaçıyorsun? Kime koşuyorsun? Ondan kaçıyor ama yine Ona koşuyorsun. Onun kahrından kaçıp yine Onun lûtfuna koşuyorsun aslında. Onun bu halimizle bizi ancak ateşe lâyık gören adaletinden, Onun lâyık olmadığımız halde cenneti ihsan eden fazlına koşmalı, sığınmalıyız.
Arafat
Şimdi herkesin akın akın gelip etrafında göllendiği Kâbeden ayrılış vakti. Ve aslında Kâbe dahi vuslata yetmiyormuş... Tavafta Ona teslimiyetin kıyısına kadar varmışken, sayde Ondan Ona koşma hürriyetinin zirvesine ermişken, kendin, kendi ikiliğini keşfettin. Teslim olan yanını, hür kalan yanını bildin. Şimdi Onu tanıma sırası. Arefe Onu bilme zamanı, Arafat Onunla bilişme, muarefe etme mekânıdır. Cennetten yana arzusunu soranlara Rabia Bana ev değil komşu lazım demişti. Şimdiye dek ev etrafında dönüp durduğun yeter, artık komşuyu tanıma zamanı. Kâbeden ayrıl; şimdi Bana Kâbeden daha yakınsın! diye fısıldanıyor kalbine. Ve varış Allahadır de. (Bak. Nûr 42 ve Fatır 18). Kâbeyi terket, Kâbeyi kutsal eyleyene yanaş! Mekkeye sırtını dön, Mekkeyi mübarek kılanla yüzleş. Ve anla ki, Onun vechinden başka herşey helâk olucudur. (Bak. Kasas 88). Kâbe de, Mekke de ve sen de Onun vechine dönük olduğunuz sürece helâketten ve hiçlikten kurtulabilirsiniz. Öyleyse Arafata koş. Allaha kaç!
Meşar
Gurub vaktine doğru, güneş Arafattan kaybolurken, sen de benliğinin yalancı aydınlığını kalbinin karasında yitirmeye çalış. Beyazlara bürülü bedenini yanına alıp, Arafattan boşanan kullara karış... Meşare doğru ak!. Kendini unutup, yalnızca Allahı hatırla! O nasıl seni hiçlik derelerinde unutmayıp varlık düzüne çıkardıysa, nasıl seni dalalet karanlığından hidayet nuruna yönelttiyse, sen de Onu öylece hatırla. Sen bundan önce unutulmuş da olabilir, dalalette de kalabilirdin. (Bak. Bakara 198).
Meşare (Müzdelifeye) karanlık düştüğünde varıyorsun, gece boyu bekliyorsun. Arafatta da gündüz boyu kalmıştın. Arafattaki muarefe yani tanışma ve bilişme ne kadar gündüzü ve aydınlığı gerektiriyorsa, Meşardeki şuurlanma da o kadar geceyi ve karanlığı istiyor. Gece boyu yalnız ve yalın kalıyorsun. Nazarını afaktan ve dışarıdan çekmeni, gözünü enfüse ve içeri çevirmeni kolaylaştırıyor gece. Göğün güneşi eksik ama yıldızlar ve ay karanlığı yırtarak uzanıyor sana. Öylece yüzünü arzdan semâya çeviriyorsun. Ama henüz sınav bitmiş değil. Yüzün semâda, gözün kalbinde iken, elini yere ve toprağa daldırıyorsun. Meşar toprağından çakıl taşları toplayacaksın. İllâ da kendi ellerinle! Tıpkı kimsenin kimseye faydasının dokunmadığı o günde olduğu gibi. Ardından kefen misali beyaz ihramınla, kara toprağa benzeyen gecenin koynuna uzanıyorsun.
Mina
Ve haşir sabahı... Yeniden diriliş... Günün ilk ışıklarının dürtmesiyle kendi yalnızlığından diriliyor, mahşerin kalabalığına karışıyorsun. Meşarin içe doğru yolculuğu dışarıya doğru vuruyor. Meşar gecesinin zahitleri şimdi Mina gündüzünün mücahidi olmaya hazırlanıyor. Meşar ile Mina arasındaki görünmez duvarı sadece geceyi gündüze kalbeden, güneşi döndüren, ayın ardı sıra güneşi getiren yıkabiliyor. Günışığı tenine değmedikçe, sınırından taşmak üzere olan o eşsiz kalabalıktan kimse o hayalî çizgiyi aşmaya, Meşarden ayrılmaya cesaret edemiyor. Gece boyu hayalî çizgiye varıp, geri püsküren o büyük kalabalık yalnız ve yalnız Allaha itaat etmenin o eşsiz özgürlüğünü yankılandırıyor. Sen de tıpkı çölün kumları arasından kopardığın taşlar gibi, arzın seni bağlayan zincirlerini kırmalısın. Ve ilk gün ışığının dokunmasıyla geliyor emir... Gelen bayram sabahıdır artık. Yorgun yüzlerde gezinen, çökmüş omuzlara inen bayram güneşinin sıcak dokunuşudur. Görüyorsun ya, güneş de haccediyor. Arafatta doğup bekliyor, Meşarden geçiyor ve senin önün sıra Minaya giriyor. Şimdi Minaya girdin ve emne vardın! Sınavı kazandığından emin olabilirsin. Şeytan taşlama imtiyazını nerden elde ettin sanıyorsun?
Şeytan taşlama
Elinle attığını taş sanma. Atmadan önce o taşları nasıl topladığını hatırla. Yüzünü arza dönerek, elini kirleterek seçip aldın hepsini. Şimdi avucundaki o minik şeyler, semâdan ve vahiyden yüz çevirip gafil olmakla kazandığın cehalet ve iradene dayanıp işlediğin şerlerdir. Taşları şeytana fırlatırken sendeki cehaleti, gafleti, şerri ve günahı da şeytana savur. Cehaleti ve gafleti kendinden uzaklaştır, şerri elinden taşlar gibi savur ki, Ona kurbiyetin yani yakınlığın artsın, kurbanın Ona yakınlık vesilesi olsun.
Ve kurban ve bayram! İhram içinde bir kılına bile dokunamazken, bir otu bile koparamazken, şimdi bir canlıyı boğazlaman emrediliyor. Ne yaman çelişki değil mi? Demek ki, ne yaparsan yap, Onun emriyle yaparsan ancak hayır oluyor. Onun emrine kayıtsız kalarak öldürmemek ne kadar da öldürücü! Ve onun emriyle ölüme vesile olmak ne kadar hayat verici! Kötü-iyinin ne olduğunu belirlemek, çirkin ve güzeli ayırt etmek, hayır ve şerri belirlemek insanın keyfine bırakılmış değil. Unutma ki, kestiğin ya da kestirdiğin şey ne devedir ne inek ne de koyun. Şehvetini, hevanı, hevesini ve iradeni boğazlayıp, Onun rızasında fani etmelisin! Kurban günü, bayram sabahı, Ondan uzaklığın yitecek, Onun yakınlığını kazanacaksın! Bayram öylece yürüyecek yüreğine...
Hacdan dönmek olmaz Hac yolculuğunun yönü tam da hayatımızın aktığı yöne doğrudur. Hac, ruhumuzu çokluktan bire, muhitten merkeze doğru çekerek, hayatımızın kristalleştiği ölüm anına yakınlaştırır bizi. Kulluğumuzun sınanacağı keskin sıratlara değer ayaklarımız bu yolculukta. Böylece hesap gününe giden yol üzerine düşer Kâbenin yöresi. İstesek de yoldan dönmek olmaz.
Her gün beş vakit döndüğümüz yeri belleriz hacda. Vahdeti elle dokunulur, gözle görülür eyler Kâbe. Kıblemizi dosdoğru doğrulturuz. Bundan beri kıbleden dönmek olmaz.
Elimiz bir yanda otu ve bir saç telini bile koparmaktan men edilirken, diğer yanda bir hayvanı boğazlama emredilir. Anlarız ki, elimiz bile elimizde değilmiş ve irademiz de Onun elindeymiş. Öylece Ona ezelde verdiğimiz sözü yeniden hatırlarız. Gayrı sözden dönmek olmaz.
Şeytanı taşladığımız elimizle, Resulullahın (s.a.) mescidinde el bağlarız. Attığımız taşlarca şeytana nefret duyup, nefse ve hevaya baş kaldırırız ve Muhammede (s.a.) muhabbeti artırıp, biatımızı tazeleriz. Öyleyse biattan dönmek olmaz.
Öteden beri hasretini çektiğimiz yöreye varmakla, bir uzaklaşma değil, bir yakınlaşma duygusu yaşarız. Secdelerce yöneldiğimiz yön, alnımıza gurbet değil de sıla kokulu rüzgârlar değdirir olmalı. Değil mi ki, sılaya bir kez vardı mı, gurbete dönmek olmaz.
Ve illâ ki hacdan dönmek olmaz...
sorularlaislamiyet.com