Düşündüren Hikâyeler

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Düşündüren Hikâyeler

RUHLARIN TANIŞMASI

Temiz ruhlar, Yüce Allah’a aşıktır.
Onlar yerde gökte Yüce Allah’a ait şeyler arar, sevgiyi yoklar, ihlâsı koklar, Arş’a kimden ne çıktığına bakarlar.
Oraya kim yönelmişse onusever, tanırvekendisine dua ederler.
Böylece ruhlar o iklimde tanışmış olurlar.

Bu durumu Efendimiz s.a.v. şöyle ifade buyurmuşlardır:

“İki müminin ruhu bir günlük mesafede karşılaşıp tanışır.
Halbuki onlar birbirlerini zahiren hiç görmemişlerdir.”
(Buharî)

Herim b. Hayyan rh.a. anlatır:

“Veysel Karanî Hazretleri’ni görmek için Kûfe’ye gittim.
Tek arzum kendisiyle görüşmek ve hayır duasını almaktı.
Onu öğle vakti Fırat kenarında abdest alırken buldum.

Kendisini ilk defa görüyordum. Anlatılan vasıflarından onu tanıdım.
Yanına vardım, selam verdim. O da selamımı aldı ve:

– Allah sana rahmet etsin. Nasılsın ey Herim b. Hayyan? dedi.

Ben, benim ve babamım ismini nereden bildi diye hayret ettim.

Kendisine:

– Allah sana rahmet etsin, benim ve babamın ismini nereden bildin?
Bundan önce seni hiç görmemiştim, dedim.

Biraz sükût etti ve:

– Bana senin ve babanın ismini her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah bildirdi.

Nefsim seninle konuşurkenruhum senin ruhunu tanıdı.
Hiç şüphesiz bedenler birbiri ile tanışıp kaynaştığı gibi, ruhlar daAllah sevgisiyle birbirlerini tanırlar ve severler.

Zahiren hiç karşılaşmamış, tanışmamış olsalar ve oturdukları yerler çok uzak da olsa bu böyledir, dedi.

(İbnu Asakir, Tarihu Dımaşk; Ebu Nuaym, Hilye; Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ)
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Gül Bahçesi...

Bir gezginin yolu günün birinde bir bahçeye varmış.
O bahçede yalnız gül yetişirmiş. Birbirinden narin ve zarif güller.
O güller kadar zarif ve latif bir hatun kapı önünde duruyormuş.
GEZGİN hatuna hayranlık ve saygı ile yaklaşıp kendisini takdim etmiş.
Ve hatundan adını bağışlamasını istemiş.

HATUN: Bana SEVGİ derler.

GEZGİN: Sevgi hatun burada yalnız mı oturuyorsunuz?

SEVGİ: Hayır eşimle beraber oturuyoruz. Ona İLİM derler.
Şu anda bahçede çalışıyor. Bıkmaz yorulmaz bir kişidir.

GEZGİN: Bahçeyi dolaşmama izin var mı?

SEVGİ: Hay hay... Lütfen ayakkabılarınızı çıkarın da SAYGI dediğimiz şu mesleri giyiniz.
Onlar öylece konuşurken İLİM çıkagelmiş. Bahçeyi birlikte dolaşmaya başlamışlar.
SEVGİ önde, İLİM ve GEZGİN arkada yürüyorlarmış...

Her gülün bir adı varmış. MUTLULUK, HOŞGÖRÜ, SABIR, KANAAT, ADALET, İRADE, ŞEFKAT, MERHAMET, AKIL, HİKMET, KUDRET, SAMİMİYET, TEVAZU, FAZİLET ve...
Bu kadar çeşitte ve bu kadar yoğunlukta güzellik, bu kadar bakım ve özen, böylesine bir düzen karşısında heyecanlanan ve hayrete düşen gezgin bahçıvan İLİM efendiye sormuş:
GEZGİN: Siz hangi gülün hangi isimde olduğunu bazen karıştırıyor musunuz?

İLİM: Bazen şaşırdığım oluyorsa da SEVGİ hemen yardımıma koşuyor, bana doğru ismi hatırlatıyor.

GEZGİN: Güllerin erip eriştiği bu toprağın bir özelliği var mı?

İLİM: Özelliği olup olmadığını bilmiyorum. Bu toprağı bize
VEFA adında bir dostumuz getirir. VEFA dostumuzun dediğine göre, örneğin; MERHAMETLİ bir insan görünce, ondan oluşan toprağı bize getirir, biz de onu MERHAMET gülünün altına serpiveririz veya ŞEFKATLİ bir insan görünce ondan oluşan toprağı bize getirir, biz de o toprağı ŞEFKAT gülünün altına sereriz ve bu böyle devam edip gider.

GEZGİN: Güller arasında aşı yapılıyor mu?

İLİM: Elbette HAYAL gülüne GERÇEK'i aşıladık; ÜMİT gülü oluştu.
İMAN gülüne HİZMET'i aşıladık; TESLİMİYET gülü oluştu. HİKMET gülüne AKIL 'ı aşıladık; İRADE gülü oluştu. Bu aşıları sürekli yapmak zorundayız.

Örneğin; o muhteşem ADALET gülüne KUDRET gülünü aşılamazsak, ADALET hemen sararıp soluyor, aciz kalıyor.
KUDRET gülüne ADALET'i aşılamazsak, KUDRET gülünün toprağında ZULÜM böcekleri üreyiveriyor.

GEZGİN: Bu aşıları siz mi yapıyorsunuz?

İLİM: Çelikleri ben hazırlıyorum ama aşıyı koyup kovuşturan eşim SEVGİ'dir. O ilham kalemini eline alır, aşılanacak varlığın AKIL perdesini yumuşak yumuşak aralar, böylece o varlığın gönlüne ulaşır, oraya aşı çeliğini bir güzel yerleştirir. Sonra da oluşan bütün kader sicimi ile tatlı tatlı sarar. Ben de bütün bu işleri, bu aşamaları her seferinde aynı dolgun zevk ve heyecan içinde seyrederim. Sanki o anda Rabbim yanımızdaymış gibi...

GEZGİN: Tercih ettiğiniz güller var mı?

İLİM: Aslında yok. Fakat eşim SEVGİ,
HOŞGÖRÜ için; "O benim beş duyumdur." der.
SAMIMIYET için; "O benim AHLAKIMDIR." der.
TEVAZU için; "O benim EDEBİM'dir." der, ama ÜMİT'e fazlaca düşkün galiba...
Zira ÜMİT için; "O benim kanımdır." der durur...
Birkaç gün sonra gezginimiz bir kasabaya varmış... Bir kahvehaneye girmiş. Burası oldukça tenha imiş. Kuytu bir kösede bir kişi oturuyor ve çay içiyormuş... Gezginimiz bu zata yaklaşmış, yanına oturmuş, kendisini takdim etmiş, adını bağışlamasını dilemiş...

O zat demiş ki: "Bana ÂDEM derler." Gezginimiz başından geçenleri; gül bahçesini, iki soylu bahçıvanı, konuşmaları anlatmış. Âdem dinlemiş.

Sonunda demiş ki: "O bahçeye, İNSANLIĞIN KEMAL BAHÇESİ derler."......
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Hak dostlarından Rabî Hazretleri’ne felç isâbet etmişti. Bir gün kapısına bir yoksul geldi. Rabî Hazretleri:
–Ona bir şeker verin! dedi. Çünkü kendisi şekeri çok severdi.
“Sevdiklerinizden infâk etmedikçe birr’e (hayrın kemâline) eremezsiniz!..”(Âl-i İmran, 92) âyet-i kerîmesini böyle anlıyordu.
Rabî Hazretleri’nin ağrısı iyice artınca, canı tavuk eti istedi. Fakat kırk gün kendini tutup, tavuk eti yemedi. Bir gün hanımına:
–Kırk gündür canım tavuk eti istiyor. Belki vazgeçebilirim diye kendimi tutmaya çalışıyorum. dedi.
Hanımı:
–Fesübhânallâh! Şu kendini yemekten alıkoyduğun şeye bak! Bunu Allah sana helâl kılmıştır! dedi.
Rabî Hazretleri’nin hanımı hemen çarşıya gitti ve bir tavuk aldı. Tavuğu kesip kızarttı.
Güzel de bir ekmek yaparak çeşitli katıklardan oluşan bir sofra hazırlayıp getirdi ve Rabî Hazretleri’nin önüne koydu. Tam o esnâda kapıya bir yoksul gelip:
–Allah rızâsı için bir sadaka verin ki Allah size bereket versin! dedi.
Bunun üzerine Rabî Hazretleri, tavuğu yemekten vazgeçerek hanımına:
–Al bu tavuğu, şu muhtâca ver! dedi. Hanımı:
–Fesübhânallâh! deyince Rabî Hazretleri:
–Sana dediğimi yap! dedi. Bu sefer hanımı:
–Bâri, onun için daha hayırlı olacak bir şey yap. dedi.
Rabî Hazretleri:
–Peki, ne yapayım? diye sorunca, hanımı:
–Tavuğun parasını verelim, sen de arzuladığın tavuğu ye! dedi.
Rabî Hazretleri:
–Gayet güzel bir teklif! Bu tavuğu alacak kadar bir para getir!”dedi.
Hanımı parayı getirince de:
–Şimdi parayı şu tavuğun yanına koy ve ikisini de o zâta ver! dedi.
Hanımı da hem parayı hem de tavuğu götürüp yoksula verdi. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân)

Şüphesiz ki bu hâl, cömertliğin zirve seviyesi olan “ÎSÂR” fazîletidir. Yani kendi imkânlarını, Allah rızâsı için bir din kardeşine devredebilme fedâkârlığıdır. Cenâb-ı Hak bu fazîleti âyet-i kerîmede ne güzel tarif ve taltîf eder: “Onlar kendi canları çektiği hâlde, yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler: «Biz sadece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.» (derler). İşte bu yüzden Allah, onları o günün fenâlığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir…” (el-İnsân, 8-11)
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Misafire İkramın Değeri

Eskilerden biri akşam yemeğini sarayda yemek üzere halifenin davetlisiydi. Hızlı hızlı saraya doğru giderken önüne biri çıktı. Önüne çıkan adama kim olduğunu sordu. Adam:
- Ben yolcuyum. Buranın yabancısıyım. Aç ve yorgunum, dedi. O da:
- Ben halifenin davetlisiyim. Gel beraber gidelim, dediyse de misafir:
- Benim halife ile ne işim olacak. Senin bana vereceğin bir tas çorban varsa ver, yoksa bırak, deyince fazla ilgilenmeyip saraya doğru yöneldi.
Davetten sonra dönüşte baktı ki, adam bir kenara kıvrılmış uyuyor. Uyandırmak istemedi ve "Sabah uyanacağı vakitte gelir ve karnını doyururum" diye düşündü, evine gitti, yattı ve uyudu.
O gece bir rüya gördü. Kendisi bir çöldeydi. Yüzünden ışıklar saçılan büyük bir kalabalık ve o kalabalığın önünde de daha nurlu bir zat bulunuyordu.
Bunların kimler olduğunu sordu. Kendisine:
- Bunlar 124 bin Peygamberdir. En önde olan da son Peygamber Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v.) dır, dediler.
Hemen Peygamberimiz'in elini öpmek istediyse de, Peygamberimiz elini vermedi. Ve buyurdu ki:
- Biz, sevdiklerimizden bir tas çorbayı esirgeyenlere elimizi vermeyiz.
Uyanır uyanmaz hemen akşamki yabancıyı bulmak için koştu. O, henüz kalkmış ve yola koyulmuştu. Geri çevirmeye uğraştı ve "Ne olur bir tas çorbamı iç" diye yalvardı. Yabancı adam ısrarlara rağmen kabul etmedi ve şöyle dedi.
- Senin bir tas çorba vermen için illâ da 124 bin Peygamberi seferber mi etmek lâzım? O güçte olmayanlar ne yapacaklar?
Bundan sonra o zat rastladığı hiç bir misafire yemek ikram etmeden göndermezdi. Hatta kendisine misafir olup yemeğini yemesi için yalvarırdı.

Alıntı
 
Üst