Allah-u Teâlâ'nın En Güzel İsimleri Esmâü'l-Hüsnâ

kurtuluş

KF Ailesinden
Özel Üye
"En Güzel İsimler Allah'ındır.

O Halde Allah'a O Güzel İsimlerle Duâ Edin.

O'nun İsimleri Hususunda Eğriliğe Sapanları Bırakın.

Onlar Yakında Yaptıklarının Cezalarını Göreceklerdir."


(A'râf: 180)

"Allah'ın Doksan Dokuz İsmi Vardır.
Kim Bu İsimleri Hıfzederse Cennete Girer.
Allah Tektir, Teki Sever."

(Buhârî - Müslim)

"Göklerde ve Yerde Bulunanların Hepsi Allah'ı Tesbih Ederler.
Mülk O'nundur, Hamd O'na Mahsustur. O Her Şeye Kadirdir."

(Teğabün: 1)


ALLAH-U TEÂLÂ'NIN EN GÜZEL İSİMLERİ
ESMÂÜ'L-HÜSNÂ


Başyazı - Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'lerde; yerdeki ve gökteki, canlı cansız her şeyin Allah-u Teâlâ'yı tesbih ettiği haber verilmektedir:
"Yedi gök ve yer, bir de bunların içinde bulunanlar Allah'ı tesbih ve tenzih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O halim olandır, çok bağışlayandır." (İsrâ: 44)


Varlıklar; akıl sahibi olanlar ve akıldan mahrum olanlar olmak üzere ikiye ayrılır. Akıl taşıyan varlıklar söz ve dil ile, akıldan mahrum bulunan varlıklar da rivayete nazaran yalnız hâl lisanıyla Hakk Teâlâ Hazretleri'nin vahdâniyet ve samedâniyetini, her türlü kusur ve noksandan münezzeh oluşunu ikrar ve itiraf etmektedirler.

Tesbihat:

(Allah-u Teâlâ'yı noksan sıfatlardan tenzih etmek)

Tesbih; kulun îlahî buyruklara baş eğerek, Allah-u Teâlâ'yı her türlü noksanlıklardan, beşeri sıfatlardan tenzih etmesi ve kemal sıfatlarıyla O'nu övüp tâzimde bulunmasıdır.

O Allah ki, ortağı ve benzeri olmayan bir Allah'tır. Hiçbir varlığa benzemez, hiçbir varlık da kendisine benzemez ve benzetilemez. Zerreden kürreye kadar ne varsa O'nun varlığı ile var olmuştur.

O'nun zâtı yarattığı varlıklara benzemediği gibi, sıfatları da mahlukatın vasıflarına benzemez. Her cihetten tektir.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Rabb'in dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir, yücedir." (Kasas: 68)

Tercih ve irade sadece O'nundur. Yarattıklarından hiçbirinin O'na karşı tercih hakkı yoktur. O'nun verdiği hükme hiç kimse itiraz edemez.

"Göklerin ve yerin Rabb'i, arşın da Rabb'i olan Allah, onların vasıflandırdıkları noksan sıfatlardan münezzehtir." (Zuhruf: 82)

Bütün bu mükevvenâtın yaratıcısı O'dur. O tektir, birdir, O'nun benzeri ve dengi yoktur.

"Âlemlerin Rabb'i olan Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir." (Neml: 8)

Allah-u Teâlâ kendi zâtını, kendisine lâyık olmayan teşbih ve benzeri şeylerden tenzih etmektedir.

"Her şeyin hükümranlığı elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir." (Yâsin: 83)

Her şeye sahip olmak Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. İnsanların bir şeye sahip olmaları hakiki değil, geçicidir.

Göklerin ve yerin anahtarları O'nun yed-i kudretindedir. Yaratmak da emretmek de yalnız O'na mahsustur.

"Senin çok üstün çok güçlü olan Rabb'in, onların isnâd etmekte oldukları vasıflardan münezzehtir." (Saffat: 180)

Kuvvet ve kudretine karşı gelinmesine ihtimal bulunmayan Zât-ı kibriyâ, o müşriklerin kâfirlerin isnad ettikleri eksik sıfatlardan münezzehtir, pek çok yücedir.



Yarattığı Her Şey O'nu Tesbih Eder:


Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'lerde; yerdeki ve gökteki, canlı cansız her şeyin Allah-u Teâlâ'yı tesbih ettiği haber verilmektedir:

"Yedi gök ve yer, bir de bunların içinde bulunanlar Allah'ı tesbih ve tenzih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O halim olandır, çok bağışlayandır." (İsrâ: 44)

Varlıklar; akıl sahibi olanlar ve akıldan mahrum olanlar olmak üzere ikiye ayrılır. Akıl taşıyan varlıklar söz ve dil ile, akıldan mahrum bulunan varlıklar da rivayete nazaran yalnız hâl lisanıyla Hakk Teâlâ Hazretleri'nin vahdâniyet ve samedâniyetini, her türlü kusur ve noksandan münezzeh oluşunu ikrar ve itiraf etmektedirler.

Zira yoktan meydana gelen bir âlemin mâhir bir sanatkâra ve büyük bir yaratıcıya, vahdaniyet ve samedâniyet gibi kemal sıfatlarını kendinde toplamış ibadet ve tâzime lâyık bir zâta her cihetten ihtiyacı kati delillerle sabit ve apaşikârdır.

"Yerde ve gökte eğer Allah'tan başka ilâh bulunmuş olsaydı, ikisi de bozulup giderdi." (Enbiyâ: 22)

Âyet-i kerimesinden anlaşılacağı gibi, varlıkların ister yıldızlar gibi yüksekte, ister hayvanlar ve bitkiler gibi yeryüzünde bulunsun; binlerce seneden beri değişmez ve sarsılmaz bir kaide ve hikmet üzere devam edegelmesi Cenâb-ı Allah'tan başka bir ilâh olmadığına kati surette delâlet etmektedir.

Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Göklerde ve yerde olanların hepsi; mülkün sahibi, mukaddes, aziz, hakim olan Allah'ı tesbih ederler." (Cum'a: 1)

Bu tesbih yaratılışta mevcuttur. Bütün varlıklar O'nun kudretine, azametine işaret ve şehâdet eder durur.

Buradaki "Yüsebbihu" kelimesi devamlılık ifade etmektedir. Yani her an, sürekli devam eden bir tesbihtir.

"Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah'ı tesbih ederler. Mülk O'nundur, hamd O'na mahsustur. O her şeye kadirdir." (Teğabün: 1)

O'nun her şeye gücü yeter. Bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece "Ol!" der, o da derhal oluverir.

Bugün fakir ve güçsüz gibi görünenleri yarın kuvvetlendirip büyük gâlibiyetlere erdirmeye, zengin veya güçlü zannedilenleri zelil ve perişan etmeye kadirdir. Dilemediği hiçbir şey de olmaz.

"Göklerde ve yerde olan kimselerle, sıra sıra uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi duâsını ve tesbihini bilir. Allah onların yaptıklarını bilmektedir." (Nûr: 41)

İnsanlar, melekler, cinler, bitkiler ve cansızlar, havada kanat çırpan kuşlar O'nu tesbih etmektedirler. Bütün yaratıklar, hareketleri ve durmaları ile Allah-u Teâla'nın varlığına, birliğine, eksiklik şüphesinden münezzeh oluşuna fiilen delâlet edip durmaktadırlar. Hepsi O'ndan dilek diler, hepsi O'nu kendine göre takdis eder.

"Melekleri görürsün ki, Rabb'lerini hamd ile tesbih ederek arşın etrafını kuşatmışlardır." (Zümer: 75)

Allah-u Teâlâ'nın azamet ve kudretini zikir ile pek çok ruhânî lezzetlerle tatmış olurlar.

Bu ilâhî beyanlar müminleri Allah-u Teâlâ'yı tesbih ve takdis etmeye teşvik etmektedir.

Bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyurur:

"Eğer onlar büyüklük taslarlarsa (bilsinler ki), Rabb'inin nezdinde bulunanlar gece gündüz O'nu tesbih ederler ve hiç usanmazlar." (Fussilet: 38)

İbadet vazifelerini huzurla rûhânî bir zevkle yerine getirirler.

Bütün varlıklar O'nu bilip tespih ederken nankör insan O'nu bilemedi, bulamadı ve bir de apaçık hasım kesildi.

"İnsan, bizim kendisini nutfeden (kerih bir sudan) yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)

Halbuki sen Allah ile kâimsin ve fakat hâlâ bunun böyle olduğunu idrak edemiyorsun. Ne zaman idrak edeceksin? Kuvvet ve kudret sahibi varlığını senden çekince mi anlayacaksın?

Her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur. O herşeyi çepeçevre kuşatmıştır. Her şey her şeyi kuşatmıştır, O ise herşeyi kuşatmıştır.

"Allah herşeyi çepeçevre kuşatandır." (Nisâ: 126)

Allah-u Teâlâ her şeyi çepeçevre kuşattığından dolayı nereye baksan yalnız O'nu göreceksin.



İlâhî Emir:


Tesbih, tevbenin anahtarıdır, hatta özüdür. Allah-u Teâlâ'yı tesbih etmek günahların bağışlanmasına vesiledir.

Âyet-i kerime'lerde tesbih, sarih olarak emredilmektedir:

"Çok büyük olan Rabb'inin ismini tesbih et." (Vâkıa: 74 ve 96)

"O çok yüce Rabb'inin ismini tesbih et!" (A'lâ: 1)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime'ler nazil olunca ruküda "Sübhane Rabbiyel Azîm", secdelerde ise "Sübhane Rabbiyel A'lâ" denilmesini beyan buyurmuşlardır. (Ahmed bin Hanbel)



Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- der ki:

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ve askerleri (sefer sırasında) tepeleri tırmandıkça Tekbir getirirler, inişe geçince de Tesbih'te bulunurlardı.

Namaz dahi buna göre vâzedildi."
(Ahmed bin Hanbel)

Yamaçlarda "Allah-u Ekber" diye tekbir getirirler, inişlerde "Sübhânellah" diye tesbihte bulunurlardı.

Rivâyet ayrıca namazdaki tekbir ve tesbihlerin de buna benzetilerek namazda yer aldığını belirtmektedir. Yani rüku ve secde hallerinde tesbih, rüku ve secdeden doğrulurken tekbir getirilmektedir.



Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyurulmaktadır:

"Rabb'ini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol!" (Hicr: 98)

Çünkü insan bu sayede ruhen inşirah bulur, içi nûrlanır, ilâhî lütuflara ve yardımlara mazhar olur.



"Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de Rabb'ini hamd ile tesbih et.

Gece saatleri ve gündüzleri de tesbih et ki Rabb'inin rızâsına eresin."
(Tâhâ: 130)

Allah-u Teâlâ'yı hamd ile tesbih etmek, müslümanın dünya saâdeti ahiret selâmeti elde etmesinin de vesilesidir.



"Günahının bağışlanmasını iste! Rabb'ini akşam sabah hamd ile tesbih et!" (Mümin: 55)

Gideremediğin eksiklikleri örtmesi için Rabb'inin mağfiretini iste. İbadet ve taatların, hamd ve övgülerin devamlı olsun.



"Gecenin bir kısmında ve secdelerin ardından O'nu tesbih et!" (Kaf: 40)

Her namazı müteâkip Allah-u Teâlâ'yı tesbihte, hamd ve senâda bulun.



"Kalkarken Rabb'ini hamd ile tesbih et! Gecenin bir kısmında ve yıldızlar kaybolurken de O'nu tesbih et!" (Tur: 48-49)

Sabaha yakın seher vakitlerinde uykuyu istirahati terk ederek uyanmak, ibadet ve taat için hazır bulunmak din-i mübine bağlılığın nişanesidir.



"Gecenin bir kısmında O'na secde et ve O'nu geceleri uzun uzun tesbih et!" (İnsan: 26)

Gece karanlığında insanlar uyurken Rabb'ine münâcaata dalıp namaz kıl, geceyi çokça ibadetle geçir.



"O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından haberdar olarak O yeter." (Furkân: 58)

Hiç kimse bilmese de O'nun bilmesi yeterlidir. Başka hiçbir ceza vermeyecek olsa bile, yalnız bilmesi bir ceza olarak kâfidir.



"Şüphesiz gece kalkıp ibadet etmek daha tesirli ve o zaman okumak daha elverişlidir. Çünkü gündüz seni uzun uzun alıkoyacak işler vardır." (Müzzemmil: 6-7)

Allah-u Teâlâ'yı tesbih edip şanına layık olmayan vasıflardan tenzih eden, O'nu kemâl ve cemâl sıfatları ile tavsif eden bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlak-ı zemimelerden, hayvanî sıfatlardan temizler.

Nitekim Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"İhsanın karşılığı ancak ihsan değil midir?" (Rahman: 60)

Güzelliğin karşılığı güzellik, güzel iş yapanın mükâfâtı güzel sevaptır.



O Öyle Bir Allah'tır ki...


Allah-u Teâlâ ulûhiyetini ve vahdaniyetini, ilim ve rahmetiyle şânını ve yüceliğini, bazı isim ve sıfatlarıyla anlatarak Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"O öyle bir Allah'tır ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur." (Haşr: 22)

Mevcud-u hakiki O'dur, O'ndan başka ulûhiyete müstehak kimse yoktur.

Kullarının ibadetlerine mâbud O'dur, O'ndan başka mâbud yoktur.

"Görülmeyeni de bilir, görüleni de bilir." (Haşr: 22)

Kâinatın bilgisi O'ndadır. Ne yeryüzünde ne gökyüzünde, ne büyük ne küçük hiçbir şey O'ndan gizli ve saklı değildir. Geçmişte ne olduysa, halde ne oluyorsa, gelecekte ne olacaksa hepsini en ince teferruâtıyla bilir. O'nun ezelî ve ebedî ilminden hiçbir zerre bile uzak değildir.






ESMÂ'ÜL-HÜSNÂ
(ALLAH-U TEÂLÂ'NIN EN GÜZEL İSİMLERİ)


Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"En güzel isimler Allah'ındır. O halde Allah'a o güzel isimlerle duâ edin. O'nun isimleri hususunda eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yakında yaptıklarının cezalarını göreceklerdir." (A'râf: 180)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bu isimleri hıfzederse cennete girer. Allah tektir, teki sever." (Buhârî-Müslim)

Tirmizi'nin rivayetinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın isimlerini şu şekilde beyan buyurmuştur:



Allah: Zâtından başka hiçbir ilâh bulunmayan Vâcibül vücud'un zât ismi olup, ulûhiyete mahsus sıfatların hepsini kendisinde toplamıştır. İsimler içinde en büyüğü en mübarek olanıdır.

Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır.

"Hiç sen Allah'ın ismini taşıyan başka birini bilir misin?" (Meryem: 65)

Allah ism-i şerifi başka dillere çevrilemez. Farsça'da "Hüdâ", Türkçe'de "Tanrı", İngilizce'de "God"; Allah ism-i şerif'inin karşılığı değil, "İlâh"ın karşılığıdır.

Allah ism-i şerif'i herhangi bir kelimeden türetilmiş veya başka bir dilden Arapça'ya nakledilmiş değildir. Başlangıçtan itibaren has bir isim olarak kullanılmıştır. Allah-u Teâlâ'nın Zât-ı Akdes'i bütün isimler ve vasıflardan önce bulunduğu gibi, Allah ism-i şerif'i de öyledir.

Dikkat edilirse "Allah" İsm-i celâl'inin her harfinde O vardır. Şöyle ki;

Baştaki elif kaldırılırsa "Lillâh" olur, "Allah için" demektir. Birinci lâm kaldırılırsa "Lehu" olur, "O'nun için" demektir. İkinci lâm kaldırıldığı zaman "Hû" kalır, o da Allah-u Teâlâ'ya râcidir.

Bu ism-i şerif ulûhiyet vasfından değil, ulûhiyet mâbudiyet vasfı ondan alınmıştır.

Allah-u Teâlâ, ibadet edilen zât olduğu için Allah değil, Allah olduğu için kendisine ibadet edilir. O'nun ilâhlığı, tapılmayı ve kulluk edilmeye lâyık olması kendiliğindendir.

Bir insan puta tapar, ateşe güneşe, veya sevdiği bazı şeylere tapar. Taptığı zaman onlar ilâh olurlar. Bunlardan vazgeçilip cayıldığı zaman onlar ilâhlık özelliklerini kaybederler. Halbuki insanlar Allah-u Teâlâ'yı ister Mâbud tanısın, ister tanımasınlar, O bizzat Mâbud'dur. O'na herkes ibadet ve kulluk borçludur.

O Allah ki, ortağı ve benzeri olmayan bir Allah'tır. Hiçbir varlığa benzemez, hiçbir varlık da kendisine benzemez. O'nun Zât'ı, cisimlere benzemediği gibi yakınlığı da cisimlerin yakınlığına benzemez. Zât'ı varlıklara benzemediği gibi sıfatları da mahlûkların vasıflarına benzemez.

Âyet-i kerime'lerde:

"En yüce vasıflar ise Allah'ındır." (Nahl: 60)

"Âlemlerin Rabb'i olan Allah'ın şanı ne kadar yücedir." buyruluyor. (A'râf: 54)



Rahman: Dünyada kendisine inananı inanmayanı, itaat edeni etmeyeni ayırdetmeden bütün mahlukatına sayısız nimetler bahşeden, onları esirgeyen.

"O Rahman'dır." (Haşr: 22)

Bu da Allah-u Teâlâ'ya mahsus bir isimdir. Fakat zât ismi değil, sıfat ismidir, "Rahmeti büyük" mânâsınadır.

Rahman; rahmet kelimesinden türemiş olup son derece merhametli demektir. Allah-u Teâlâ'nın rahmeti ezelden ebede sonsuzdur. O'nun bütün âlemleri, canlı cansız bütün varlıkları yaratması, canlılara rızık vermesi, her şeyi yerli yerinde nizama koyması, sonsuz rahmetinin bir neticesidir. Hatta bu rahmet o kadar umumi ve şümullüdür ki; mümin-kâfir, mûtî-âsî, âlim-cahil, çalışkan-tembel, haklı-haksız... ayırmadan rahmetini herkese her mahluka şâmil kılmıştır.

O Rahman'dır, bütün âlemleri rahmeti ile kuşatmıştır.

Bunu da bilebilmen için hiç olduğunu ve bir maskeden ibaret olduğunu görmen lâzımdır. Ancak o zaman husule gelir.

Zira Âyet-i kerime'sinde:

"Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır." buyuruyor. (Nisâ: 126)

Sen ise onu da bilmiyorsun ve görmüyorsun.



Rahim: Çok merhamet eden, inanıp salih ameller işleyenleri, verdiği nimetleri iyiye kullananları ahirette daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırandır.

Dünyada inananı-inanmayanı, çalışanı-çalışmayanı ayırdetmeden bütün mahlukatına sayısız nimetler bahşedip, onları esirgerken; âhirette de inananı, çalışanı ayırıp, onları mükâfatlandırması işte bu rahim sıfatının bir neticesidir.

"O Rahim'dir." (Haşr: 22)

Allah-u Teâlâ'nın "Rahman" oluşu başlangıcı olmayışı, "Rahim" oluşu ise ölümsüzlüğe göredir. Bundan dolayıdır ki yaratıklar, Allah-u Teâlâ'nın Rahman olmasıyla başlangıçtaki rahmetinden, Rahîm olmasıyla da sonuçta meydana gelecek merhametinden doğan nimetler içinden büyürler. Hem müminlerin hem kâfirlerin Rahman'ı, fakat yalnız müminlerin Rahîm'idir.

"Bize acı!" (Bakara: 286)



Melik: Zâtında ve sıfatında her vâsıtadan müstağnî olan; mülk ve melekûtün yegâne sahibi, hakiki mutasarrıfı, mutlak hükümdârı.

"O Melik'tir. (Mülkün sahibidir.)" (Haşr: 23)

Bir kul ne kadar güçlü hükümdar olursa olsun, mülkün gerçek sahibine muhtaçtır, mülk ve iktidarı geçicidir.

Her şey O'nun tasarruf ve iktidarı altında O'na tâbidir. Hakimiyetini sınırlayan hiçbir şey yoktur.



Kuddüs: Her türlü eksikliklerden ve noksanlıklardan münezzeh, pâk ve temiz olan.

"O Kuddüs'tür. (Her türlü eksiklikten yücedir.)" (Haşr: 23)

O her türlü duygu ve düşüncenin tasavvur edebileceği vasıflardan pâk ve yücedir. O'nun kemâli de sınırlandırılamaz, insan aklının çok ötesinde kemal sıfatları ile muttasıftır. O hiçbir sınır ve tasavvura sığmaz, hiçbir şirk kabul etmez, mülküne kimseyi ortak kılmaz.



Selâm: Yarattıklarına zulmetmekten müberrâ olan, onları tehlikelerden selâmete çıkaran, bahtiyar kullarına selâm edendir.

"O Selâm'dır. (Selâmet verendir.)" (Haşr: 23)

İslâm ve imanını kemalleştiren bir mümin, selâm sıfatının tecellisine mazhar olur, müslümanlar onun dilinden ve elinden selâmette kalırlar ve o kimse selim bir kalp ile Hakk'a kavuşma nimetine erer.

İnananlar Rabb'lerinin hıfz-u himayesi altında emniyet ve huzur içindedirler.

Her selâmetin kaynağı O olduğu gibi, selâmet arayanları selâmete erdirecek olan da O'dur.

Bu ism-i şerif çok esrarlıdır.

Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Cennet ehli bulundukları nimetler içinde zevke ererken ansızın üzerlerine bir nur parıldar. Başlarını kaldırınca bir de ne görsünler, Rabb'leri onlara üstlerinden nazar etmekte ve:

"Ey cennetlikler! Selâm üzerinize olsun!" buyurmaktadır.

İşte:

"Çok merhametli bir Rabb olan Allah'tan onlara söz olarak selâm gelir." (Yâsin: 58)

Âyet-i kerime'si bunu belirtmektedir.

Bunun üzerine onlara nazar buyurur, onlar da O'na bakarlar ve baktıkları süre içinde diğer nimetlerden hiçbir şeye iltifat etmezler. Bu hal araya perde girinceye kadar devam eder ve Rabb'lerinin nuru onların ve yerlerin üzerinde kalır."
(İbn-i Mâce. Mukaddime: 13)




Mümin:
İmanı ihsan buyuran, emniyet bahşeden, kendisine iltica edip sığınanları hususi himayesine alıp muhafaza eden ve huzura erdiren.

Her türlü tehlike ve felâketten emniyet ve eman veren O'dur, her şey her an O'na yönelip sığınmaya muhtaçtır.

"O Mümin'dir. (Emniyete kavuşturandır.)" (Haşr: 23)

Mümin kullarının kendisine iman edişlerini tasdik eder.

Bu isimde insan Allah-u Teâlâ'nın ulvî sıfatlarından birisi ile vasıflanıyor. Bu iman sıfatı ile en yüce makam olan Mele-î âlâ'ya yükseliyor.



Müheymin: Yarattığı bütün varlıkları görüp gözeten, murakaba eden, sevk ve idare eden, her şeye şahid olan, koruyan mutlak hükümran O'dur.

"O Müheymin'dir. (Gözetip koruyandır.)" (Haşr: 23)



Aziz: Mağlup edilmesi mümkün olmayan yegâne gâlip, dengi ve benzeri bulunmayacak derecede değerli ve şerefli, güçlü ve daima üstün.

"O Aziz'dir. (Emrinde galip olandır.)" (Haşr: 23)

Mukaddes şânına saldırıda bulunanların, şirk koşmak isteyenlerin cezasını verir, şiddetli intikamıyla mağlup ve perişan eder. Her şeye hükmünü geçirir. Kâinatın düzeni O'nun koyduğu kanunlara göre cereyan eder. Mutlak galip O'dur.

Gâlip gelmek, mağlup olmamak ancak O'nunla mümkündür.



Cebbar: Her türlü perişanlıkları düzeltip yoluna koyan, dilediğini dilediği şekilde yaptırmaya muktedir olan, varlığı çok yüce olan.

"O Cebbar'dır. (İstediğini yaptırandır.)" (Haşr: 23)

Hiçbir güç ve kuvvet O'na muhalefet edemez, hükmünü dilediği şekilde yürütür.



Mütekebbir: Azamet ve ululukta eşi olmayan, her şeyde her hadisede büyüklüğünü gösteren.

"O Mütekebbir'dir. (Büyüklükte eşi olmayandır.)" (Haşr: 23)

Büyüklük, yücelik, kibriyâ sıfatlarının yegane sahibi O'dur. O'ndan başka hiç kimseye mütekebbir denilemez. Zira kibirlenmek ve büyüklük taslamak yaratıkların hak ettikleri bir sıfat değildir.



Hâlık: Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, yaratan ve tedbirini görüp ihtiyaçlarını yerleştiren.

"O öyle Allah'tır ki; Hâlik'tır. (Yaratandır.)" (Haşr: 24)

Her şeyi tam kemaliyle takdir ve icad ederek yaratan ancak Allah-u Teâlâ'dır.

"İşte Rabb'iniz Allah budur. O her şeyin yaratıcısıdır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde nasıl olup da döndürülüyorsunuz?" (Mümin: 62)

Rubûbiyet, ulûhiyet ve mâbudiyet ancak O'na mahsustur. O'na ibadet ve taati terk ederek başkalarına tapınmaya, itaat göstermeye nasıl cür'et ediyorsunuz?



Bâri: Her yarattığını birbirine uygun, yeni bir icad ile nümunesiz olarak yoktan yaratan.

"O öyle Allah'tır ki; Bâri'dir. (Var edendir.)" (Haşr: 24)

Kadir-i mutlak olan O'dur.



Musavvir: Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet veren, düzenleyip en güzel bir biçimde tertip eden, güzelliğinin kemalini gösteren.

"O öyle Allah'tır ki; Musavvir'dir. (Şekil verendir.)" (Haşr: 24)

Bütün âlemleri yaratan, terbiye eden, her şeye şekil veren Allah'tır. Topraktan yaratıyor, toprağın üzerinde gezdiriyor, topraktan rızıklandırıyor. Bütün nimetlerini ve ziynetlerini tepsisinin üzerinde gezdiriyor.



Ğaffar: Güzeli, iyiyi ortaya çıkaran; hadsiz rahmetiyle kullarının günahlarını tekrar tekrar affedip bağışlayan, dünyada gizleyip örten; mağfireti pek çok, merhameti engin olan.

"Şüphe yok ki ben tevbe eden, iman edip sâlih amel işleyen, sonra da Hakk yolda ölünceye kadar sebat edenleri elbette çok bağışlayıcıyım." (Tâhâ: 82)

Allah-u Teâlâ tevbekâr kullarını af edeceğini vaad buyurmuştur. İsyan bataklığına düşen kullarının ümitsizliğe kapılmamaları için, bir çıkış yolu bulunduğunu haber vermektedir.



Kahhar: Dilediğini yapacak surette gâlip ve hâkim olan, yarattıklarını emir ve iradesi altında döndüren.

O ki, zâlimlerin zorbaların gurur ve kibirlerini kırar, kahreder.

"O, kullarının üstünde kahredici güce sahiptir. Ve O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır." (En'âm: 18)

Şu halde bir kulun en başta gelen vazifesi, Efendisi'ni tanıması ve O'na kulluk yapmasıdır.

O her yaptığını bir hikmete göre yapar, kullarının bütün durumlarını ve her türlü gizli işlerini bilir. Hikmet sahibi olmasaydı, her şeyden haberdar olmasaydı, hikmet ve hayır nişaneleri nereden gelirdi?

Kur'an-ı kerim'de Yusuf Aleyhisselâm'ın şöyle dediği haber veriliyor:

"Ey zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok ilâhlar mı hayırlıdır, yoksa her şeyden üstün ve Kahhar olan bir tek Allah mı?" (Yusuf: 39)

Elbette Allah hayırlıdır! Sizi yaratan, nimetlerle donatan O'dur.



Vehhab: Hesaba gelmeyen her türlü nimetleri hiçbir karşılık beklemeden gayb hazinesinden daima bağışlayan ve ihsanda bulunan.

"Ey Rabb'imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırıp döndürme. Bize kendi nezdinden bir rahmet ver. Şüphesiz ki bağışı en çok olan sensin." (Âl-i İmrân: 8)

Kendilerine hidayet ulaştıktan sonra sapıklığa düşüp de imanlarını kaybetmekten ve amellerinin boşa gitmesinden son derece korkarlar. İmanlarının ancak Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himâyesi ile korunacağını bilirler.

Nitekim Enes -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şu duâyı çok yaptığını beyan etmiştir:

"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalbimi dinin üzerine sâbit kıl!" (Tirmizî: 2141)

Bütün kalpleri iki parmağı arasında tutan Allah-u Teâlâ, dilediğinin kalbini dini üzerinde sâbit tutar, dilediğinin kalbini de dininden saptırır. Kıyamet gününde ise hesaplarını görmek için herkesi huzurunda toplar, daha sonra da iyileri cennete, kötüleri cehenneme koyar.

O'nun, kullarına hiçbir ihtiyacı yoktur ki onlardan bir şey beklesin.



Rezzak: Yaratılmışlara bol bol rızık bahşeden.

"Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı Allah'a âittir." (Hûd: 6)

Bir zâhirî bir de bâtınî rızık vardır. Zâhirî rızık yiyecek ve içecekler, bâtınî rızık ise mânevidir, Allah-u Teâlâ dilediğine verir.

"Dilediğini hesapsız rızıklandırırsın." (Âl-i İmrân: 27)

Bir yandan gece kırpılıyor, gündüze ekleniyor; bir yandan da gündüz kesiliyor, geceye ekleniyor. Yavaş yavaş gecenin karanlığı gündüzün aydınlığında kayboluveriyor, gecenin karanlığı içerisinden şafağın aydınlığı yavaş yavaş ortaya çıkıyor.

Kış mevsiminin başlangıcında yavaş yavaş geceler uzuyor ve gündüzden kırpmaya başlıyor. Bir müddet sonra da yavaş yavaş gündüzler uzuyor, geceler kırpılmaya başlıyor ve yaz mevsimi geliyor.

Kudretine sınır çizilemeyen Allah-u Teâlâ câhilden âlim, âlimden câhil; müminden kâfir, kâfirden mümin; tavuktan yumurta, yumurtadan tavuk; tohumdan bitki, bitkiden tohum çıkarır.

Kullarının en küçük ihtiyaçlarını bile öyle dikkate alır ki, ihtiyaçlarının nasıl karşılandığının farkında bile olmazlar.

Herkesin hayatını sürdürebileceği kadar zaruri ihtiyacı olan rızıkta herkes eşit ise de, diğer rızıkların dağılımındaki rızıklar farklıdır. Kimine bol verir kimine dar.

"Şüphesiz ki rızıklandıran, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." (Zâriyat: 58)



Fettah: Kullarına rahmet kapılarını açan, her türlü müşkillerini kolaylaştıran. Adalet ile hüküm veren, hak ile bâtılı ayırıp açığa kavuşturan.

Bütün bereket ve fetih kapılarının anahtarı O'nun katındadır. O'nun hidayet ve inayetiyle her müşkil çözülür. Kalelerin kapılarını açtığı gibi, velî kullarına semânın melekut kapılarını da açar, onları cemal sıfatının tecellisine mazhar kılar.

"De ki: "Rabb'imiz hepimizi bir araya toplar, sonra aramızda hak ile hükmeder. O en âdil hüküm verendir, çok iyi bilendir." (Sebe: 26)



Alîm: Ezelî ve ebedî ilmi ile, zaman ve mekân kaydı olmaksızın, küçük büyük, gizli âşikâr, olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen, hiçbir şey sonsuz ve sınırsız ilminden gizlenmeyen.

O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.

"Melekler: 'Sen münezzehsin, seni tesbih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yok.

Şüphesiz ki sen her şeyi hakkıyla bilensin, hükmünde hikmet sahibisin.' dediler."
(Bakara: 32)

Çünkü her şeyi en ince teferruatıyla bilen, ilmi her şeyi kuşatan, yaratmasında, öğretmesinde, dilediğine verip dilediğine vermemesinde sonsuz hikmet sahibi olan ancak O'dur. Aslî ve hakiki sebep ancak O'nun iradesidir, hikmet de onun gereğidir.



Kâbıd: Sıkan ve daraltan.

Bütün darlıklar O'nun dilemesi ile olur. Bazı kalpleri kabz'a uğratıp daraltır, bazı kalpleri de bast'a uğratıp genişletir.

"Allah bazılarının rızkını daraltır." (Bakara: 245)

Bütün darlıklar bütün genişlikler O'nun dilemesi ile olur. Dilediği kulunun rızkını bol bol verir, dilediği anda kuluna verdiği nimetleri alıverir.

Bir kimseye rızık genişliği, nimet bolluğu verilmişse, bu ona Allah-u Teâlâ'nın bir lütfu ve imtihanıdır. O kimse bu ikram ve ihsandan dolayı şükrünü artırmalıdır, imtihanını vermeye çalışmalıdır. İsyankâr olan bir insana bol nimetler veriliyorsa, bu kendisi için bir istidraçtır, çok sıkı bir hesaba ve şiddetli bir azaba çekileceğinin alâmetidir. Bunun içindir ki, mal çokluğuna aldanmamalı, kadrini bilmeli, onu meşru şekilde sarfetmelidir.

Dilediği anda kuluna verdiği nimetleri alıverir.



Bâsıt: Açan ve genişleten.

"Allah bazılarının rızkını genişletir." (Bakara: 245)

Her türlü genişlikler O'nun dilemesiyle meydana gelir. Dilediği kulunun kalbine inşirah vererek onu hayra rağbet ettirir, kiminin ömrünü uzatır, kiminin rızkını bol bol verir.



Hâfid: Aşağı indiren, alçaltan.

Kâfirleri inkârları ve azgınlıkları sebebiyle lânetle alçaltır, düşmanlarını rahmetinden uzaklaştırarak esfel-i sâfilin'e indirir.

Şan ve şeref sahibi iken bir anda rezil ve rüsvay eder.

"O alçaltıcıdır." (Vâkıa: 3)

Dünyada iken iman etmeyi kibirlerine yediremeyen, ilâhî buyruklara iltifat etmeyen, ölümden sonra dirilmeyi red ve inkâr eden kimseleri aşağıların aşağısına, esfel-i sâfilin'e düşürür. İsterse onlar kendilerini şerefli ve seçkin kişiler sansınlar.



Râfi': Yukarı kaldıran ve yükselten.

Her şey O'nun yükseltmesiyle yükselir, O'nun yüceltmesiyle yücelir.

"O yükselticidir." (Vâkıa: 3)

Müminleri iman ve hidayet ile yükseltir, dostlarını zâtına çekmek suretiyle yüceltir, onlara iltifatta bulunur.

İman şerefiyle müşerref olan, kulluğun gereğini yerine getiren bahtiyar müminleri ise yücelerin yücesine, a'lâ-i illiyyîn'e yükseltir.

Şakîleri cehennemin dibine savurup atmak suretiyle alçaltır, sait olanları da cennetlerin yüksek derecelerine kavuşturur. Herkes lâyık olduğu dereceyi bulur.

Bazılarını düşürür alçaltır, bazılarını kaldırır yükseltir. Çünkü görülüyor ki devletleri yıkan ihtilâl gibi büyük hadiseler; nice kimseleri aşağıya düşürmekte, nicelerini de yükseklere kaldırmaktadır.



Muizz: İzzet veren, aziz kılan.

İtaat edenleri aziz kılar. O'nun izzet verdiği kullar itibarlı ve haysiyetli olur, vakar sahibi olur. Mülkü dilediğine verip aziz kılan O'dur.

"De ki:

Ey Mülkün sahibi Allah!

Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin."
(Âl-i İmrân: 26)

Bütün mükevvenatta böyle dilediği gibi tasarrufta bulunmak hakkı, O'nun Zât-ı Ehadiyet'ine mahsustur. Kudreti sonsuzdur. Bir kimseye vermek istiyorsa, vermesine hiç kimse mâni olamaz, vermek istemiyorsa hiç kimse verdiremez.

İstediği olur, istemediği olmaz. Her dilediğini dilediği gibi yapar. Dilerse mülk verir hükümdar yapar, dilerse indirir atar. Dilediğini izzet sahibi yapar, dilediğini zillet sahibi yapar.

Dilediğine şeref ve kudret verir, dilemediğine vermez. Allah-u Teâlâ'nın şeref vermediği kimseler hiçbir şekilde şeref sahibi olamazlar.

Dilediğinden alır, dilediğine verir. Kâdir-i mutlak yalnız O'dur. Kul bir mahluktur, hükümsüzdür. Kürsü'de O oturuyor.

İktidar kuvvette değil, ruhsattadır. Hazret-i Allah kime ruhsat vermişse o iktidar olur, icraatıyla da imtihanını verir. Dilerse ruhsatı ondan alır, başkasına verir ki o da imtihan olsun. Yani bu O'nun dilemesi ile ruhsatı iledir, sanmayın ki kuvvet iledir. Kuvvet ne bir millette, ne bir devlettedir, kuvvet ruhsattadır. Kâh ona veriyor, kâh ona veriyor.

Galip O'dur, O hükmünde hikmet sahibidir.



Muzill: Zillete düşüren, hor ve hakir kılan.

İsyan edenleri zelil kılar. O'nun zillete düşürüp hakir kıldığı kimseler şerefini yitirirler. Mülkü dilediğinden çekip alarak zillete uğratan da O'dur.

"Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın.

Hayır senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin."
(Âl-i imrân: 26)



Semi': İşitilmek şânından olan her şeyi hakkıyla işiten.

Bütün sesleri aynı anda duyar. Bir sesi duyması, diğerini duymasına mâni olmaz. İşitmesi için sese, havaya, kulağa ihtiyacı yoktur.

Bu ism-i şerif'ten nasip alanlar, kulaklarını ve gönüllerini daima hakikati duymak için açarlar.

"İbrahim, İsmail ile beraber Beyt'in temellerini yükseltiyor ve şöyle duâ ediyorlardı:

'Ey Rabb'imiz! Bu hayırlı işi bizden kabul buyur. Şüphesiz ki hakkıyla işiten ve bilen ancak sensin.'"
(Bakara: 127)

Rızâ-i Barî'ne muvafık kıl. Zira sen bizim bu duâmızı işitirsin. İçimizde gizlediklerimizi ve niyetlerimizi çok iyi bilirsin.



Basîr: Her şeyi hakkıyla gören.

O'nun görme gücünün bir sınırı yoktur. Bir şeyi görmesi, diğerini görmemeyi gerektirmez. Görmesi için göze, ışığa, mesafeye ihtiyacı yoktur.

"Allah onların yapmakta olduklarını görmektedir." (Bakara: 96)

Yaptıklarını gördüğü gibi, içlerinde gizlediklerini de bilir. Er veya geç onları cezâlandıracaktır.



Hakem: Hükmün mutlak sahibi, hakkı yerine getirip hükmeden.

"Allah, ayrılığa düştüğünüz hususlarda kıyamet günü aranızda hüküm verecektir." (Hacc: 69)

Böylece neyin hak, neyin bâtıl olduğunu anlayacaksınız.

Yegane hâkim O'dur. Hükmünü kimse değiştiremez, verdiği kararı kimse bozamaz. O ahkem'ül-hâkimindir, hâkimler hâkimidir. İyiyi kötüden, Hakk'ı bâtıldan ayırır.

"(De ki:) 'Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım?'" (En'âm: 114)

Hükmünde hikmet sahibi olan, her şeyi hikmetle yapan O'dur.

"O gizliyi de açığı da bilendir, ve O hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır." (En'âm: 73)

Görünen ve görünmeyen, gizli ve açık, büyük ve küçük hiçbir şey, hiçbir haber O'nun ilminden gizli kalmaz. En gizli halleri bilmek O'na mahsustur. Yegâne hikmet sahibi O'dur, yaptıklarında bir eksiklik ve kusur görülmez.



Adl: Çok adaletli olan, hakkâniyetle hükmeden, hükmünde hiçbir surette adaletsizlik bulunmayan, aslâ zulmetmeyen.

Yegâne âdil O'dur. Kâinattaki akıllara durgunluk veren muhteşem denge ve düzen O'nun adaletinin eseridir.

"Ey iman edenler! Allah için adaleti ayakta tutup gözeten şâhitler olun." (Mâide: 8)

Müslümanlar sadece adaleti yerine getirmekle değil, haksızlığı ortadan kaldırıp yerine adaleti ve hakkı getirmek için, adaletin koruyucuları ve şâhitleri olmakla da mükelleftirler.

"Muhakkak ki Allah adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya yardım etmeyi emreder. Hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı da yasak eder. Düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor." (Nahl: 90)

Adaletli ve düzenli olan müminleri sever, mütecâvizleri durdurur ve cezalandırır.



Lâtif: En ince işleri yapan, bütün işlerin inceliklerini bilen, sonsuz lütufkâr.

İnce ve sezilmez yollardan kullarına iyilikler, güzellikler, ihsanlar ulaştırır.

"Şüphesiz ki Allah Lâtif'tir." (Hacc: 63)

Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi O'dur.

Lütufları öyle sonsuz bir lâtif'tir ki; sedefi inciye, arıyı bala, tırtıl böceğini ipeğe hazine yaptığı gibi, insanoğlunun gönlünü de Mârifetullah'a hazine yapmıştır.

Allah-u Teâlâ marifetullah ehline dilediği kadarını duyurur. Kitap satırları arasında bulunmayan, ancak Allah-u Teâlâ'ya yakın olanların sadırlarında, kalplerinin derinliklerinde gizli bulunan ilim marifetullah ilmidir.

Allah-u Teâlâ dilerse Hızır Aleyhisselâm'a "Has ilim" öğrettiği gibi, dilediğine de vasıtasız ilim öğretir.



Habîr: Her şeyin içyüzünü bilen, gizli taraflarından haberi olan.

"O, kullarının üstünde kahredici güce sahiptir. Ve O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır." (En'âm: 18)

Şu halde bir kulun en başta gelen vazifesi, Efendisi'ni tanıması ve O'na kulluk yapmasıdır.

O her yaptığını bir hikmete göre yapar, kullarının bütün durumlarını ve her türlü gizli işlerini bilir. Hikmet sahibi olmasaydı, her şeyden haberdar olmasaydı, hikmet ve hayır nişaneleri nereden gelirdi?

"Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları görür." (İsrâ: 30)

En gizli halleri bilmek O'na mahsustur. Zâhir ve bâtınî, büyük ve küçük hiçbir hadise, hiçbir haber hiçbir zaman O'ndan gizli kalamaz. İyilik yapanları mükâfatlandırır, kötülük yapanları cezalandırır.



Halîm: Hilmi çok olan, suçluların cezasını vermekte acele etmeyen.

Günahların cezasını vermekte acele etmez, tevbe edilebilmesi için kullarına zaman tanır.

"O'ndan korkun ve yine bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır, Halîm'dir." (Bakara: 235)

Tevbe edenin günahını bağışlar, kendisine isyan edene ceza vermekte acele etmez. Onlara mühlet verir ve hallerini ıslâh etmelerini bekler.

"Andolsun ki onları hoşnud olacakları bir yere yerleştirecektir. Şüphesiz ki Allah çok iyi bilendir, hilim sahibidir." (Hacc: 59)

Gücünün azametine rağmen, din düşmanlarını cezalandırmak için acele etmeyendir.

Allah-u Teâlâ çok sabırlı, çok merhametlidir. Günahkâr kullarına, kâfirlere; bunca isyanlarına rağmen, tevbe kapısını açık bırakmakta, ceza vermekte acele etmemekte, kudreti yettiği halde mühlet vermekte ve rızıklandırmaktadır.



Azîm: Azametli ve ulu olan.

O'nun azametini akıllar kavrayamaz, ululuğunu idrakten âciz kalır, O nasıl büyükse öyle büyüktür, her şey O'nun büyüklüğünün şâhididir.

"O çok yüce, çok büyüktür." (Şûrâ: 4)

O'nun zâtı gibi hiçbir zât, sıfatları gibi hiçbir sıfat, ismi gibi hiçbir isim, fiili gibi hiçbir fiil yoktur.

"O öyle yüce, öyle azametlidir." (Bakara: 255)

O'nun azametini akıllar kavrayamaz, ululuğunu idrakten âciz kalır. O nasıl büyükse öyle büyüktür. Her şey O'nun büyüklüğünün şâhididir.



Ğafûr: Mağfireti bol olan, çok bağışlayan.

Rahmetinin gadabını geçmesi, günah ve kusurları örtüp bağışlaması günahkârların tek umut kapısı, tek kurtuluş çaresidir.

"Şüphesiz ki Allah bağışlayandır, merhamet edendir." (Bakara: 173) (Bakınız; Nahl: 115)

Günah ve kusurları örtüp bağışlaması günahkârların tek kurtuluş çaresidir. Haram olan şeyleri zaruret anında mubah kılması O'nun kulları üzerindeki rahmetindendir.

"Bizi bağışla!" (Bakara: 286)



Şekûr: Kendi rızası için yapılan iyi işleri daha ziyadesi ile karşılayan az bir amel karşılığında büyük dereceler veren.

"Allah şükrün karşılığını verendir." (Teğabün: 17)

Kullarının bütün şükürlerinden haberdardır. Şükredenlerin şükürlerini kabul edip, lütuf ve ihsanlarını, nimetlerini artırır. Allah için yapılan az bir ibadeti, en küçük bir ameli zâyi etmeden, bütün iyiliklere bol sevaplar vererek mükâfatlandırır.

Cenâb-ı Hakk'ın maddî mânevî nimetleri öyle çoktur ki bu ilâhi bir lütuftur. Bu nimeti elden kaçırmamak için birincisi nimetin kıymetini bilmek lâzım. Bu nimetler O'nundur, O'ndandır. İkincisi; bunca ihsan ve ikramına şükür etmek lâzım. Şükür de üçtür:

Kâli, fiili, hâli şükür.

Kâli şükür; bir nevi alışkanlık şükrüdür. Düşünür, taşınır, "Elhamdülillah, Rabb'ime şükürler olsun!" bu zâhiri şükürdür.

Fiili şükür; Yoktan var edeni, nimetlere gark edeni düşünüyor, buluyor, biliyor. Mülkünde bulunduruyor, namütenâni nimetlerle merzuk ediyor, idrak ediyor. Bunları düşüne düşüne; "Yâ Rabb'i! Bunlar hep senindir, yeri de göğü de sen bize musahhar kıldın, sana sonsuz şükürler olsun!" der ve bunu ibadetiyle, taatiyle, zikriyle, fikriyle yâd eder. Bu da bâtınîdir.

Hâli şükür; bunlar yalnız kendi dostlarına aittir. Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz ikramını düşünür, kendi acizliğini de düşünür. Hükümsüz, değersiz, günahkâr olduğunu bilir. O'nun sonsuz nimetini, ihsanını düşünür, şükredemez, ancak göz yaşlarıyla şükür eder. Buna da hâli şükür denir. "Bildim senin olduğunu, gördüm senden olduğunu, sana sonsuz şükürler olsun evet ben acizim amma şu gözlerim bari sana şükrediyor." Allah-u Teâlâ'yı, canlarından, gözlerinden, mallarından, çoluk çocuğundan her şeyden fazla severler. Her şey O'nundur, O'ndandır. O'nu görür, O'ndan olduğunu da görürler.

"Çünkü Allah, onların mükâfâtını tam öder ve lütfundan onlara fazlasını da verir.

Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir."
(Fâtır: 30)



Aliyy: Pek yüce olan.

Gerçek yücelik ve ululuk O'na mahsustur, O'nun yüceliği de her bakımdan sınırsızdır. Yücelik ve hükümranlıkta kendisine eşit veya kendisinden daha üstün bir varlık yoktur. Hiçbir yücelik, kudret ve üstünlük düşünülemez ki, O ondan üstün olmasın. Kâinat O'nun yüceliğinin şâhididir. Takvâ sahiplerini yükselten, kibirlileri alçaltan O'dur.

"O öyle yüce, öyle azametlidir." (Bakara: 255)

O'nun azametini akıllar kavrayamaz, ululuğunu idrakten âciz kalır. O nasıl büyükse öyle büyüktür. Her şey O'nun büyüklüğünün şâhididir.

"Muhakkak ki Allah çok yücedir." (Nisâ: 34)

Şânının yüceliğine rağmen Rabb'inize karşı geliyorsunuz, sonra tevbe ediyorsunuz, o da tevbenizi kabul ediyor. O bakımdan size herhangi bir haksızlıkta bulunan kimse, haksızlıktan vazgeçtiği ve özür beyan ettiği takdirde siz de onu affediniz.



Kebîr: Pek büyük olan.

Eşsiz tek büyük O'dur. Kâinâtın büyüklüğü O'nun büyüklüğüne delâlet eder. Kibriyâ O'na mahsustur. Bir zerreyi yaratmakla, âlemleri yaratmak arasında O'na göre asla bir fark yoktur. "Ol!" deyince oluverir, "Olma!" derse, bir anda her şey yok olur.

"O görülmeyeni de bilir, görüleni de bilendir. Çok büyüktür, yücedir." (Ra'd: 9) (Bakınız. Secde: 6)

"O'nu bırakıp da taptıkları şeyler ise bâtıldan başka bir şey değildir. Şüphesiz ki Allah yücedir, büyüktür." (Hacc: 62)

"Hüküm yücelerin yücesi ulu Allah'ındır." (Mümin: 12)

Çünkü O, mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O'nun verdiği hükümler belirli bir zaman ve asır ile sınırlı değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.



Hafîz: Koruyan, muhafaza eden.

Gerçek koruyucu O'dur, her şey varlığını O'nun hıfz-u himâyesinde sürdürür.

Kâinatı ve içindekileri belli bir süreye kadar bilinen bilinmeyen, görünen, görünmeyen her türlü âfetlerden ve belâlardan muhafaza eder. Yanılmaktan, unutmaktan münezzehtir.

"Oysa ki şeytanın insanlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktur. Ancak ahirete imanı olan kimseyle, ahiretten şüphe edeni ayırdetmek için (ona bu ruhsatı verdik.)

Rabb'in her şeyi gözetlemektedir."
(Sebe: 21)

Kulların yaptıklarından hiçbiri O'na gizli kalmaz.

Şeytan aldatıcıdır, yaratıcı değildir. Allah-u Teâlâ kimi korumak isterse onu şeytanın aldatmalarından korur, kimin de aldatılmasını isterse şeytanı ona musallat eder.

İnsanların yaptıkları bütün işleri, konuştukları bütün sözleri hıfzeder, onları yaptıkları ile muhasebeye çeker.

Âyet-i kerime'de Hud Aleyhisselâm'ın şöyle buyurduğu haber veriliyor:

"Çünkü benim Rabb'im her şeyi gözetip koruyandır." (Hûd: 57)

Yapılan hiçbir şey O'na gizli kalmaz, sizden gelecek kötülüklerden beni korur.



Mukît: Maddi ve mânevî rızıkları yaratan ve mahlukatının azığını veren, geçindiren, barındıran.

Ruha ve bedene kuvvet veren besleyici gıdaları yaratan O'dur, her mahlukun maddi manevî rızkını ve azığını O verir.

"Ey insanlar! Allah'ın üzerinizdeki bunca nimetini hatırlayın; Allah'tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mıdır? O'ndan başka ilâh yoktur. O halde nasıl oluyor da aldatılıp döndürülüyorsunuz?" (Fâtır: 3)

İnsanlar için geçim sebepleri yaratmış, maişetlerini temin etmek için herkesi meşru bir sebebe başvurmakla mükellef tutmuştur.

Ayrıca gönülleri tecelli nûrları ile aydınlatır, ruha mânevî gıda verir.

"Allah her şeyi görüp gözetendir." (Nisâ: 85)



Hasîb: Bir hayat boyu herkesin işlediklerinin, bütün incelikleri ile hesabını çok iyi bilen, kuluna kâfi olan.

Allah-u Teâlâ neticesi hesapla bilinecek ne varsa, herhangi bir tetkik ve şarta muhtaç olmadan hepsini bilir. İyi ve kötü amellerin muhasebesini kaydeder, hesaba çekerek mükâfat ve mücâzâtını verir.

O her şeye kâfidir. Kim O'nun için ise O ona yeter.

"Hesap sorucu olarak da Allah yeter!" (Nisâ: 6)

Allah-u Teâlâ kullarını bir bir hesaba çeker, bu hesap bir anda olup biter. O'nun bir işle meşgul olması, başka bir işle meşgul olmasını engellemez. Birinin hesaba çekilmesi, diğerinin hesabının görülmesine mâni olmaz. Herkesi aynı anda hesaba çekmek, yargılamak, O'nun için zor değildir, O seriü'l-hisab'dır.

"Ve hesap görenlerin en çabuğu O'dur." (En'âm: 62)



Celîl: Celâlet ve ululuk sahibi olan.

O'nun zâtı da sıfatları da büyüktür. Hiçbir kayıt ve kıyas kabul etmeksizin azamet sahibidir. Hüküm ve fermanı her yerde yürüyen, hazineleri tükenmeyen, veziri olmayan hükümdar O'dur. Unutmayan Âlim, yorulmayan Kâdir O'dur. Kudreti büyüktür, rahmeti ve keremi büyüktür, afv ve ğufrânı büyüktür. Bütün celâl sıfatlarıyla muttasıftır.

"Bugün hüküm, yücelerin yücesi ulu Allah'ındır." (Mümin: 12)

Her türlü büyüklüğün ve her türlü fazl-u keremin sahibi O'dur.

Azamet, ululuk, yücelik, kibriyâ... gibi büyüklük nişânesi olan ne kadar kemâlât varsa hepsi O'na mahsustur. Her türlü övgü ve tâzim ancak O'na yaraşır.



Kerim: Talepsiz sebepsiz ve karşılıksız olarak kullarına ikramda bulunan keremi bol, çok cömert olan.

Mutlak kerem sahibi O'dur, verince fazlasıyla verir, istemeden de sebeplere başvurmadan da verir. Kime ne kadar verdiğine bakmaz, rahmet hazinelerini önlerine serer.

"Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?

O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği şekilde seni terkip etti."
(İnfitar: 6-7-8)

O'nun yaratıcı gücü bütün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.

O öyle bir Kerim'dir ki; dilediğini adaletiyle cezalandırır, dilediğini keremi ile bağışlar.

Kapısına gelenleri boş çevirmez, kendisine ilticâ edip sığınanları hususi himayesine alır, muhafaza eder.

"Şükreden kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de bilsin ki Rabb'im müstağnidir, çok kerem sahibidir." (Neml: 40)



Rakîb: Kendisinden hiçbir şey gizlenmeyen, bütün varlıkların üzerinde gözcü olan, bütün işleri murakabası altında tutan.

Yegâne murâkıb O'dur. En küçük bir ihmal ve kusur olmaksızın her şeyi görüp gözetir. Tesbitinde hata, gözetmesinde yanılma olmaz.

Daima huzurda olduğunu düşünerek edebini muhafaza edenleri mükâfatlandırır.

"Allah şüphesiz ki sizin üzerinizde murakabe edicidir (hepinizi görüp gözetmektedir)." (Nisâ: 1)

İnsanoğlu, imanı tekâmül edemediği için Allah-u Teâlâ'nın kendisini görüp gözettiğini bilememektedir.

Kur'an-ı kerim'de İsa Aleyhisselâm'ın şöyle dediği beyan buyuruluyor:

"Beni aralarından aldığında, artık onlar üzerinde gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeye şâhitsin." (Mâide: 117)

Aralarında bulunduğum sürece durumlarına bakar, kendilerine ilâhî emirleri bildirir, emirlerine muhalefetten sakındırmaya çalışırdım. Beni semâya kaldırarak kendine çekince yaptıklarının gözetleyicisi sen oldun. Senden hiçbir şey gizli kalmaz.



Mucîb: Kullarının duâlarına icabet eden, kendisine yalvaranların dileklerini veren.

Yegane hacet kapısı O'nun kapısıdır. Bütün ihtiyaçlar O'na arzolunur, bütün istek ve ihtiyaçları O verir. Dilekleri yalnız ve yalnız O yerine getirir. Dilekler çoğaldıkça ihsan ve keremi de çoğalır. Hacetler arttıkça in'am ve ikramı da artar.

Dilediği haceti yerine getirir, dilediği haceti geciktirir, dilediğini cevapsız bırakır.

"Benden isteyenin, duâ ettiğinde duâsını kabul ederim." (Bakara: 186)

Bu Allah-u Teâlâ'nın dosdoğru bir vaadidir, duâlarını kabul edeceğine dair de teminat vermektedir. Kullarının gönülden yaptıkları duâ ve niyazlara icabet eder, kendisine yalvaranların isteklerini bol bol verir. Bütün sesleri aynı anda duyar. Bir sesi duyması, diğerini duymasına mâni olmaz. İşitmesi için sese, havaya, kulağa ihtiyacı yoktur.

"O sizi topraktan yarattı ve sizi orada yaşattı. O halde O'ndan mağfiret dileyin, sonra da O'na tevbe edin. Doğrusu Rabb'im size çok yakındır ve duâları kabul edendir." (Hûd: 61)

O'nu bırakıp da yaratılanları ilâh edinmenizden dolayı tevbe edin, O sizi bağışlar, size yollarını açar.

"Bana duâ edin, duânıza icabet edeyim!" (Mümin: 60)



Vâsi': Rahmeti her şeyi kuşatan, nimetleri bol ve geniş olan.

"Allah'ın lütfu geniştir." (Bakara: 247)

İhsan ve lütuflarının sınırı ve ölçüsü yoktur. Dilediğine dilediği kadar takdir edip bağışlar.

O'na ait sıfatlarda bir sınır düşünülemez.

"Rabb'in dilediği kimsenin rızkını genişletir ve bunu bir ölçüye göre verir." (İsrâ: 30)

Mülk O'nun, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O'nundur. Hiçbir şey O'nun ilminin dışında kalamaz. Her şeyi ezelî ve âlî ilmi ile bilir, hikmeti ile takdir edip yönetir.

Ezelî ve ebedî ilmi ile, zaman ve mekân kaydı olmaksızın, küçük büyük, gizli âşikâr, olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O'dur.

"Allah'ın lütfu geniştir, O her şeyi hakkıyla bilendir." (Bakara: 268)

Dilediği kimseye bol rızık verir, yapılan her türlü infaklardaki niyetlerden haberdardır.



Hakîm: Bütün buyrukları ve işleri hikmetli ve hükmünde hikmet sahibi olan, her şeyi yerli yerinde ve en iyi şekilde yapan.

"Şüphesiz ki Allah Hakîm, hüküm ve hikmet sahibidir." (Bakara: 220)

Dilediği her şey dilediği gibi olur. Dilediğini yerine getirirken hiçbir güç O'nu engelleyemez. Hiçbir işi yoktur ki hikmetli olmasın.

"Bil ki Allah Azîz'dir, hükmünde hikmet sahibidir." (Bakara: 260)

Dilediği her şey dilediği gibi olur. Dilediğini yerine getirirken hiçbir güç O'nu engelleyemez. Hiçbir işi yoktur ki hikmetli olmasın.

Yegâne hikmet sahibi O'dur, hikmetinin güzellikleri varlıklar üzerinde apaçık görülür. Yaptıklarında bir eksiklik ve kusur görülmez.

O'nun emir ve yasakları hep hikmettir, hiçbir işi hikmetsiz ve faydasız değildir.

"O hüküm verenlerin en hayırlısıdır." (Yunus: 109)



Vedûd: İtaatkâr kullarını çok seven, sevilmeye en çok layık olan.

Allah-u Teâlâ veli kullarını çok sever, onları zâtına çeker, gönüllerini mârifetullah nûru ile nûrlandırır.

Allah-u Teâlâ nezih ruhların biricik sevgilisidir. Bir kul için mümkün olabilen en üstün rütbe, yalnız O'nu sevmek, O'nu tanımak, buyruklarına seve seve itaat etmektir.

Gerek dünyada gerekse ahirette, O'na dost olabilmekten daha üstün bir mertebe yoktur.

"O, çok bağışlayan, çok sevendir." (Bürûc: 14)

Kur'an-ı kerim'de Şuayb Aleyhisselâm'ın kıssası şöyle haber verilmiştir:

"Rabb'inizden mağfiret dileyin. O'na tevbe edin. Doğrusu Rabb'im çok merhametlidir ve çok sever." (Hûd: 90)

Allah-u Teâlâ Vedûd olmasaydı kullarını hidayete erdirmez, mümin kullarının tevbesinden sevinç duymazdı.

Onlara Allah-u Teâlâ'nın yarattıklarına olan sevgisini anlatıyor, ümitsizlikten vazgeçirmeye, küfür ve isyanlarından kurtarmaya, Hakk yolunu göstermeye çalışıyordu.



Mecîd: Keremi sonsuz, şânı yüce olan.

"Şerefli arşın sahibidir." (Büruc: 15)

Zâtı güzel, vasıfları güzel, kadri yüksek, nimetleri bol, eserleri lâtif, ihsan ve ikramları yaygın, afv ve merhameti engin, rahmet ve inâyeti hudutsuz olan Allah!.. O ne şerefli Mâbud!..

"Şüphesiz ki O övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur." (Hûd: 73)



Bâis: Ölümden sonra dirilten.

Allah-u Teâlâ ilk insandan son insana kadar dünyâya ne kadar insan gelip geçmişse; hepsini birden dirilterek kabirlerinden çıkaracak, mahşere sevkedecek, huzurunda toplayacaktır.

"Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölü iken sizi O diriltti." (Bakara: 28)

Daha önce hayattan mahrum birer zerreden, birer nutfeden ibaret iken, daha sonra onlara hayat verdi ve idrak sahibi yaptı.

"Sonra sizi öldürecek, ondan sonra da tekrar diriltecektir." (Bakara: 28)

Şüphesiz ki ölümden kaçış ve kurtuluş yoktur. Gerek kendi vatanlarında ikamet etsinler, gerek başka yerlere çıkıp gitsinler, insanlar kendilerini hiçbir yerde ölümün pençesinden kurtaramayacaklardır. Kararlaştırılan vakti gelince onları bu dünya hayatından mahrum bırakacak, kıyamet gününde tekrar hayat verecektir.

"Tekrar O'na döndürüleceksiniz." (Bakara: 28)



Şehîd: Her şeyi inceliği ile görüp bilen, her an ve her yerde hâzır ve nâzır olan.

Allah-u Teâlâ uzak yakın her şeye şâhittir, her şeye her zerreye yakınlığı birdir. Görmedikçe kullarının bilemeyecekleri hadiselerin iç yüzünü de dış yüzünü de bilir. Yapılan her işi görmekte, söylenen her sözü işitmektedir. Kıyamet gününde herkese yaptıklarını bildirecektir.

"Şüphesiz ki Allah her şeye şâhittir." (Nisâ: 33)

Gerek yaptıklarınıza ve gerekse gönlünüzden geçenlere vâkıf olduğu gibi, onlara verdiğinizi de vermediğinizi de bilir.

"Şâhit olarak Allah yeter!" (Nisâ: 79)

O aynı zamanda seninle onlar arasında da bir şâhittir. Onları nelerle mükellef kıldığını ve buna karşılık, kendilerinin küfür ve inatları sebebiyle tebliğ ettiğin hükümlere rağmen sana nasıl bir karşılık verdiklerini çok iyi bilir, hesap görmek de O'na âittir.



Hakk: Gerçekten var olan, varlığı hiç değişmeden duran.

Allah-u Teâlâ'nın zâtı, yokluğu kabul etmediği gibi, herhangi bir değişikliği de kabul etmez. Var olan yalnız Allah'tır, var gibi görünen her şey O'nun yaratması ile var olmuşlardır.

"Çünkü Allah Hakk'ın ta kendisidir. O'ndan başka taptıkları ise hiç şüphesiz bâtıldır.

Doğrusu Allah çok yücedir, büyüktür."
(Lokman: 30)

Kendisinden daha yüce bulunmayan yücedir ve her şey O'nun azameti karşısında boyun eğmiştir.

"Haberiniz olsun ki hüküm ancak O'nundur." (En'âm: 62)

Hükmünü kimse değiştiremez, verdiği kararı kimse bozamaz.

İnsanların hukukunu zâyi etmeyen, âhiret gününde hak sahiplerine haklarını alıveren O'dur.



Vekil: İşlerini kendisine bırakanların işlerini gören, onların yapabileceklerinden daha iyisini temin eden.

"O her şeye vekildir." (En'âm: 102)

Kullarının işlerini tedbir ve idare eden, ihtiyaçları tedarik eden, zâtına yönelenlerin her şeyine kâfi olan, kendisine emanet edileni muhafaza eden, müminlerin imanını koruyan mutlak yetki sahibi O'dur.

"Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!" (Âl-i imrân: 173)

Bütün bunları yaratmak ve düzenlemekte hiçbir kimseyi vekil tutmaya ihtiyacı yoktur. Yarattıklarının işlerini onların faydaları için en güzel düzenleyen O'dur. O her şeyin yerini tutar, hiçbir şey O'nun yerini tutamaz ve O'na istinat etmeden duramaz.

Zât-ı Akdes'ine yönelenlerin her şeyine kâfidir, kim O'nun için ise O ona yeter, onun her işini görür.

"Vekil olarak Allah yeter!" (Nisâ: 171)

Her hususta ve her şeye karşı O'na tevekkül olunur. O her şey üzerine ve her şeye karşı vekildir.



Kaviyy: Kudreti ve kuvveti tam, pek güçlü.

Kuvveti bütün varlıkları hükmü altına almıştır. Kudretinin nihayeti yoktur, ölçüye gelmez. Kayıtsız şartsız her şeye kadirdir, hiçbir şey O'na güç ve ağır gelmez. Zorlanmaktan, yorgunluk ve durgunluktan, usanmaktan münezzehtir.

"Şüphesiz ki Allah pek kuvvetlidir, aziz olandır." (Hacc: 40)

Dünyada cezâya çarptırdığı gibi, haklarındaki uhrevî cezâlar daha şiddetli olacaktır. Bunu hiç kimsenin engellemesi mümkün değildir.

"Çünkü Allah çok güçlüdür, cezâlandırması çok şiddetlidir." (Enfâl: 52)



Metin: Çok sağlam olan, sarsılmayan, hiçbir işinde zorlukla karşılaşmayan.

Kuvveti şiddetlidir, üstün kuvvete sahiptir. Hiç kimsenin yardımına muhtaç olmaz, hiç kimse O'nun iradesine karşı gelemez, hiç kimse O'nun kudretinden kurtulamaz.

"Şüphesiz ki rızıklandıran, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." (Zâriyat: 58)

Sevdiklerine ulaştırmak istediği rahmetini önleyecek bir kuvvet olmadığı gibi, gadabından kurtaracak bir kuvvet de yoktur.




Velî:
Sâlih kullarına dost olan.

"Şüphesiz ki benim dostum, Kitap'ı indiren Allah'tır. Sâlihlerin işlerini O görür." (A'râf: 196)

Allah-u Teâlâ sevdiği seçtiği kullarının yakın dostudur, onları hususi himayesine alır. Onlara yardımda bulunup başarıya erdirir, hayırlı işlere muvaffak kılar. Karanlıklardan kurtarıp nûrlara çıkarır, gönüllerini nûrlandırır. Onları gören Allah'ı hatırlar.

Onlara yardım eder ve onları imanlarından dolayı güzel bir şekilde mükâfatlandırır.

"Gerçek bir dost olarak da Allah size yeter, hakiki bir yardımcı olarak da Allah size yeter." (Nisâ: 45)

Allah din düşmanlarına karşı size zafer verecek ve yardım edecektir. Onların hile ve tuzaklarının size zararlı olmasına imkân vermeyecektir.

Onlar da Allah'tan başka dost tanımazlar. O'ndan başka hiç kimseden korkuları veya bekledikleri olmadığı için; herkes korktuğu zaman onlar korkmazlar, herkes tasalandığı zaman onlar tasalanmazlar.

Dostluğu kazanılmaya yeğane lâyık varlık Allah'tır.

"Asıl dost Allah'tır." (Şûra: 9)

Allah-u Teâlâ'nın dostluğu, yardımı, desteği, inayeti; iman edip, Hakk yolda yürüyenler ve Hakk'ı savunanların üzerinedir.



Hamîd: Ancak kendisine hamd ve senâ edilen, her türlü medih ve övgüye lâyık olan.

Bütün hamd ve senâlarla, şükürlerle, medihlerle kendisine tâzim ve ibadet olunacak veliyy-i nimet O'dur. Çünkü hamd ve senâyı icabettiren bütün kemâlât ancak O'nda mevcuttur.

En güzel övgüler ancak O'na yaraşır, O her övgüye lâyıktır.

"Âlemlerin Rabb'i olan Allah'a hamdolsun." (Fâtiha: 2)

Âyet-i kerime, hamdin Allah-u Teâlâ'ya mahsus olduğunu bildirmekle beraber; işaret ettiği mânâ itibarı ile: "Âlemlerin Rabb'i Allah'a hamdediniz." demektir. Hamd Allah-u Teâlâ'nın emri, insanın ise kulluk vazifesidir.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:

"Elhamdülillâh de!" (Neml: 59)

"Hamd", nimetler karşısında O'nu senâ etmektir. Bu da ancak nimeti bilmekle olur. O'nun nimetlerini saymak ise imkânsızdır. Bu hakikat bilinip itiraf edilince, her türlü methü senânın Allah-u Teâlâ'ya mahsus olduğu ve O'nun hakkı olduğu kendiliğinden anlaşılmış olur.

İnsan "Elhamdülillâh" dediği zaman hamdin Allah'a âit olduğunu dil ile ikrar ve itiraf ederken; kalbi ile de hamde lâyık olan Allah-u Teâlâ'nın vahdaniyetini, azametini, O'ndan başka ibâdete lâyık Mâbud-u bil-hak olmadığını, yaratan, yaşatan, öldüren yalnız O olduğunu tasdik etmelidir. Diğer taraftan rızâsını umarak, ancak O'na yönelerek, emir ve yasaklarına tam bir teslimiyetle kulluk vazifelerine devam etmelidir.

"Şüphesiz ki Allah zengindir, hamdedilmeye lâyıktır." (İbrahim: 8)

İnsan ne kadar hamd ve senâ etmeye çalışsa bile gerçek mânâda senâ edemeyeceği açık bir gerçektir.



Muhsî: Her şeyi kavrayan, zerrelerden kürrelere kadar her şeyin bir bir sayısını bilen.

"Allah onların hepsini kuşatmış ve sayılarını tesbit etmiştir." (Meryem: 94)

Allah-u Teâlâ'nın ezelî ilmi geçmişten geleceğe, olmuş ve olacak her şeyi kuşatmıştır. Yarattıklarının ölçüsünü ve sayısını bilen O'dur, her şey O'nun katında belirli hesaplara, programlara bağlanmıştır.

"Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir Kitap'da yazılmıştır." (Hud: 6)



Mübdî: Yarattığı her şeyi numunesiz olarak ilk baştan yaratan, yoktan var eden.

Yaratan, yaşatan, öldüren ve dirilten yalnız ve yalnız O'dur.

"De ki: Allah önce yaratır, sonra bu yaratmayı tekrar iâde eder." (Yunus: 34)

Allah-u Teâlâ daha önce bir yaratma olmadan ilk olarak yaratır. Yaratmaya ancak O başlayabilir. Olmayanı ancak O meydana getirir. Yaratma işini bütün yönleriyle O ortaya koyabilir.

Ezelde Allah-u Teâlâ vardı, kendisiyle beraber başka bir şey yoktu. Sonra varlığını ve kemâlini duyurmayı, hikmetiyle kâinatı yaratmayı irade buyurdu ve dilediği şekil ve nizam üzerine yarattı. Her şeyin ilk numunesini meydana çıkaran O'dur.

"Bilin ki O, ilk olarak yaratır ve tekrar eder." (Bürûc: 13)



Muîd: Yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar hayata çeviren.

Hayat da ölüm de Allah-u Teâlâ'nın göklerde ve yeryüzündeki mutlak hakimiyetinin tezahürlerinden başka bir şey değildir.

O'nun kudretiyle hayat bulan her şey, yine O'nun irade ve hükmüyle ölür. Sonra yine O'nun kudretiyle dirilir. Ölmüş ve dağılmış varlıkları, ilk yaratılışlarında olduğu gibi, yeniden yaratan Allah'tır.

Yaratılışı bir noktadan başlatır ve bir sonuca ulaştırır. Sonra yeni baştan yaratmayla, başka bir âlemde onu yeniden diriltip iâde eder. Bu durum netice olarak şu gerçeği ortaya koyar.

"Önce yaratan, ölümünden sonra tekrar dirilten O'dur. Bu O'nun için pek kolaydır." (Rum: 27)

Zorluk ve kolaylık insanlara göredir. "Pek kolaydır" demek beşerin anlayışına göre demektir.



Muhyî: Cansızlara can bağışlayan, hayat veren, dirilten.

Canlıları yoktan yaratan, varlık sahasına getiren, öldükten sonra da dirilten O'dur.

Yüce iradesi olmasaydı hiçbir varlık hayat bulmazdı.

"Halbuki dirilten de öldüren de Allah'tır." (Âl-i İmrân: 156)

Bütün mükevvenatta böyle dilediği gibi tasarrufta bulunmak hakkı, O'nun zât-ı ehadiyetine mahsustur. Bir kimseye vermek istiyorsa, vermesine hiç kimse mâni olamaz, vermek istemiyorsa hiç kimse verdiremez. Kimisine başka bir hususta kimisine başka bir hususta verir. Hiç kimseyi unutmaksızın sonuncusuna varıncaya kadar onları rızıklandırmaktadır. İsyanlarına rağmen hayır ve bereketleri başlarından aşağı döker.

Emir bütünüyle O'nun yed-i kudretindedir. O, sefere çıkan ve savaşa katılan kimseyi hayatta bıraktığı halde, savaşa çıkmayıp evinde oturan kimsenin canını alabilir.

"Önce yaratan, sonra yaratmayı tekrar eden." (Neml: 64)

Hayat da ölüm de Allah-u Teâlâ'nın göklerde ve yeryüzündeki mutlak hakimiyetinin tezahürlerinden başka bir şey değildir.

Dünyada dirileri öldürür, ahirette ise haşrı ve neşri gerçekleştirmek için ölülere hayat verir.



Mümît: Ölümü yaratan, öldüren.

Allah-u Teâlâ her mahluk için belli bir ecel tayin etmiştir. Düzenlediği sebepler zinciri ile ölüm hadiselerini gerçekleştirir.

"Her canlı ölümü tadacaktır." (Âl-i imrân: 185)

Bu, hiçbir delile muhtaç olmayan açık bir gerçektir. Hayat ve ölüm O'nun yed-i kudretindedir.

Dirilten de O'dur, öldüren de O'dur.



Hayy: Ezelî ve ebedî hayat ile berhayat olan, her şeye gücü yeten. Ezelden ebediyete kadar bütün hayat ve ebedîlik O'nun Zât'ı ile kâimdir.

Hakiki hayat O'na mahsustur. O'nun hayatı her şeyi bilen, her şeye gücü yeten mükemmel bir hayattır. Mahlukatın hayatını veren de O'dur.

"O Hayy'dır." (Bakara: 255)

Yaratan O'dur, dirilten O'dur.

"Var olan her şeyi ben yaratıyorum, benim kudretimle ayakta duruyor, her şey benimle kâimdir." diyor.

Meselâ; bir insan, elinde bulunan şeyi bilir. Allah-u Teâlâ âlemleri öyle tutuyor ve öyle biliyor. Bütün yarattıklarını muhafaza etmesi, tutması, gözetmesi, yaşatması yalnız O'na mahsustur. O tuttuğu için O her şeye hâkimdir, her zerre O'nun varlığı ile kâimdir. O'nun varlığı her şeyi kuşatmıştır; hükmünde hikmet sahibidir.

Dikkat ederseniz bir damla kerih suyu kan pıhtısından cenin haline getiriyor. Fakat o cenin ölüdür. O yaratıyor amma o cenin başlangıçta cansızdır. Sonra ona ruh veriyor ve cenin canlanıyor. Ne oldu şimdi? Hayy ve Kayyum olan Allah onu yarattı, o O'nunla kâim oldu. Bir et parçası idi, cansız ve hareketsizdi. Ona "Ol!" dediği zaman O'nunla hayat buldu, canlandı, mukadderâtı da o anda yazıldı. Âdem Aleyhisselâm da bu şekilde "Ol!" demekle canlanmadı mı? İnsan da böyledir, kâinat da böyledir.

Her zerreyi yaratan, kürreyi de donatan O'dur. O hem yaratıyor, hem de yönetiyor. Zira O Ehad'dır. Yarattıkları hem O'nunla kâimdir, hem de O'na muhtaçtır.

Allah-u Teâlâ hem yaratıyor, hem donatıyor, hem de tutuyor.

Bu yaratmayı ve donatmayı yarattıkları yapabilir mi?

Hayır yapamaz. O halde vücud O, mevcud O...



Kayyum: Her şeye hakim olan, bütün varlıkları ayakta tutan. Zât ve Kemâl sıfatları ile her şeye hakim olup bütün varlıklar O'nunla kâimdir. Yaşatan O'dur.

"O Kayyum'dur." (Bakara: 255)

Allah-u Teâlâ kendi zâtı ile hayattadır, yarattıkları ise O'nun hayat vermesi ile, O'nun kudreti ile yaşamaktadırlar. Her şeye belirli bir zamana kadar ayakta durmak için sebepler ihsan buyurmuştur. Her şey Hakk ile kaimdir, Hayy ve Kayyum ancak O'dur.

Hülâsa olarak; her şey O'nunla kâim, sen de O'nunla kâimsin; zerre de, kürre de, her şey bütün yarattıkları da O'nunla kâimdir, O'nunla ayakta duruyor.

Her şey seni yaratan Rabb'inin emrinden ibarettir. Amma sen bilmedin, bilemedin.

Ne güzel yarattı, âzâlarıyla donattı, en güzel bir biçim verdi. Öyle ki bu durum karşısında sen de kendini müstakil zannettin. Ve fakat ruhunu çekince, verdiğini alınca, hani sen sendin?

Sen yarattıklarını görüyorsun ve orada kalıyorsun, kendi kendini de aldatmış oluyorsun.

Ve fakat O'nu gören, yani Allah-u Teâlâ'yı gören, O'nun gösterdiği kadar her şeyin hakikatini görür. Bir perdeden, bir kabuktan, bir örtüden ibaret olduğunu görür. Meğer O'nu örten hep bir örtü imiş.

Allah-u Teâlâ bir kulunun kalp kilidini açtığı ve içeride O'nun olduğunu gördüğü zaman; işte o zaman o kul da görür ki; gerek kendisi ve gerekse yarattığı bütün âlemler hep O imiş. Her şey bir perdeden, bir kabuktan ibaret imiş, hepsi de "Ol!" emrinden husule gelmiş. O yaratıyor. "Ol!" der olur, "Öl!" der ölür. Her şey O'nunla kâim.



Vâcid: İstediğini istediği vakitte bulan, zenginliğinden hiçbir şey eksilmeyen.

Kudretinin yetmediği ve yetmeyeceği hiçbir şey yoktur, her şey olduğu gibi O'na aittir. Dilediğini dilediği anda yapar, hiçbir şey O'na karşı kendisini gizleyemez.

"Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri sadece: 'Ol!' demekten ibarettir. O da hemen oluverir." (Yâsin: 82)

Allah-u Teâlâ'nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.

Mâcid: Kadri büyük, şanı yüce, kerem ve ihsanı bol olan.

"Doğrusu Rabb'imizin şânı çok yücedir." (Cin: 3)

En yüce şeref sahibi O'dur. Kullarına ikram ve ihsanları ifâdeye sığmaz.

"Allah'ın nimetlerini birer birer saymaya kalkışsanız, icmâlen bile sayamazsınız." (İbrâhim: 34)

Onları imana ve salih amellere muvaffak kılar, sonra da yaptıkları o güzel işleri anarak onları över, dünya saâdetine âhiret selâmetine kavuşturur.



Vahid: Tek olan. Zâtında, sıfatlarında, işlerinde, isimlerinde, hükümlerinde asla misli ve benzeri bulunmayan.

"Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır." (Bakara: 163)

Fakat insanların kendi uydurdukları bâtıl ilâh çoktur. Bunun içindir ki bir mümin "Lâ ilâhe illâllah" dediği zaman; onların hak olmadıklarını, ancak hak mâbud olarak Allah'ın var olduğunu ispat ve tasdik etmiş oluyor.

Allah-u Teâlâ her cihetten tektir. Hiçbir varlığa benzemez, hiçbir varlık da kendisine benzemez. Varlığının başlangıcı yoktur, nihayete ermez.

"Oysa bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur." (Mâide: 73)

Başka hiç kimse ulûhiyet sıfatına hâiz değildir. Bütün mükevvenâtın Hâlik'ı ancak O'dur. Hiçbir şekilde ortaklığı kabul etmez, ulûhiyette tektir.

Birliğinin delilleri yarattığı varlıklarda apaçık görülür.

Ulûhiyet ve ubûdiyet yalnız O'na mahsustur. Varlığına şâhit yine kendi varlığıdır. Her varlık O'nun kudretinin eseridir. Var olan ne ki varsa O'nunla var olmuştur.

Allah-u Teâlâ "Vâhid" sıfatı ile de muttasıftır. İlâhlıkta tektir, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur.

Müminin ilk görevi, O'nun kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, tek ve ortaksız Allah olduğunu bilmesi; O'nun Zât-ı akdes'ini zihinlerde tasavvur edilen, vehimlerde hayal edilen her şeyden tecrîd etmesi, uzak tutmasıdır.




Samed:
Her ihtiyaç için başvurulan tek merci, sığınılacak yegâne dayanak.

İhtiyaçları karşılayıp gidermenin tek kaynağı O'dur. Hacetlerin bitirilmesi için tek müracaat edilecek O'dur. İlâçlarda şifâyı, tedavide devâyı yaratan O'dur. O hiç kimseye muhtaç değildir. İhtiyaçtan münezzehtir.

Allah-u Teâlâ tek olduğu gibi hiçbir şeye de muhtaç değildir.

"Allah Samed'dir, her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir." (İhlâs: 2)

Yarattıkları ise O'nunla kâim olduğu için, yaratılan ne ki varsa her şey O'na muhtaçtır. Her şey O'nun "Ol!" emriyle, O'nun yaratmasıyla meydana gelmiştir. Yaratılanların O'na muhtaç olması, yaratılma ile sona ermez. "Öl!" emri gelinceye kadar her zerre O'nun varlığı ile hayattadır, O'na muhtaçtır. Bir atom tanesi de böyledir, kâinat da böyledir, insan da böyledir.

İradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etti, yoksa ihtiyacı için değil. O "Samed"dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O'na muhtaçtır. O "Meliklerin meliki"dir. Her şey ancak O'nun izni ve irâdesi ile hükme bağlanır.

Herkesin ihtiyacını O karşılar. İhtiyaçları karşılayıp gidermenin tek kaynağı O'dur. Hacetlerin bitirilmesi için tek müracaat edilecek O'dur. İlâçlarda şifâyı, tedavide devâyı yaratan O'dur. O hiçbir kimseye hiçbir zaman aslâ muhtaç değildir. İhtiyaçtan münezzehtir. Rızıklandırır, rızka muhtaç değildir.

"Ehadiyet" sıfatı ile muttasıf olan Allah-u Teâlâ, bütün mahlûkatın her ihtiyaç ve isteklerinde başvurulan yegâne mercidir. Sığınılacak yegâne dayanak O'dur. Duâ etmez, kendisine duâ edilir.

O öyle bir Allah ki;

İnsanı yoktan var etti, sayılması imkânsız olan çeşit çeşit nimetler verdi, onu kendi mülkünde yaşatıyor, her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor.

Bütün istek ve ihtiyaçları O verir. İhtiyaçlar yalnız ve yalnız O'ndan talep olunur. Dilekleri yalnız ve yalnız O yerine getirir.

Dilekler çoğaldıkça ihsan ve keremi de çoğalıyor. Hâcetler arttıkça in'âm ve ikramı da artıyor. İyilik ve güzellikleri bitmez tükenmez.

Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size vermiştir." (İbrahim: 34)

Sıkıntılı ve darlıklı günlerde kendisine başvurulan kapı O'nun kapısıdır. Her şeyden ve herkesten müstağni olan, her şeyin ve herkesin kendisine muhtaç olduğu zât O'dur. Cömertliği, lütufkârlığı son haddine ulaşmış olan ilâh O'dur. O'nun izni ve emri olmadan hiçbir iş hükme bağlanmaz.



Kâdir: İstediğini istediği şekilde yapmaya gücü yeten, her şeye kâdir olan.

"Ve O'nun her şeye gücü yeter." (Mülk: 1)

Hiçbir yardımcıya, vezire, vekile ve vasıtaya ihtiyacı yoktur. Hiçbir iradesi hikmetsiz değildir. Dilerse zorla yaptırır, dilerse serbestlik verir. Dilerse sıkar, dilerse açar. Dilerse yıkar, dilerse yapar. Dilerse büyültür, dilerse küçültür. Dilerse başka âlemler de yaratır ve onlarda da dilediği gibi tasarrufta bulunur. Dilediğini yapmaya muktedirdir.

O'nun kudreti ezelî ve ebedî olup, her türlü tasavvurun ötesindedir, her şeyi kuşatmıştır. Kudretinin delillerini kâinatta görmemek mümkün değildir.

"O her şeye Kâdir'dir." (Fussilet: 39)



Muktedir: Kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde dilediği gibi tasarruf eden, iktidarlı.

Bütün kuvvetler O'nundur, dilediği şeyi yaratır, yarattığı şeyde dilerse dilediği kadar kuvvet ve kudret de yaratır. Dilerse güçsüzleri güçlü, zayıfları kuvvetli, âcizleri kudretli kılar.

"Allah'ın her şeye gücü yeter." (Âl-i İmrân: 29 ve 189)

Hükmüne karşı çıkanları er veya geç cezâlandırır. Hiç kimse ve hiçbir şey O'nu dilediğini yapmaktan âciz bırakamaz. O'nun kudreti ezelî ve ebedî olup, her türlü tasavvurun ötesindedir.

Kâdir ve muktedir ancak O'dur.

"Dönüşünüz Allah'adır. O, her şeye kâdirdir." (Hud: 4)



Mukaddim: Dilediğini ileri geçiren, öne alan.

"Allah dilediğine fazlasıyla verir." (Bakara: 261)

Bütün takdimler O'nun takdirine bakar, dilediğini şeref ve rütbece ileri geçirir. Kimi zâtına yaklaştırırsa onu öne alır.

"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir." (Hadîd: 21)

O her şeyin önündedir ve her şey ancak O'na döndürülür.

Allah-u Teâlâ'nın takdir etmiş olduğu hükümden kaçınmak mümkün değildir.

Muahhir: Dilediğini geri koyan, arkaya bırakan.

Allah-u Teâlâ kimi uzaklaştırırsa onu geride bırakır. O'nun geride bıraktığını ileri geçirecek yoktur.

"İçinizden ileri gitmek ve geri kalmak isteyen kimseler için." (Müddessir: 37)

Bazı şeyleri belli bir zamana erteler, bazı cezaları âhirete bırakır.

"Ki, Allah bir kısım günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar geciktirsin (cezalandırmadan yaşatsın). Bilinmeli ki, Allah'ın belirttiği süre gelince artık o ertelenmez. Keşke bilseniz!" (Nuh: 4)



Evvel: Başlangıcı olmayan ilk.

Kendisi için asla başlangıç tasavvur olunamaz. Zira var olan her şeyin varlığı O'ndandır. O'nun varlığı zâtının gereğidir. Zaman ve mekânı yaratmadan önce O var idi. Onları yaratmadan önce nasıl idiyse, yarattıktan sonra da aynıdır.

"O hem Evvel'dir." (Hadîd: 3)

Allah-u Teâlâ "Evvel"dir, ezelîdir. O'ndan evvel hiçbir şey yok idi. Zât-ı Akdes'i için asla başlangıç tasavvur olunamaz. O'nun varlığı Zât-ı Akdes'inin gereğidir. Var olan her şeyin varlığı O'ndandır.



Âhir: Nihayeti olmayan son.

Varlığının başlangıcı olmadığı gibi nihayeti de yoktur. Gelinen ve gidilecek olan yer ancak O'na varır, arkası ve ilerisi yoktur.

Her şeyin yaratıcısı olması itibariyle evvel, her şeyi yaşatan ve yok eden olması bakımından âhirdir.

İlk bilinmesi itibariyle evvel, en son varılan olması bakımından âhirdir.

"O hem Âhir'dir." (Hadîd: 3)

"Âhir"dir; ebedîdir, sona ermekten münezzehtir. Varlığının başlangıcı olmadığı gibi, nihayeti de yoktur.



Zâhir: Aşikâr olan.

Bütün mevcudat O'nun varlığının eseri ve delilidir. Zerreden kürreye kadar ne ki varsa O'nun "Ol!" emr-i şerifi ile zâhir olmuşlardır, O'nun varlığını ispat ederler.

"Görenedir görene

köre nedir köre ne?"

"O zâhirdir."
(Hadîd: 3)

O ki: "Ben zâhirim." buyuruyor.

Her görünen varlık O'nun kudretinin eseridir. Canlı ve cansız bütün mevcûdat O'nun varlığı ile kâimdir. "Ol!" diyor oluyorlar, "Öl!" dediği zaman her şey yok oluyor.

Her görünen şey O'na perdedir.

O Zâhir'dir. Zâhir O amma kimse O'nu görmüyor da perdeyi görüyor. Onu O yaratıyor, her şey O'nunla kâimdir. Sen de O'nunla kâimsin, yarattığı perde de O'nunla kâimdir. İnsanoğlu bunu bilmiyor.

Olanlar O'nunla var olmuştur. Her yaratılan şey Allah ile kâim olduğu için O'na muhtaçtırlar. Allah ayrı, yaratılanlar ayrı. Çünkü O'na muhtaçtır, O'nunla kâim olduğu için O'na muhtaçtır. Farz-ı muhal ki bir anda nefesini kesse yoksun. Kâinat da böyledir.

Yaratılan her şey bir perdeden, bir maskeden ibarettir. Kâinat perdesini O yarattı. Fakat o perdeyi ve perdenin üstündekilerini öyle güzel yaratmış ki; zerrede de kürrede de kudretini ve âsârını, emsâlsiz iradesini ve gücünü göstermiş, hepsine başlı başına bir hâkimiyet vermiş.

Demek ki perde de O'nun, perdenin üstündekiler de O'nun. Hepsi O'nun.



Bâtın: Gizli olan.

Ulûhiyet sırları kâinatın her zerresinde gizlidir ve her şeye vâkıftır.

Bütün mevcûdat Allah-u Teâlâ'nın vücud nûrlarından akseden nûrların zuhur mahallidir.

Hem aşikâr hem gizlidir.

"O hem Bâtın'dır." (Hadîd: 3)

"Bâtın"dır; uluhiyet sırları her zerrede mevcuttur. Varlık da vücud nûrunun zerrelerinin zuhur mahallidir. Olması için bir emre bakıyor.

"Kün feyekûn", "Ol!" buyuruyor, her şey oluyor. O'nunla oluyor. Hepsi bir cesetten, bir elbiseden, bir perdeden ibarettir.

Bunu bilmek ancak Allah-u Teâlâ'nın duyurduklarına mahsustur. En üstün ilim sahiplerine verilmiştir. En bilgili âlim bile Cenâb-ı Hakk duyurmazsa kendi zannını söyler. Zan ise hükümsüzdür, kalp para geçmez paradır. Bu mevzu ilmel yakîn'de, aynel yakîn'de olanların işi değildir. Kör gözün işi de değildir. Ancak Hazret-i Allah'ı görüp kendisini görmeyenin işidir. Ulül-elbâb'ın işidir.

Allah-u Teâlâ dilediği kulunun ruhâniyetinden latîfeler halkeder. Ne kadar halkettiğini O bilir ve o latîfeleri çalıştırır, bazen kişinin haberi bile olmaz. Bu gizli bir ilimdir. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın ruhâniyetle desteklediği kullardır.

"Kün feyekûn", "Ol!" buyuruyor, her şey oluyor. O'nunla oluyor. Hepsi bir cesetten, bir elbiseden, bir perdeden ibarettir.

O ise her şeyden her şeye yakındır.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz." (Vâkıa: 85)

Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Resul'üm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki; Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)

Ruhu koyduğu zaman var gibi görünüyorsun. Emrini çektiği zaman yok oluyorsun. Sen de böylesin, kâinât da böyledir.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Bedir'de Cebrâil Aleyhisselâm'ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine attı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu.

Âyet-i kerime'de ise:

"Habib'im! Sen atmadın Allah attı." buyuruluyor. (Enfâl: 17)

Görünüşte Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- attı, fakat Hazret-i Allah "Ben attım!.." buyuruyor.



Vâlî: Mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eden.

"Onlar için Allah'tan başka bir veli (yardımcı) da yoktur." (Ra'd: 11)

Allah-u Teâlâ öyle bir vâlî-i âzamdır ki; yarattığı bütün mahlukatın işlerine mütevelli olup, her şeyi ezelî takdir plânına göre yürütmektedir.

"Rabb'iniz o Allah'tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra Arş'ı istivâ etti (Arş üzerinde hükümran oldu). Buyruğunu icrâ eder (yarattıklarını yönetir). O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez. İşte Rabb'iniz olan Allah budur, siz O'na ibadet ediniz. Düşünmüyor musunuz?" (Yunus: 3)

"Her şeyin melekûtu (tasarrufu) elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir." (Yâsin: 83)

Hükümdarlar yaratan, vâliler yaratan O'dur.



Müteâlî: Yaratılmışların sıfatlarından münezzeh olan, noksan sıfatlarla muttasıf olmaktan yüce ve âlî olan.

"O görülmeyeni de bilir, görüleni de bilendir. Çok büyüktür, yücedir." (Ra'd: 9)

Yaratılmışlar için mümkün görünen her şeyden pek yücedir, yüceliğinin sonu ve sınırı yoktur.

İsteyenler çoğaldıkça ikram ve ihsanı artan, iradesine ve hikmetine göre veren, vermekle hazineleri tükenmeyen yegâne müteâlî O'dur.



Berr: Kullarına karşı çok merhametli, çok şefkatli, iyiliği ve bahşişi bol olan.

Bütün iyiliklerin kaynağı O'dur. Her türlü lütuf ve ikramlar O'ndandır. Nimet ve ihsanları her tasavvurun üzerindedir, sayıya gelmez.

Yapılan kötülüklerin çoğunu bağışlar, bir iyiliğe kat kat mükâfat verir, kötülüğün cezası ise mislini geçmez. Kulları için daima kolaylık ister zorluk istemez.

"Şüphesiz ki O iyilik yapandır, merhamet edendir." (Tur: 28)

Onlar dünyada iken kulluk vazifelerini bihakkın yaptıkları halde azab-ı ilâhiden korkup, rahmet-i semadaniye'yi ümit ediyorlardı. Allah-u Teâlâ onları korktuklarından emin kıldı, umduklarına nail etti. Şimdi onlar bu hususu dile getiriyorlar, Mevlâ'larına şükranlarını arzediyorlar.



Tevvâb: Tevbe edenlerin tevbesini kabul eden, rahmeti ile yarlığayan.

Allah-u Teâlâ tevbe kapısını daima açık tutmaktadır. Günahkâr kullarının gönüllerinde, onları günahlardan döndürecek korkular halkeder, böylece tevbe etme sebeplerini kolaylaştırır, günahtan dönenlerin tevbelerini kabul eder.

"Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhametli olandır." (Bakara: 37)

O öyle merhametli bir Zât-ı âlî'dir ki, kulunu bir kere terkedivermekle ebediyyen terkedivermez. Kulu tevbe ettikçe, yine döner bakar. Çünkü O Rahim'dir, merhameti engindir.

"Tevbemizi kabul buyur. Şüphesiz ki tevbeleri çok kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin." (Bakara: 128)

Beşer hallerimizle bilmeyerek de olsa zuhur edecek olan hata ve kusurlarımızı lütfunla bağışla. Senin af ve merhametine, lütuf ve ihsanına daima iltica ederiz.



Müntekim: Suçluları ilâhî adaleti ile cezalandıran, dilediğine ceza vermede şiddetli davranan.

"Allah Azîz'dir, intikam sahibidir." (Âl-i imrân: 4)

Allah-u Teâlâ'nın intikamı çok elemli ve pek şiddetlidir. Kâfirleri, zâlimleri, fasık ve fâcirleri yaptıkları isyanlardan dolayı hemen kahredivermez, bir zaman mühlet verir, bu mühletin arkası çok korkunçtur. Küfür ve isyana yönelen milletler ve cemiyetler de böyledir.

"Kendisine Rabb'inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?

Muhakkak ki biz zâlimlerden öç alacağız!"
(Secde: 22)

Onları inkâr ve isyanlarının cezasına kavuşturmuş olacağız.

"Fakat biz büyük bir şiddetle yakalayacağımız gün intikam alacağız." (Duhân: 16)



Afüvv: Affı çok bol olan, günahları çokça bağışlayan.

"İşte onları umulur ki Allah affeder. Allah affedicidir, çok bağışlayıcıdır." (Nisâ: 99)

Bu gibi kimseler hicretten kendi istekleri ile geri kalmadıkları ve Allah katında geçerli olabilecek mazeretleri bulunduğu için, taraf-ı ilâhîden aflarını umabilirler.

"Bizi affet!" (Bakara: 286)

Allah-u Teâlâ engin merhameti ile günahlarından pişmanlık duyanları affeder. Günahların izlerini tamamen yok eder, kiramen kâtibîn meleklerinin kayıtlarını sildirir, kıyamet günü bu günahlardan dolayı hesap sormaz, mahçup olmasınlar diye kullarına unutturur, günah yerine sevap yazar.

"Şüphesiz ki Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır." (Nisâ: 43)

Engin bağışlayıcılığından dolayı müslümanlara her hususta kolaylıklar bahşetmiştir.



Raûf: Kullarına karşı son derece merhametli ve şefkatli olan.

Rahmeti çok engindir, affı sever, affedeni affı ile karşılar. Kullarını günahlarından dolayı hemen cezalandırmaz, pişmanlık duyup dönüş yapmaları için fırsat verir.

"Şüphesiz ki Allah insanlara şefkatlidir ve merhamet edendir." (Bakara: 143)

Bu ise O'nun engin merhametinin açık bir tezahürüdür.



Mâlik'ül-mülk: Mülkün yegâne sahibi olan.

Kullarının elindeki de O'nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O'nun mülküdür. Mülkünün hem sahibi hem de hükümdarıdır, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Dengi ve benzeri, eşi, ortağı ve yardımcısı yoktur.

"De ki:

Ey Mülkün sahibi Allah!

Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın.

Hayır senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin."
(Âl-i İmrân: 26)

Bütün mükevvenatta böyle dilediği gibi tasarrufta bulunmak hakkı, O'nun Zât-ı Ehadiyet'ine mahsustur. Kudreti sonsuzdur. Bir kimseye vermek istiyorsa, vermesine hiç kimse mâni olamaz, vermek istemiyorsa hiç kimse verdiremez.



Zülcelâl-i vel-ikrâm: Her türlü büyüklüğün ve her türlü fazl-u keremin sahibi.

Azamet, ululuk, yücelik, kibriyâ... gibi büyüklük nişanesi olan ne kadar kemâlât varsa hepsi O'na mahsustur. Her türlü övgü ve tâzim ancak O'na yakışır.

Mahlukat üzerindeki sayıya gelmeyen, ölçüye sığmayan nimetler ancak O'nun ikramı O'nun ihsanıdır. Yoklara varlık, fânilere hayat veren O'dur.

"Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabb'inin veçhi (Zâtı) bâki kalacaktır." (Rahman: 27)

Zât-ı akdes'i ezelî ve ebedîdir. O'ndan önce hiçbir şey yok idi, O'ndan gayri kalacak da yoktur. Varlığı daimidir, nihayete ermez.



Muksid: Bütün işleri birbirine uygun ve yerli yerinde yapan, adaletten şaşmayan âdil.

"O her işi düzenler." (Ra'd: 2)

En üstün adalet sahibi O'dur. Kâinatı denge üzere yaratıp adaleti sağlamıştır, bir düzensizlik bulmak mümkün değildir.

"Gökyüzünü Allah yükseltti ve mizanı O koydu." (Rahmân: 7)

Bütün hakları âdilâne korur, mazlumun hakkını zâlimden alır haksızlıkları düzeltir, hakkı yerine getirir.

"Allah kendisinden başka ilâh olmadığına şâhitlik etmiştir. Melekler ve adâleti yerine getiren ilim sahipleri de O'ndan başka ilâh olmadığına şâhitlik ettiler ki;

Azîz ve hükmünde hikmet sahibi olan Allah'tan başka ilâh yoktur."
(Âl-i İmrân: 18)



Câmi': Dilediğini dilediği anda, dilediği yerde toplayan.

Allah-u Teâlâ bütün kemalleri, üstünlükleri zâtında ve sıfatlarında toplamıştır.

Kâinattaki en büyük kürrede gösterdiği hikmet ve sanatlarını en küçük zerrede de göstermiştir.

Su ve ateş gibi zıdları, kadın ve erkek gibi çiftleri, gece ve gündüz gibi karşıtları, kar ve yağmur gibi benzerleri biraraya getirerek azametini göstermiştir.

Hesap ve cezâ için insanları mahşerde toplayacak; daha sonra da iyileri cennette, kötüleri cehennemde toplayacaktır.

Dilediği mânâları dilediği yerde toplayan da O'dur.

"Ey Rabb'imiz! Geleceği şüphe götürmeyen bir günde sen insanları mutlaka toplayacaksın." (Âl-i İmrân: 9)

Toplayacağın ve hükmünü vereceğin o günde bizleri rahmetinin içine al, umduklarımıza nâil et, korktuklarımızdan emin kıl.



Ğaniyy: Çok zengin ve her şeyden müstağni olan.

Mülk O'nundur, hükümranlık O'na mahsustur, bitmez tükenmez zenginliğe sahiptir. Hiçbir şekilde hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, herkes O'na muhtaçtır, bütün ihtiyaçları O karşılar.

"Allah zengindir, Halîm'dir." (Bakara: 263)

Kimseye muhtaç değildir. Bunca isyanlarına rağmen, günahkâr kullarına tevbe kapısını açık bırakmakta, cezâ vermekte acele etmemekte, kudreti yettiği halde mühlet vermekte ve rızıklandırmaktadır.

"Allah zengindir, siz ise fakirsiniz." (Muhammed: 38)

Herkes gani olan Allah'a muhtaçtır. O ise hiç kimseye muhtaç değildir. Şu halde insanlar Allah yolunda eğer az çok bir şeyler infak ediyorlarsa kendi menfaatlerinedir. Bunun içindir ki seve seve, gönüllerinden doğarak en güzelini vermeleri gerekir. O'nun lütfu geniştir.

"Biliniz ki Allah zengindir, övülmeye lâyıktır." (Bakara: 267)

En güzel övgüler ancak O'na yaraşır.

"Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise her şeyden müstağnidir, her hamde lâyıktır." (Fâtır: 15)

Bu hitap Allah-u Teâlâ'nın engin nimetlerini kendilerine hatırlatmak için bütün insanlığa yapılmıştır.

Allah-u Teâlâ zâtında Gani olup, hiç kimsenin şükrüne ve ibadetine ihtiyacı yoktur. İhtiyaç mahlûkun şanıdır, bütün insanlar her türlü hallerinde O'nun ihsan ve nimetlerine muhtaçtır.

Allah-u Teâlâ zâtında Mahmud'dur, kullarının hamd ve senâsına ihtiyacı yoktur. O zaten kendisine hamd edilmiş olandır. Fakat vermiş olduğu nimetler karşılığında kullarının hamdetmeleri vâciptir.

O'nun ne derece lütuf, inayet ve merhamet sahibi olduğunu idrak etmek için insanların bu hakikati bilmeleri gerekir.



Muğnî: Bir şeyi yeterince veren, kullarından dilediğini keremiyle zengin kılan.

Dilediğini zengin eder, zengin yaşatır. Dilediğini ömrü boyunca fakirlik içinde bırakır. Bazılarını zenginken fakir, bazılarını da fakirken zengin yapar.

"Allah dilerse yakında sizi kendi lütfuyla zenginleştirir. Çünkü Allah en iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe: 28)



Mânî': Bir şeyin meydana gelmesine müsaade etmeyen, sevdiklerini başkalarının eziyetlerinden koruyan.

İnsanın arzu ve istekleri bazı sebeplere, sebepler de Allah-u Teâlâ'nın hükmüne bağlıdır. Dilerse bir sebep halkeder bir dileği yerine getirir, o iş bir anda oluverir. Bazı dileklere de müsaade etmez, o işe mâni olur, isteyenin başvurduğu sebepler hükümsüz kalır. O işin ya zamanı gelmemiştir, yahud da o iş mukadder değildir.

"Eğer Allah sana bir zarar bir sıkıntı verirse, onu senden kaldıracak O'dur. Eğer sana bir hayır ve iyilik dilerse, lütfuna kimse mâni olamaz. O bunu kullarından dilediğine eriştirir. O çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (Yunus: 107)



Dar: Zarar ve elem verici şeyler yaratan.

Hayır da şer de insanlar için birer imtihan sebebidir. Allah-u Teâlâ dilediğini acı ile imtihan eder. Sabreden kullarına mükâfat verir. Zarar murad ettiği kulundan o zararı çevirecek, O'ndan başka kimse yoktur.

"Eğer Allah sana bir zarar isabet ettirecek olursa, onu kendisinden başka hiçbir kimse gideremez." (En'âm: 17)

Hastalık, fakirlik ve korku gibi üzüntü ve sıkıntıları insanın başından sadece O kaldırabilir. Çünkü veren de O'dur, murad ettiği zaman giderecek olan da O'dur.

Yaratan O, derdi bilen de O, dermanı hazırlayan da O...



Nâfi': Hayır ve menfaat verici şeyler yaratan.

Bütün hayırlar O'nun elindedir, kime dilerse O'na hayır ve menfaat verir. Hayır murad ettiği bir kulundan, o hayrı geri çevirecek O'ndan başka kimse yoktur.

"Göklerde olanları, yerde olanları hepsini size musahhar kılmıştır." (Câsiye: 13)

Yerleri, gökleri direksiz desteksiz tutuyor. Gündüzün peşinden geceyi, gecenin peşinden de gündüzü getiriyor. Dilediği zaman semâdan yağmurlar yağdırıyor, arzdan sular fışkırtıyor.



Nûr: Âlemleri nûrlandıran.

Nûr, Allah-u Teâlâ'nın zâhir ism-i şerifi ile tecelli etmesidir. Varlıklar O Nûr'un tecellisi ile vücud bulmuştur. O'ndan başka ne vücud var, ne de mevcut...

"Allah göklerin ve yerin nûrudur." (Nûr: 35)

"Gökler ve yer" ibaresi Kur'an-ı kerim'de hususiyetle "Kâinat" için kullanılmaktadır. Dolayısıyla Âyet-i kerime'nin mânâsı "Allah bütün kâinatın nûrudur." demektir.

Gökleri meleklerle ve parlak yıldızlarla, yeri de kendi dostları olan nebilerle velilerle aydınlatan, nûrlandıran O'dur.

Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem'ini "Sirâcen münîrâ = Nûr saçan kandil" olarak vasıflandırmıştır. (Ahzâb: 46)

Allah-u Teâlâ Zât-ı akdes'ine Nûr ismini vermiş, Kitab-ı kerim'ini ve Resul-i Ekrem'ini nûr kılmış, mahlukatı ile kendisi arasına bu nûr ile perde çekmiştir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir niyazlarında:

"Hamd sana mahsustur. Sen göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin nûrusun!" buyurmuştur. (Buhari)

Bütün kâinat cesettir, perdedir, elbiseden ibarettir. Kudret ve kuvvet sahibi ve yegane yaratıcı olan Hazret-i Allah mevcudatı yarattı ve bu perdede nakşetti. Her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur. Öyle bir nakkaş, öyle bir yaratıcı ki dünyanın bütün bilginleri bir araya toplansa, yarattığı bir zerrenin karşısında aciz kalırlar.

İşte Allah budur.

O kâinatın perdesini öyle varlıklarla süsledi ki... Ey insan! Sen de o perdedesin, sen de o varlıkların içindesin ve o perdenin üzerindesin. Zira ilk yaratılışın da topraktandır. Seni bitki biter gibi bitirdi.

O seni kerih bir sudan yarattı. Bir zamanlar ana rahminde üç ayrı karanlık içindeydin. Seni sudan, ısıdan ve ışıktan O koruyordu. Sonra suret verip ana karnından çıkardı.

Seni mükerrem yaptı. En güzel surette süsleyip donattı. En nefis nimetlerle merzuk etti. Bütün kâinâtı sana musahhar kıldı.

Ey mağrur, zalim ve cahil insan! O seni topraktan yarattı. Toprağın üzerinde geziyorsun. Senden evvel göçenlerin yüzüne, gözüne basa basa gidiyorsun. Yine bizi toprağa iade edecek.

"Güldüren de O'dur, ağlatan da O'dur.

Öldüren de O'dur, dirilten de O'dur."
(Necm: 43-44)

Oysa her varlık "Ol!" demekle var oldu ve varlık sahnesinde görülmeye başladı. Dilediği zaman her şeyi yok edecek.

Yaratılmış hiçbir şey Allah değildir. Herşey "Ol!" emriyle husule gelmiştir.

Yaratıyor, bu sahneye koyuyor, imtihan ediyor.

Gün gelecek bu uçsuz bucaksız nimetlerin her zerresinden hesap soracak. Fakat insan O'nu bilemedi, tanıyamadı.

O Ehad'dır. O'ndan başka Allah yoktur. Vücud O, mevcud O. Bütün canlıların yaratılışı vücud nûrunun zerrelerinin zuhur mahallidir. İnsan bunu bir türlü bilemedi ve kavrayamadı, Hazret-i Allah'tan kendisini ayrı sandı. Dünya perdesinde O'nunla mevcud olduğunu bilemedi. O ise Samed'dir. Kâinâtı O yarattı, üzerini O donattı. Sen de O'nun esrarı ile perdede görünüyorsun. Yer, gök, cemadat, nebatat, hayvanat... her şey O'na muhtaç. Her şey O'na muhtaç olduğunu biliyor, O'na tesbihini yapıyor. O'nun büyüklüğünü biliyor ve anıyor.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız." (İsrâ: 44)

Allah-u Teâlâ göklerin ve yerin nûrudur.



Hâdî: Hidayeti yaratan, dilediği kullarını hidayete erdiren.

Allah-u Teâlâ kendi zâtını bilmek ve doğru yolu bulmak için lütuf ve keremi ile kullarında muvaffakiyet halkeder. O kime hidayeti nasip ederse, doğru yolu bulmuş olur. Kimi de sapıklığı ile başbaşa bırakırsa, doğru yolu bulamaz.

"Allah kime hidayet ederse, o kimse hak yoldadır. Kimi de sapıklığında bırakırsa, artık ona doğru yolu gösterecek bir dost bir mürşid bulamazsın." (Kehf: 17)

"Şüphesiz ki Allah iman edenleri mutlaka dosdoğru bir yola iletir." (Hacc: 54)

Azim nispetinde kullarını destekler, hidayetlerini artırır, sermayelerini çoğaltır, yollarını açar ve önlerine ışık tutar.

Hidayet Allah-u Teâlâ'nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir. İman nûrunu ihsan ettiği, kalbine akıttığı kulunu, mârifetullah nûru ile kudsî ruh ile destekler.



Bedî': Numune ve emsali bulunmayan, acîb ve hayret verici şeyler yaratan, icat eden.

Bir şeyi yapmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misalsiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini yaratan O'dur.

"Bir şeyin yaratılmasını hükme bağladığında ona sadece 'Ol!' der, o da hemen oluverir." (Bakara: 117)

Buyruğu bir an bile geciktirilmez. Her şey O istediği anda meydana gelir. O böyle bir yaratıcıdır.

Sebep meydana gelince, yani "Kün!" emr-i şerifi vuku bulunca, sebebin sonucu da hemen oluverir ki bu da yaratmadır.



Bâkî: Varlığında hiçbir değişme olmayan, ebedî olan.

"Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabb'inin veçhi (Zâtı) bâki kalacaktır." (Rahman: 27)

Allah-u Teâlâ'nın varlığı ebedîdir, sonsuzdur. Sonradan yok olmaktan münezzehtir. O'ndan başka her şey fânidir.



Vâris: Mevcut olan şeyler yok olduktan sonra, varlığı devam eden, servetlerin gerçek sahibi olan.

"Doğrusu biz hem diriltir hem de öldürürüz. Ve ancak biziz hepsine vâris olanlar." (Hicr: 23)

Mülkünden dilediği insanlara dilediği kadar muvakkat bir zaman için tasarruf hakkı verir. Ölümlerinden sonra mülk, asıl sahibi olan Allah-u Teâlâ'ya kalır.



Reşîd: Bütün işleri ezelî takdirine uygun bir nizam ve hikmet üzere sonuna ulaştıran.

"İman eden adam dedi ki: "Ey kavmim! Siz bana uyun ki size doğru yolu göstereyim." (Mümin: 38)

Her iş O'nun dilemesi ile meydana gelir. Hükmünde hata yapması, tedbirinde yanılması düşünülemez. Hükmünde hikmet sahibidir. İnsanları istikamete, iyiye ve güzele sevkeder. Her varlığı yaradılış gayesine uygun olarak hedefine ulaştırır.



Sabûr: Çok sabırlı olan, âsilerden intikam almada acele etmeyen, cezalandırmayı belli bir süre tehir eden.

Bütün sabredenlerin sabırları O'nun rahmet ve inâyeti ile husule gelir.

"Eğer Allah zulümleri yüzünden insanları cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar geciktirir. Süreleri dolunca da, ne bir an geri kalabilirler ne de ileri geçerler." (Nahl: 61)

"Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara: 153)



En Ağır Kelimeler:


Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün sabah namazını kılmıştı. Cüveyriye -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz henüz namaz kıldığı yerde otururken, onun yanından dışarı çıktı, kuşluk vakti olunca geri döndü. O hâlâ oturmakta idi.

"Senden ayrıldığım hâl üzere misin?" diye sordu. "Evet" deyince buyurdu ki:

"Ben senden sonra dört kelimeyi üç defa söyledim. Eğer bu kelimeler, senin gün başladığından beri söylemiş olduğun kelimelerle tartılsaydı, onların ağırlığını tartardı:

(Sübhânellâhi vebihamdihi adede halkihi ve rızâ nefsihi ve zinete arşihi ve midâde kelimâtihi)

"Allah'a hamdederek O'nu mahlukatın sayısı, nefsinin hoşnudluğu, arşın ağırlığı ve kelimeler çokluğu kadar tesbih eylerim." (Müslim: 2726)



Dilde Hafif, Mizan'da Ağır İki Kelime:


Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

"İki kelime vardır ki, dilde hafif, mizanda ağır, Rahman'a sevimli gelirler. Bunlar 'Sübhanellahi ve bi-hamdihi, Sübhanellahil-azîm = Allah'ı hamd ile tesbih ederim, yüce Allah'ı tenzih ederim.' kelimeleridir." (Müslim)



Tesbihin Yücesi:


Safiye -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyurur ki:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- yanıma geldi, önümde tesbih çektiğim dört bin çekirdek bulunuyordu. "Bunlarla muhakkak tesbih çekmişsindir. Sana tesbih çektiğin şeylerden daha fazlasını öğreteyim mi?" Buyurdu. "Evet öğret!" dedim.

(Sübhânellâhi adede halkihi)

"Yarattıklarının sayısınca Allah'ı tesbih ve tenzih ederim." diye söyle buyurdu. (Tirmizî)



Kolay ve Faziletli Tesbih:


Sâ'd bin Ebî Vakkas -radiyallahu anh-den rivayete göre, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir kadın gördü, önünde tesbih çekmek için kullandığı çekirdek veya çakıl taşları vardı.

"Sana bundan daha kolay ve daha faziletli olanını bildireyim mi?" buyurdu:

(Sübhânellâhi adede mâ halaka fis-semâi ve sübhânellahi adede mâ halaka fil-ardi. Sübhânellahi adede mâ beyne zâlike. Sübhânellâhi adede mâ hüve hâlikun, vallahu ekberu misle zâlike vel-hamdü lillâhi misle zâlike velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi misle zâlike)

"Gökte yarattıklarının sayısınca 'Sübhanellah.'

Yeryüzünde yarattıklarının sayısınca 'Sübhanellah.'

Gök ile yer arasındakilerin sayısınca 'Sübhanellah.'

Yaratacağı mahlukat sayısınca 'Sübhanellah.'

Bütün bunlar kadar 'Allah-u Ekber'. Bütün bunlar kadar 'Elhamdülillah' ve bütün bunlar kadar 'Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh."
(Tirmizî)



Hizmetçiden Hayırlı Zikirler:


Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivâyete göre, eşi Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ-nın bir ara evdeki el değirmenini çevirmekten eli kabarmıştı. Bir hizmetçi istemek üzere Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-e gelmiş fakat onu bulamamıştı. Âişe -radiyallahu anhâ-ya dileğini söyledi.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- gelince, Âişe -radiyallahu anhâ-, Fâtıma -radiyallahu anhâ-nın geldiğini haber verdi ve isteğini anlattı.

Bunun üzerine Peygamber Aleyhisselâm bize geldi. Yatağımıza yatmıştık. Kalkmaya davranırken bize "Kalkmayınız!" buyurdu ve ikimizin arasına oturdu. Hatta ben göğsüme değen mübarek ayaklarının serinliğini duydum.

Sonra Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:

"İyi dinleyiniz! Sizin benden istediğiniz esir hizmetçiden daha hayırlı bir şey öğreteyim mi?

Yatağınıza girince otuz dört defa "Allahu Ekber", otuz üç defa "Sübhânellah", otuz üç defa "Elhamdülillah", dersiniz. İşte bu zikirler size hizmetçiden hayırlıdır."
(Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1498)



Namaz Sonundaki Tesbihlerin Fazileti:


Ebû Hüreyre -radiyallahu anh- buyururlar ki:

Muhacirlerin fakirleri Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e gelip dediler ki "Yâ Resulellah! Servet sahipleri en yüksek dereceleri kazanıp gittiler. Çünkü onlar da bizim gibi namaz kılıyorlar, bizim gibi oruç tutuyorlar. Onların fazla malları var haccediyorlar, umre yapıyorlar, cihad ediyorlar, sadaka veriyorlar."

Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu ki:

"Size bir şeyi haber vereyim mi? Siz onu yaptığınız takdirde sizi geçmiş olanlara yetişesiniz, sizden sonraya kalanları da geçesiniz. Hiç kimse sizden üstün olmasın. Meğer ki size tavsiye ettiğim amelin mislini yapan buluna.

Her namazın arkasından otuz üçer defa 'Sübhanellah', 'Elhamdülillah', 'Allahu Ekber' dersiniz."
(Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 466)

Müslim'in rivayetinde şöyle bir ilâve vardır:

Bir süre sonra muhacirlerin fakirleri dönüp Resulullah Aleyhisselâm'a geldiler ve: "Yâ Resulellah! Zengin kardeşlerimiz bizim yaptıklarımızı duymuşlar, onlar da aynısını yapıp söylüyorlar." dediler.

Resulu-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu ki:

"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, onu dilediklerine verir."



Cennete Ekilen Tohum:


Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Miraca çıkarıldığım gece (Beyt-i mâmur'da) İbrahim Aleyhisselâm ile karşılaştım. Bana "Yâ Muhammed! Ümmetine benden selâm söyle ve onlara haber ver ki; cennetin toprağı iyi, suyu tatlı, yeri geniş ve dümdüzdür.

Oraya ekilecek tohum:

(Sübhânellâhi vel-hamdülillâhi velâ ilâhe illâllahu vallâhu ekber)

'Allah'ı tesbih ederim, Allah'a hamdolsun. Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür.' tehlilidir." (Tirmizî)



Allah-u Teâlâ'ya En Makbul Söz:


Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse akşama ve sabaha erdiği zaman yüz defa:

(Sübhânellâhi ve bihamdihi)

"Allah'a hamdederek O'nu tesbih eylerim."

Derse, kıyamet gününde hiç kimse onun getirdiğinden daha faziletli bir şey getiremez. Meğer ki, bir kimse onu söylediği kadar veya fazlasını getirmiş olsun."
(Müslim)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Zerr -radiyallahu anh-e "Allah'a en makbul olan sözü sana haber vereyim mi?" buyurdu. "Yâ Resullellah! Allah'a en makbul olan sözü bana haber ver!" dediğinde buyurdu ki:

"Şüphesiz ki Allah'a en makbul söz 'Sübhanellahi vebi hamdihi = Allah'a hamdederek O'nu tesbih eylerim.' sözüdür." (Müslim: 2731)



Tesbihin Fazileti:



Ebu Bekir bin Ebî Şeybe -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Sizden biriniz her gün bin sevap kazanmaktan âciz midir?" diye sordu. Orada bulunanlardan birisi "Bir kimse bin sevabı nasıl kazanır?" diye sorduğunda:

"Yüz defa tesbih çeker, kendisine bin sevap yazılır veya üzerinden bin günah indirilir." buyurdular. (Müslim)



Cennet Definesi:


Ebu Musa el-Eş'arî -radiyallahu anh- der ki:

Hayber seferine giderken ben Resulullah Aleyhisselâm'ın binitinin arkasında idim. "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh." demeye başladım. Resulullah Aleyhisselâm böyle söylediğimi işitti ve: "Yâ Abdullah bin Kays!" diye seslendi. "Buyur yâ Resulellah! Emrinize âmâdeyim." dedim.

"Sana cennet hazinelerinden büyük bir hazine değerinde bir kelimeyi söyleyeyim mi?" diye sordu.

"Söyle yâ Resulellah! Babam, anam sana fedâ olsun!" dedim.

(Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh)

"Güç ve kuvvet ancak Allah'ındır." buyurdu. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1608)

ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Kaynak:
hakikat.com/dergi/247/bsyz247.html
 
Moderatörün son düzenlenenleri:
Üst