Allah Günah İşlemeyene Günah İşletmez!

FERASETLİ

KF Ailesinden
Özel Üye

Allah Günah İşlemeyene Günah İşletmez!


Emine Şenlikoğlu




Soru
Madem ki, hayır (iyilik) ve şer Allah’tan, insanların ne suçu var? Hayır ve şerri Allah yaptığına göre, insanlara niçin günah yazıyor?

Cevap
Bu soruyu soranlar İslam’da hata aramak kastı ile soruyorlar. Bir defa, şunu iyi bilmek lazımdır ki, hayır ve şer Allah’tandır demek, hayır ve şerri yaratan Allah demektir.

Şimdi soruyoruz:

- Sen mi daha adaletlisin, yoksa Allah mı ?

- Ne demek canım, elbette Allah (c.c.).

- Sen, bir kimsenin işlemediği suçu, o kimseye yükler misin?

- Asla.

- Peki Allah (c.c.) yükler mı ?

- Tabi, yüklemez…

- Sen bir kimseye şu camı kır diye söyleyip, sonra o kişiye camı kırınca niçin kırdın diye sorar mısın ?

- Hayır.

- Peki Allah (c.c.) kendi yaptırdığı işten hesap sorar mı ?

- Sormaz.

- Peki sormazda Allahu teala’nın kuluna: “Sen zina yap, hırsızlık yap, içki iç, adam öldür, fakirin hakkını ye” gibi kötü işler hakkında emir vereceğine nasıl inanıyorsun?

Allah (c.c.), sevmediği bir şeyi kuluna yap, diye yazar mı?.. Elbette yazmaz. Fakat, Allah (c.c.)’ın takdir ettiği işler çoktur, ancak bu işlerde günah yoktur. Ölüm, yangın, ailevi sıkıntılar, sel baskınları, vesaire gibi. Dünya imtihan dünyası olduğu için, Allahu teala bazen kulunun başına musibetler verir ki, bakalım benim kulum sabredecek mi diye sınar. Eğer kulu sabrederse derecesini artırır. Ölüm, yangın, hastalık vesaire gibi musibetler de vermez ise, Allah (c.c) kulunu ne ile imtihan edecek? Hemen şunu unutmamak lazımdır ki Allah (cc.) bu gibi musibetler verdiğinde kulunun nasıl davranması gerektiğini bildirmiştir.

“Benim ne suçum var? Bütün bu olanları Allah (c.c.) ezelden yazmış” diyenlerin durumu, Allah’ı ve onun şeriatini bilmediklerinden ileri geliyor. Fakat… bugün kafir bir artistin giydigi iç çamaşırına, ayakkabısına kadar haberi olanların Allah’dan (c.c.) ve onun şeriatinden (kanunlarından) haberi olmaması ne kadar acı bir şeydir.

Gelelim Kur’an ve Hadis-i şeriflerin bu konuda söylediklerine. Müslümanlar’ın kanunlarının koyucusu olan Allahu teala, müslümanlar’ın kanunlarının muhtevi olan Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Biz, ona ikide yol gösterdik.” (El-Beled:10) Bak, iki yol gösterdim diyor Rabbül alemin. Eğer kullarının bütün yaptıkları günahları Allah (c.c.) kendi tayin etseydi, “iki yol gösterdik” der miydi ? Bak şu ayetde daha güzel ve daha açık anlaşılıyor: “Biz, şüphe yok ki, iyi amel ve iyi hareket edenin mükafatını zayi etmeyiz” (Kehf:30) “Kim iyi amelde bulunursa kendi lehinedir, kim de kötü amelde bulunursa kendi aleyhine zararı vardır. Rabb’in kullarına zülümkar değildir.” (Fusilet:46)

Bu ayet-i kerimeler, sorunun cevabını fevkalade veriyor. Yalnız burada anlamamızı zorlaştırmak mesele, Allah’ın (c.c.) geleceği bilmesidir. “On kiloluk kantar, bin kiloluk eşyayı tartabilir mi ?”

Allah’ın (c.c.) ilmini, kudretini şu küçücük aklımızla kestiremeyince, “Olur mu canım nasıl bilebilir?” diye zırvalamaya başlıyoruz. Karıncaya sormuşlar: “Allah’ın kudreti, kuvveti ne kadardır” diye “Kocaman bir karınca kuvveti kadardır” cevabını vermiş. Deveye sormuşlar, deve de: “Kocaman bir deve kuvveti kadardır” demiş.
İnsanlara sorulunca, insanda ister istemez kendi kuvveti, kendi ilmi mesabesinde Allah’ın (c.c.) kuvvetini ölçüyor. Tabi böyle olunca da, işin içinden çıkılmıyor. Zavallı insan, şu küçücük aklı ile daha şu alemin zerresini anlayamamışken, nasıl olurda bu kainatı yaradan Allah (c.c.)’ın kuvvetini anlayacak? Elbette anlayamaz.
“Size gelen her musibet, kendi elinizin kazandığı günahlar yüzündendir.” (Şura:30) Buraya kadar anladık ki, kişi günahını kendi yapar. O günahı işleyecek zamanı, güç ve kudreti Allah (c.c.) yaratır.

Yani, kul neyi isterse, Allahu teala da kuluna o istediği şeyi yapacak güç ve kudreti verir ve o istediğini yaratır.

Kafirlerin, kalkan olarak kullandıkları ayet-i kerime şu: “Biz, her şeyi bir kader ile yarattık.” (Kamer:49) Hemen şunu söyleyelim ki, bazı meseleler (hastalık, sel baskını, deprem vs. hariç) Allah (c.c.) takdir etti de, yani yazdı da, kul onu yapar değil, kulun ne yapacağını Allah (c.c.) önceden bildiği için Allah (c.c.) yazıyor. Kul da şimdi onları yapıyor.

Ayet-i kerimelerin bir zahir (açık), bir de batın (gizli) manaları vardır. Onun için ayetleri tefsir eden, açıklayan hadis-i şerifler vardır ki, eğer bu hadis-i şerifler ve ayet-i kerimelerin nüzul sebepleri (yani iniş sebepleri) olmasa idi, bazı ayetler zor anlaşılırdı. Her ayetin manası, geniş bir şekilde Kur’an-ı kerimde açıklansa idi, o zaman Kur’an-ı kerim altıbin altıyüz altmışaltı olurdu da, hafızların ezberlemesi belki çok zor olurdu.

Söylemek istediğimiz mesele şudur: Allah (c.c.) kullarının ne yapacağını biliyor muydu?

- Evet

- Bildiği için de, insanlar yaratılmadan önce ruhlar aleminde insanların hepsinin ne yapacağını yazmıştır. Buna da levh-i mahfuz denir.

- Ama nasıl bilebilir? Bir türlü aklım almıyor?

- Kardeşim… Allah değil mi bu? Bilir ya, nasıl bilirse bilir. Dedik ya, şu minnacık aklımız, şu kocaman kainatın sırrını anlayamamışken, nasıl olurda şu kocaman kainatı yaratan Allah (c.c.)’ın sırrını anlayabilir?

Hem Allah (c.c.), olur da, yaratacağı şeyin önceden ne yapacağını bilmez mi ?

Elbette de bilir. Zaten Kur’an-ı Kerim’de, “Gaybı (gelecegi) Allah’tan başkası bilemez” denilmektedir. Bir eletronik beyin, milyonlarca kişinin hesabını aynı anda yapıyor.

Meteoroloji, yarınki havanın doğruya yakın tahmin edebiliyor da, bunları yaratan Allah (c.c.) kulunun gelecegini mi bilemiyecek?

Kaza ve kadere gelince…

Kader : Cenabı Hak tarafından bütün eşyanın, kainatın ve hadiselerin, vasıflarının, Sebenlerinin ve şartlarının zaman ve mekanlarıyla hudutlandırmasıdır.

Kaza : Ezelden takdir olunan şeyin takdir gereğince varlık alemine çıkartılması (yaratılmasıdır) . Kaza ve kader kelimeleri, lügat manaları bakımından birbirinin ayni olduklarından bazen kaderin yerine kaza, kazanın yerine kader dendiği olur.

Mesela bir astronomi alimi, ayın ne zaman tutulacağını yazar, bu kaderdir. Ay’ın, o gün, o tarihte tutulması da kazadır. Şimdi soruyorum, Ay astronomi alimi yazdı diye mi tutuldu, yoksa Ay’ın tutulacağını alim bildiği için mi yazdı ? Elbette Ay’ın tutulacağını bildiği için yazdı.

Konunun daha iyi anlaşılması için biraz daha bahsedelim.

İnsanın diğer yaratılmışlar arasındaki müstesna yeri ve yaptıklarından dolayı sorumlu olma durumu onu takdir bakımından diğer yaratılmışlardan ayırır. Tabi (mecbur kılınan bir kader) yerine, iradesine bağlı olarak yürüyen bir kaderi vardır. Şayet, insanın iradeye bağlı işlerinde de kaderin mecbur eden bir hükmü cereyan etseydi, o zaman insandan diğer varlıklardan hiç birinden istenmemiş olan yüce vazifelerin bir tanesini bile istemek adalet anlayışına uymazdı. Bundan dolayı diyor ki; insan iradeye bağlı işlerde kendi kaderini kendi tayin eder. Yani kendi hür iradesi ile isterse iyi tarafını, isterse fenalık tarafını seçer. İyiyi isteyen kötüye sevk edilmediği gibi, fenayı isteyen de (şayet Allah’ın (c.c.) hususi bir ikramına uğramazsa) iyiye sevk edilmez. Kur’an-i Kerim’de: “İnsan için çalıştığından başka bir şey yoktur, çalışmasının semeresi (neticesi) de yakında görülecektir.” (Necm 39-40 ) buyuruluyor. Allah (c.c.) insanların ileride ne yapacaklarını bilip yazmamış midir?

Bu soruya verilecek cevap musibettir.

Yani: Evet, Allah (c.c.) bütün insanların hayatlarında yapacakları her şeyi en ince noktasına kadar bilir ve yazmıştır da…

Ancak O, bizim irademizi hür olarak kullanmamız neticesi neler yapacağımızı bildirmiştir. Bilmese zaten Allah olması mümkün olur muydu? Bizim bu şekilde hareket etmemiz ise onun bilmesinden değil, bizi irademizle serbest bırakmasındandır.

Biri insan iradesine bağlı olan, diğeri insan iradesine asla bağlı olmayan iki tür kader vardır. Bunlardan insan iradesine bağlı olan kadere; Kader-i muallak, diğerine ise; Kader-i mübrem denilir.

Kader-i Muallak: Kendi irademize bağlı olduğu içindir ki, hakkımızda iyi şeyler diler ve ona göre hareket edersek Allah onu yaratır. Fena şeyler diler ve öyle hareket edersek, onu yaratır. Ne ekersek onu biçeriz. İlahi bir kaidedir ki, buğday eken ancak buğday alır, arpa eken ancak arpa alır, buğday alamaz. “Kim zerre ağırlığında hayır işlerse, mükafatını görür. Kim zerre ağırlığınca şer işlerse, cezasını görür.”

Kader-i Mübrem: İnsan iradesinin ve kudretinin dışında kalan hadiselere ait kaderdir. Bize göre birden bire meydana gelen afetlerin neticesi olan zarar ve ziyanlar, hastalıklı, sağlam bünyeli olarak yaratılışı, gelecekte olacak hadiseler, ne zaman, nerede öleceğimiz, kıyametin ne zaman kopacağı gibi. Bu kısım kaderden bahsetmeyi Resullallah efendimiz nehy etmiştir. Kendisine: “Kıyamet için ne hazırlığın var” suali sorulduğunda, bilinmeyeceğini, bilmesinde bir faide olamayacağını anlamak, anlatmak istemiştir.

Bazı kimselerin inancına göre Allahu Teala, kulun iradesi ne olursa olsun, onu dilerse hidayete erdirir, dilerse dalalette bırakır. Bu fikrin tamamen yanlış olduğundan şüphe yoktur. Hakikat şudur ki, Allah (c.c.) hidayeti isteyene hidayet, dalaleti isteyene dalalet yollarını açar. Hiç bir insan zorla dalalete sürüklenmiş değildir. Kullarına son derece merhametli olan Allah (c.c.) bir kimseyi Müslüman yapmak için bile zorlamaya razı olmaz. Aşağıda okuyacağımız iki ayet meali bizi Müslüman yapmak için dahi zorlamanın olmayacağını gösterir.

“Sen iman etmiş olsunlar diye insanları zorlayıp duracak mısın?” (Yunus 99 ) “Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim şeytanı tanımayıp Allah’a (c.c.) iman ederse, o, muhakkak ki, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah (c.c.) hakkıyle işitici, kemaliyle bilicidir.” (Bakara: 256)

Hakikat böyle iken, Allah’ın (c.c.) bir kimseyi zorla delalete bırakacağını düşünmek en büyük hatadır. Böyle düşünmek, “Allah, kullarına zulmetmeyi istemez.” (Gafur suresi:31) buyuran Allah’ın (c.c.) zulüm yaptığını söylemek olur. Bu ise ancak cahillere yakışan bir sözdür. Aşağıda okuyacağımız ayetlerde, ancak Allah’a (c.c.) itaat eden, hidayeti isteyen kimselerin hidayete erdirildiğini; Allah’a (c.c.) isyan edenlerin, fena yollara sapanların, hidayeti bırakıp dalaleti seçenlerin, dalalette bırakıldığını göreceğiz.

1. “Kim Allah’a (c.c.) sımsıkı tutunursa, muhakkak ki, doğru bir yola erdirilmiştir.” (181)

2. “Artık, hidayeti kabul eden kendi faidesi için kabul etmiş, sapkınlık eden de yalnız kendi zararına sapmış olur…” (182)

3. “Allah’a (c.c.) ve ahiret gününe imanda sebat eden hiç bir kavmin, Allah’a (c.c.) ve Rasulüne muhalefet eden kimselerle velev ki onlar, bunların babaları, ya oğulları, ya biraderleri, yahut soy sopları olsunlar dost olacaklarını göremezsin. Onlar, o kimselerdir ki, Allah (c.c.) imanı kalplerine yazmış, bunları kendinden bir ruh ile desteklemiştir…” (183)

4. “Ama kim (Allah (c.c.) yolunda) verir, Allah’tan (c.c.) korkarsa, en güzel olanı (İslam dinini) tasdik ederse ona en kolay için (cennete götürecek amel, ahlak için) kolaylık veririz. Kim de cimrilik eder, kendini müstağni görürse, en güzel olanı yalan sayarsa (cehenneme ulaştıracak amel, ve ahlakı) kolaylaştırırız.” (184)

Bu ayetlerde Allah’ın (c.c.) hidayetinin, iradesini iyiye kullanan, Allah (c.c.) rızasına uygun ameller yaparak hidayete hak kazananlara ulaştığı açıkça anlatılmaktadır. Bu ise ehl-i sünnet imamlarının (insan diler, Allah (c.c.) yaratır) demelerinden başka bir şey değildir. Burada da insan hidayeti, yani doğru yolu dilemekte, Allah (c.c.) ise kulun dilediği hidayeti yaratmaktadır. Bazılarının, “Allah’ın (c.c.) hidayeti ermedikçe bir kimsenin hidayete ulaşması mümkün değildir” gibi sözlerine önem vermek doğru değildir. Şayet bir kimsenin İslam olmak istediği ancak olmadığı söylenirse, bu onun tam bir istekle istemediğinden dolayıdır. Yoksa, hidayet isteyen kuluna hidayeti Allah’ın (c.c.) vermediğinden değil.

Şimdi de dalaletin de kulun isteğine bağlı olduğunu anlatan ayetlerden bir iki örnek verelim:

1. “Semada gelince biz onlara hidayeti (doğru yolu) gösterdik. Ama onlar, körlüğü hidayete tercih ettiler.” (Fussilet:17)

2. “İşte Allah (c.c.), haddi aşan şüphecileri böyle dalalette bırakır (şaşırtır).” (Mu’min: 34)

3. “Onlar , o kimselerdir ki, hidayeti bırakıp dalaleti (doğru yolu bırakıp sapıklığı) satın almışlardır. Demek alışverişleri onlara kazanç sağlamamış, onlar doğru yolu da bulamamışlardır.” (Bakara:16)

4. “Allah (c.c.) onunla (getirdiği misal ile) bir çoğunu sapıklığa, bir çoğunu da hidayete erdirir, onunla fasıklardan başkasını şaşırtmaz.” (Bakara 26)

Bu ayetlerden de anlaşılmıştır ki, Allah (c.c.) bir kimseyi dalalette bırakıyorsa, gelişi güzel bir seçimle değil, dalalete hak kazanmış, Allah (c.c.) yolundan kendi istekleriyle yüz çevirmiş, iradelerini şer yolunda kullanmakta devam etmiş olanlara aittir.
 

FERASETLİ

KF Ailesinden
Özel Üye
Ya erkekler?

Emine Şenlikoğlu

Kadının kimliği, Kadının Şahsiyeti, Kadının Vazifeleri, Kadının Konumu, İslâm ve Kadın, Demokraside Kadın, Kadın ve Aile, Toplumda Kadının Yeni, Kadın Hakları…

Gidebildiğiniz kadar geriye doğru gidin. Konunun hep kadın olduğunu göreceksiniz. Günün hatta asırların konusu olmuş kadın…

Bir türlü yerine oturtulamayan kadının hakları, kimliği, şahsiyeti hâlâ askıdan inmedi.

Neler oluyor böyle?..
Kadın, zor mu eğitiliyor?
Kadın, şahsiyetli olamıyor mu?
Kadın, kimliğini aramıyor mu?
Kadın, kendisiyle ilgilenmiyor mu?
Bunların hiçbiri değil.

Hem doğru oturalım, hem de doğruyu konuşalım. Hayır! Konuşmayalım, pratiğe dökelim. Etrafımızda araştırmalar yapalım.

Meselâ, soralım.

Erkeğin Kimliği, Erkeğin Şahsiyeti, Erkeğin Vazifeleri, Erkeğin Konumu, İslâm ve Erkek, Demokraside Erkek, Erkek ve Aile, Toplumda Erkeğin Yeri, Erkek Hakları… gibi başlıklar okuyor muyuz?

Bu başlıklarda kitap ismi duyduk mu? Duymadık. Neden?

Nedeni şu: Biz, bir yanlışı katlayarak yürüyoruz, yürüdükçe yanlışın katları da artıyor.

Farkında olmadığımız önemli bir saha var. Örfün Sahası…

Türkiye’de ve dünyada örfün etkisi, ilmin etkisinden önde gidiyor. Dolayısıyla yaşadığımız dünyanın ne âlemde olduğunu pek göremiyoruz. Bu yüzden erkeği kurtulmuş, problemlerinden arınmış, şahsiyeti yerine oturmuş sanıyoruz.

Bunları söylerken birilerinin bu bakış açımda, hiç sevmediğim bir “izm”in rolü olduğunu sanmalarından da endişe ediyorum, ama yine de bu yanlışı söylemeye kararlıyım. Zira gerçekleri “Birileri şöyle diyecek”… diye söylemedikçe, bu defa problemler farklı katmanlarda karşımıza çıkıyor.

Olaylara gerçekçi gözle bakalım.

Sizce bir toplumda “Erkeğin şahsiyeti oluşmuş ama kadının şahsiyeti oluşmamış” gibi bir durum sözkonusu olabilir mi?

Toplumun şahsiyeti bozuksa, kadın-erkek beraber bozulmuştur… Düzgünse, kadın-erkek beraber olgunlaşmışdır.

Kadınlarda iki mide vardır. Biri özel mide, diğeri toplumsal midedir. Ve toplumsal mideleri erkeklerden daha büyüktür.

Allah, bu ölçünün aynısını insanın beynine vermiş. İnsan beyni hem özel hem toplumsal olaylar için vardır. Ve insan, kendinden çok, toplumsal olaylara zaman ayırır. Ayırmazsa çöker…

Toplumsal beynimizi çalıştırırsak bir şeyi hemen fark ederiz. Bugün, yanlış üzerinde bina edilmiş bazı geleneklerin neticesinde erkeğin, şahsiyeti tam oturmuş, kimliğini kazanmış kadından hoşlanmadığını görürüz. Bunu kimse inkâr edemez.

Erkeklerin, eşlerinde aradıkları vasıflara bakınız. En başta gelenleri şunlardır (Şuurlu erkeleri tenzih ediyorum):

1) Karım sessiz olacak
2) Her şeye boğun eğecek
3) İzinsiz ana-babasına bile gitmeyecek
4) Karnını doyurdum mu, bir de hırkasını verdim mi başka bir şey istemeyecek
5) İzinsiz evden dışarı çıkmayacak
6) Anama-babama çok çok saygılı olacak ama ben onun anne-babasına saygı göstermezsem bile ben erkeğim, bana hesap sormayacak.

Daha neler, neler…

Şahsiyetli, kimliği yerine oturmuş olan kadın bu şartları kabul eder mi?

Ne demekmiş o “Sessiz olacak” demek.
Kölelerin bile sesi çıkıyor.

Her şeye boyun eğecek ne demek? Şahsiyetli bir müslüman kadın ya da erkek her şeye boyun eğer mi? Şahsiyetli insan bireydir ve bireyin kendine has prensipleri vardır. Kadın, bu prensipler dahilinde eşinin sözlerini dinler… Dinlemelidir de… Eşler birbirlerini dinlemezlerse, o yuvadan hayır gelmez. Ancak, bu dinlemenin bir sınırı vardır. Sınırsız olarak, kayıtsız şartsız dinlenecek olan yalnızca Allah’tır. Ve kimliği oluşmuş bir kadın bunu bilir… Kaç erkek, sorgulayan ve birey olma şahsiyetiyle hareket eden kadından hoşlanır? Önce bu konu gündeme gelmeli ve sorulmalı. Erkekler, hakkını savunan kadınlardan hoşlanıyor mu?

Hakkını arayan kadın başkasının karısıysa “Helâl olsun bacıma” diyor ama kendi karısına sıra geldiğinde kadın, ondan izinsiz sokağa çıkamıyor. Kadına bu güvensizlik varken bu güvensizliği sineye çeken kadının olduğu yerde birey ölür, dolayısıyla kimlik yırtılır.

O halde sosyal bir yarayla karşı karşıyayız.

Kadın-erkek ayrımı yapmadan, kimlik problemi toplumun her katmanında var demektir. Kimliği oluşmuş bir erkek, yasakçı olmaz. O yalnızca haramları yasaklar… Bu da her müslümanın vazifesidir.

Hep beraber bu problemi çözmeye çalışmalıyız. Erkek efendi, kadın köle değildir.

Kadın, boğaz tokluğuna evlenen mahlûk hiç değildir. Ölçüyü tam olarak bilmek zorundayız. Aksi halde öz çocuğuna süt emzirmemeyi kadın haklarından sanan zavallı kadınlarla, kadının başında diktatörlük kuran ve bunu erkeklik zanneden zavallı erkekler toplumdan hiç eksik olmayacaktır.

Dengeyi kurmak ilimle, ilimde emekle elde edilir. İlme zaman ayırır ve ihlâsla ibadetlerimizi yerine getirirsek… Yönlendirmek için duygularımıza da dikkat edersek, bu problemleri aşarız… Aksi halde, onun bunun etkisinde kalan, kompleksli insanlar olarak yaşarız.

Bana öyle geliyor ki, kadın-erkek ayrımı yapmadan, her şey sıfırdan başlamak gerekiyor.

“Kadına soracaksın, ne söylerse tersini yapacaksın” telkinleri veren ve İslâm âleminde çok büyük ilgi de gören eserleri tanımakla işe başlasak, hurafeleri âlemimizden temizleme gayretiyle ilk adımı atsak, işte o zaman herkes kendi konumunu bilmekle kalmayacak, karşısındakinin şahsiyetini düşünecek.

Ha!.. Kadının kimliği mi demiştiniz?

Erkeğin kimliği ne âlemdeyse, bana göre kadının kimliği de o âlemdedir. Vesselam.

Alıntı.
 
Moderatörün son düzenlenenleri:
Üst